[S]on dönemlerde daha da sık şekilde dergiler birçok nedenden ötürü kapanırken, yepyeni ve Paris Review “ilhamlı” bir dergi yayın hayatına başladı: İstanbul Review.
Yaz 2012, ilk sayısı, başta 214 sayfalık kuşe kağıt ve kaliteli kapağı, sade – temiz tasarımı, kısa öyküleri, yerli – yabancı illüstrasyonları, kitap incelemeleri ve özellikle de Recep Tayyip Erdoğan röportajı ile dikkat çekmekte.
Genel yayın yönetmeni Hande Zapsu Watt, kendilerinin, multikültürel bir altyapıya sahip, köklü ya da keşfedilmeyi bekleyen ve yazdıkları kelimelere ışık tutup onları değiştiren yazarlardan oluşan, özet olarak dünya edebiyatı için sınırları geçmek ve boşlukları doldurmak için varolan bir platform istediklerini yazmış şubat 2012 tarihli giriş yazısında.
Tamamı ingilizce olan dergide sadece Almanya eski başbakanı Gerhard Schröder ve Recep Tayyip Erdoğan’ın röportajları kendi dillerinde, almanca, türkçe olarak verilmiş. Röportajların geneli (sırasıyla Paulo Coelho, Elif Shafak, Ludmilla Petrushevskaya, Banana Yoshimoto, Gerhard Schröder ve son olarak Recep Tayyip Erdoğan) 8-12 soruluk olmakla beraber konu bütünlüğü neredeyse aynı, favori kitaplar ve yazarlar, karakterler ve yaratım süreçleri; farklı olarak devlet erkanı üyelerine yöneltilen sansür ve edebiyata bakışları.
Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun verdiği raporlara dayandırılarak yayınevlerine ve çevirmenlere hala devam etmekte olan davalar açıladursun “Bazı kitaplar bombadan daha tesirlidir.” şeklinde bir açıklama yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın edebiyat üzerine verdiği röportaj gerçekten ilgi çekici. Sansürün her alanda normalleştirilerek uygulandığı günümüzde, bu işe en fazla emek sarfeden ve konu ile alakalı duruşunu –madem konu edebiyat- tecahül-i arif sanatını başarılı şekilde kullanarak gösteren başbakanın verdiği cevaplar da keza.
Kendisi çocukluk döneminde hemen her çocuk gibi edebiyatla ilk tanışmasının ninniler ve masallar yoluyla olduğunu, yine aynı dönemde simit ve su satarak kazandığı paralarla hemen gidip kitap aldığını belirtirken gençlik dönemini “Benim neslimin gençlik yılları ne yazık ki Türkiye’de ve dünyada oldukça çetrefilli meselelerin tartışıldığı, tatsız hadiselerin yaşandığı bir döneme rastladı. Sembollerin, sloganların ve eylemin, fikirlerin önüne geçtiği, zihinlerin ipotek altına alındığı, gençlerin başkalarının fikirlerine tahammülde zorluk yaşadığı bir dönemdi o dönem. Kitaplara, dergilere, gazetelere, yazarlara, şiire, romana, öyküye farklı anlamlar, farklı misyonlar yüklenmişti. Gençler, öğrenmek için okumak yerine, ideolojilerini desteklemek için okumayı tercih ediyorlardı.
[sws_blockquote align=”” alignment=”alignright” cite=”Recep Tayyip Erdoğan – Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı – Istanbul review röportajı’ndan…” quotestyles=”style05″] İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır. [/sws_blockquote] Böyle zor bir süreçte, ben de, arkadaşlarım da gençlerin maruz kaldığı, ya da maruz bırakıldığı bu puslu ortamdan kendimizi muhafaza etmek için yoğun gayret gösterdik. Dar ideolojik kalıplara sıkışıp kalmak, başkalarına kulaklarını tamamen kapatmak, yeniliklere, farklı ve aykırı düşüncelere tehdit gözüyle bakmak gibi dönemin arızi durumlarına kendimizi kaptırmadık. Fikri temeli olmayan, düşünceyle zenginleştirilmeyen hiçbir hareketin başarılı olamayacağını biliyorduk. Fikir alışverişinin ve münazaraların ancak okumakla, çok okumakla verimli hale getirilebileceğinin bilincindeydik. İşte onun için, hem çok okumaya, hem de geniş bir yelpazede okumaya özen gösterdik. Dönemin yazarları, muharrirleri kadar, Türk ve dünya edebiyatına yön vermiş, kalıcı eserler bırakmış yazarları ulaşabildiğimiz ölçüde takip ettik.
