Her zaman büyük şehirlerin varoşlarında bir çayır olacak lime lime çimleriyle, Serin alacakaranlık saatinde derin mi derin davul müziği duyulacak, Seni kilometrelerce öteden mıknatıs gibi çeken Topa aç öğrenciler ve ayaktakımı, ve gezgin, donuk gözlü bir adam, düşünceli bir şekilde kale direğine yaslanmış. Zoltán Jékely - Futbolcular
Transfer müptelalığı ile geçen yazın bir başka tuhaflığı, yıllar önce bir başka kaleci Enke’yi tek maç ile yerin dibine sokan azgın kitlenin bu kez bir başka kaleci Bayındır’a kafayı takması oldu. Vesileyle, Pál Sándor’ın zamansız komedisi Régi idők focija (Eski zaman futbolu) aklımıza düştü, biz derken, oradan buraya buradan oraya kayıp giden çoklu kişiliklerimiz yani.
Film, 1924 yılının Budapeşte şehrinde geçiyor. Çamaşırcı Ede Minarik’in tek tutkusu futbol. Tek hayali, takımı Csabagyöngye’nin birinci lige yükseldiğini görmek. Bu amaç uğruna sahip olduğu her şeyi feda etmeye hazır. Ama elinde hiçbir şey yok, hatta neredeyse futbolcu bile yok. Takım tıpkı geçen zaman gibi, eksiliyor. Ama yine de “bir takıma ihtiyacımız var!” diye inat ediyor.
Fakat önce Iván Mándy‘den bahsetmek lazım. Pál Sándori filmi kendisinin bir kısa romanından A pálya szélén‘den uyarlamış. Yani saha kenarında; saha kenarında çaresiz veya saha kenarında yerinde duramayan; saha kenarında tarihi değiştirmek için sırasını bekleyen veya saha kenarından maçın bitimiyle sessizce orayı terk eden. Iván Mándy’nin futbola düşkünlüğü kadrolarla skorları sektirmeden hafızadan yanıtlamasıyla bilinirmiş. Hızını alamayan romancı gazetecilik günlerinde spor muhabirliğine de soyunmuş, gazete haber geçmek için gittiği Ferencvárosi TC – MTK Budapest derbisi için editör masasını arayıp ahizeye heyecanla haykırmış “dört üç bitti dört üç!” ve telefonu kapayıp içmeye gitmiş. İyi de kim kazandı veya kaybeden kimdi? Futuristika tahmini bu maçın 1969’da oynandığı yönünde.
Kendi anlatımına göre Iván Mándy‘ çok kötü bir spor gazetecisiydi, örneğin ne zaman bir haber için taşraya gitse, maç çıkışında postaneye en son ulaşan her zaman oydu, maç sonlarında sahayı terk etmekte zorlanıyordu ve o gidene kadar diğerleri zaten telefon hatlarını ele geçirmiş oluyordu. Editoryal ekibi kendisinden illalah etmişlerdi, defalarca sayfa hazırlayamadıkları olmuş. Yaşamının son günlerinde yapılan bir röportajda Mándy’ye hayattan hala ne beklediğini sormuşlar. Cevabı: “Belki tekrar gerçek anlamda iyi bir Macar milli takımı görürüm,” olmuş.
Paul Sandor‘un filmindeyse olaylar 1924 yılında Budapeşte’da geçiyor. Yakınları tarafından yalnızca “fanatik çamaşırcı Minarik” diye tarif edilen Eda Minarik’in öyküsü anlatılmakta. Minarik büyük bir futbol hastasıdır. Kendisine bir futbol sahası kiralamış ve “Tatlı Üzümler (Csabagyöngye)” diye anılan, taraftarı olduğu bir takımın da sahibi durumuna gelmiştir. Fakat o yıllar enflasyon, yoksulluk ve sosyal problemlerle doludur. Takımı ayakta tutabilmek için gerekli parayı sağlamak için çamaşırhanesinin ve var oluşunun bütün olanaklarını kullanır. Bu gidişle iflas edecektir. Takımından başka hiçbir şey onun için önemli değildir. Takımın bütün oyuncuları, her türlü zorluklara göğüs gerebilecek fakir çocuklardır aslında, sadece kaleci Vallev her zaman para isteyip durmaktadır. Problemler daha da bastırmaya ve Minarik gerekli parayı bulamadıkça iyice çaresiz biçimde oradan oraya koşturmaya başlamıştır.
Kimse ona borç para vermez, son çare olarak takımın sağ kanadını satar ve çok para alır. Fakat bundan çok utanmaktadır. Takımı için verdiği bir çay partisine çok tehlikeli iki kötü adam, yanlarında bir dansözle gelirler. Minarik, onların niyetlerinin kaleci Valley’i başka takıma satmak olduğunu bilmektedir. Minarik, sağ kanadın yerine oyuncu bulmak zorundadır ve bulur. Yeni oyuncu Minarik’e bir zamanlar milli takımda oynayıp oynamadığını sorar ve ansızın perdede çok güzel bir sahada, güzel üniforma içinde milli marş çalarken, Minarik’i topa vururken görürüz.