Bu noktada şunu da hatırlatmak zorundayım; kitaba ulaşmanın ve kitap okumanın zor olduğu dönemlerdi o dönemler. Bugünkü kadar kitap ve kütüphane yoktu. Ailelerin bütçelerinde kitap bugünkü kadar yer tutmuyordu. Kitapları koltuğunuzun altına alıp, otobüste, dolmuşta, parklarda, üniversite kampüslerinde serbestçe okuyabilmeniz de kimi zamanlar mümkün olamayabiliyordu. Yine de kitaba ulaşıyorduk ve bir kitap onlarca kişi tarafından okunabiliyordu. İnternetin olmadığı, fotokopinin yaygınlaşmadığı bir dönemde bile, güzel bir makale, güzel bir şiir elden ele dolaşıyor, Anadolu’nun her köşesine ulaşabiliyordu. Bugün, ders kitaplarını eğitim öğretim dönemi başlangıcında sıralarının üzerinde hazır halde bulan bir nesil için bu söylediklerim ilginç gelebilir. Ama biz, kitabın kıt, erişilemez, ama bir o kadar da değerli olduğu dönemleri yaşayan bir nesil olarak, bugün çocuklarımızın hiçbir güçlük çekmeden kitaplara ulaşabilmesini temin için mücadele veriyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarıma ait onca şiir ve roman arasında birini öne çıkarmak zor. Ama yine de, burada, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Sakarya şiirini anmadan geçemem. Tarihi ve o günü anlayabilmek, anlamlandırabilmek adına, Üstad ve Çile’si bizim için gerçekten mümtaz bir yerde olmuştu.” şeklinde açıklamış.
Kendisine yöneltilen “Türk eğitim müfredatına bir kitap eklemeniz istense, hangi kitabı seçerdiniz ve hangi yaş grubunun bu kitabı okuması gerektiğini belirtirdiniz?” sualini ise hiç tereddüt etmeden Sefahat ve Mehmet Akif Ersoy şeklinde yanıtlamış. Sefahat’in sadece bir edebi eser, bir şiir kitabı değil; yakın tarihimize ışık tutan bir tarih kitabı, bir milletin ve medeniyetin temellerini çerçeveleyen bir felsefe kitabı, geçmişin ruhuyla geleceği şekillendiren bir fikir kitabı olduğunu belirterek “Nasıl ki İstiklal Marşı bu millet ve bu topraklar için bir manifesto niteliğinde ise, aynı şekilde Sefahat da, İstiklal Marşı’yla aynı ruhu taşıyan bir başvuru eseridir. Safahat’daki kelimeler, dizeler okuyanlar için belki ağır gelebilir; ama küçük yaştan itibaren böyle bir eserle tanışmak, böyle bir eserle haşır neşir olmak, inanıyorum ki gençlerimizin kelime hazinesini zenginleştirecektir. Kelime hazinesi zengin bir toplum, muhayyilesi zengin bir toplumdur. Ayrıca Safahat’daki kelimeler, dizeler bizim tarihle olan bağımızı daha da güçlü hale getirecek, geleceği daha özverili şekilde inşa etmemizi sağlayacaktır.” şeklinde devam etmiş. Bu noktada başbakanın muzır neşriyat ile tam tersi, nafi neşriyata karşı olan bakış açısını az da olsa kıyaslama şansına erişebiliyoruz. Fakat nihayetinde eriştiğimiz en yüksek nokta yine başbakanın “Edebiyatta sansür konusundaki duruşunuz nedir?” sorusuna verdiği cevap:
“Sansür sadece edebiyatta değil, sanatta, medyada, siyasette ve diğer alanlarda kabul edilemez bir engelleme yöntemidir. İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır. Başkalarının özgürlük alanlarına mğdahale etmemek, hakaret ederek kişisel hak ve özgürlükleri incitmemek kaydıyla, fikirlerin en özgür şekilde ifade edilmesini savunduk ve savunmaya da devam edeceğiz. Biraz önce bizim neslimizin, gençlik yıllarında yaşadığı sıkıntılara değinmiştim. Yasakların, kısıtlamaların, sınırlamaların ülkenin, gençliğin, fikir, edebiyat ve medya dünyasının üzerine çöktüğü dönemlerden bugünlere geldik. Sadece gençliğimizde değil, yakın siyasi tarihimizde de bu baskıları yakından hissettik. Ben, ders kitaplarında bile yer alan bir şiiri okuduğum için mahkum olmuş, hapis yatmış bir siyasetçiyim. İfade özgürlüğünün, fikir özgürlüğünün ne manaya geldiğini çok iyi bilen bir Başbakanım. Şair Ece Ayhan’ın şu dizesini ben geçmişte de birkaç kez alıntılamıştım: “Biz, tüzüklerle çarpışarak büyüdük.” Dolayısıyla, genç nesillerin, yeni nesillerin, tüzüklerle, yasaklarla, sansürle itham edilmesine tahammül de rıza da göstermeyiz.” Bu gerçekten yüksek bir nokta ki biz ya farklı bir yerde yaşıyor ya da “bahşedilen” hak ve özgürlükleri beğenmeyip nankörlük yapıyoruz, kimbilir.
Sonuç olarak İstanbul Review ilk sayısı ve bu çarpıcı Recep Tayyip Erdoğan röportajı ile her alanda olduğu gibi edebiyat dünyasında da sansürün yerinin aslında bizim “hiç de sandığımız gibi olmadığını” göstererek bir derecede “abarttığımızı” göz önüne sererken, istenildiği zaman gerekli desteği sağlayabildiğimiz takdirde kaliteli dergi ve matbuat üretebilmenin hiç de zor olmadığını kanıtlıyor. Son bir kaç yıl içinde kapanan dergiler, yasaklanan kitaplar, dava açılan yayınevleri, hapse giren yazarlar bir yerde yanlış yapıyor olmalılar.
İstanbul Review
Yaz, 2012 – 214 sayfa
✪