Minarik topun arkasından uçmuş ve kaybolmuş ve geçmişte kalmıştır. Oysa şimdide durum hiç de iyi değildir. Minarik çok üzülmekte fakat büyük maç günü, kalecisinin kalede, yerinde olacağını ve takımın diğer on oyuncusunun ellerinden geleni yapacaklarını ümit etmektedir.
Aksi olur. Valley bir mektupla Madrit’e gittiğini bildirir. Minarik kalecinin yerine kendisi geçer. Üç atağı kurtarır. Bir mucize olacak mıdır? Fakat bir dördüncü için artık kuvveti olmadığını bilmektedir. Sahayı, kendi sahasını bir daha dönmemek üzere terkeder.
Iván Mándy: Kenarda (alıntı)
“Şimdi şu sihirli şapkaya bir göz atalım!”
Bu ancak bilek güreşi yapan Bednarik tarafından söylenebilecek bir şeydi. Kalecinin neler yapabileceğini çok ama çok merak ediyormuş gibi bir yüz ifadesiyle Csempe-Pempe’nin yanında duruyordu.
Csempe-Pempe biraz uzaklaştı.
“Onun aslında Belgrad’da peşine düştüğü kalecilerini izlediğini sanıyordum.”
Bednarik’in yüzü seğirdi.
‘Birkaç gün içinde gieceğim oraya. Her şeyi iptal etmek isterdim ama…’
“Anlıyorum,” diye başını salladı Arsız Arsız. “Titania’nın geleceği buna bağlı.”
Bednarik sessizdi.
Üstünlüğü ele geçirdiğini hissediyordu ama bu hoşuna gitmiyordu. Bu bilek güreşçisi burada ne arıyor? Evinde de kalabilirdi.
“Bu beyefendi ne dedi?” – Hübner’in babası endişeyle sordu.
“Onun için endişelenme.”
“Bekliyorum,” dedi Bednarik, “o harika kaptandan bir numara görebilecek miyim diye.”
“Hübner’den bir şey göreceksin! İşte o zaman buraya, Tütün Fabrikası Sahası’na gelmeye değdiğine inanacaksın. Titania formasını ölümüne savunmaya geçtiğinde hepiniz, ‘Evet, yapabilir!’ diye bağıracaksınız. Sen ve hiçbir şeye inanmayan o küçük kirpiler. Çakallar, saha kenarında öyle bekleşen kirpiler, yeni bir futbolcu gördüklerinde ağızlarını açarlar: O da mı oyuncu? Bu da mı futbolcu? Titania kaybettiğinde ise dudak büküp kafalarını sallarlar. Arkalarını dönüp giderler hemen.”
Ama hayır, bu çakallar sahayı terk etmeyecek, Csempe-Pempe’nin etrafında toplanıyorlar. Teker teker etrafını sarıp başlıyorlar.
“Yani maç bizim mi diyorsun?”
“Biz kazanacağız,” diye fısıldıyor biri, “açık ara kazanacağımızı söyle bana.
Ve üçüncüsü: “Atalanta’nın sadece üç maç önde olduğunu düşünürsek.”
“İki maçları daha olduğunu düşünürsek.”
Csempe-Pempe sanki bunların hiçbirini duymuyormuş gibi maçı izliyor. Ama her kelimeyi duyabiliyor ve etrafında belirip sonra tekrar kaybolan yüzleri görebiliyor.
“Ne olacak, Csempe-Pempe?”
Hücum hattının ileri gitmesi için bir şey yap.
Sanki bir dakika sonra Csempe-Pempe’nin mezarı üzerine talaş dökeceklermiş gibi.
O ise bağırmaya devam ediyor.
“Ti-ta-nia! Ti-ta-nia!”
Etrafındaki herkes ona dönüyor, yüzüne bakıyor – bir inanç duvarı – ve atak tezahüratına katılıyor. Bu haykırış tribünde ve tribünün altında yankılanıyor, haykırış bir kükreme ve bu kükremede Titania takımı atak üstüne atak yapıyor. Saha altüst oluyor, Titania büyük rakibini, ezeli rakibini kapıya çiviliyor.
Tribünden biri tam Csempe-Pempe’nin kafasına düşüyor.
“Goooool!”
O da bağırıyor:
“Haydiii!”
Tribünlerde ve tribünlerin altında bir uğultu.
“Haydiii”!
Sonra galibiyet golü için uğraştıkları o an geliyor.
“Hadi! Elinizden geleni yapın!”
Ve takım elinden geleni yapıyor.
“Kaybedilmiş maç yok.”
Csempe-Pempe sahanın kenarında tek başına duruyor. Diğerlerinin içeri girip galibiyet golünü atan Gyuri Boross’u omuzlara almasını izliyor. Bednarik de içeride, sağ kanat oyuncusunun omzunu sıvazlıyor. Tribünlerin altında öylece duruyor ve sonra dışarı çıkarken tekrar kendi kendine konuşuyor. “Namağlubuz.”
“Karcsi Lestár’ın omzunu ne zaman okşamışım?” – Bednarik biraz kırgın bir şekilde soruyor.
“Elbette, sahadan kötü bir yenilgiyle ayrılacağımızı düşündüğünüz maçtan da bahsedebilirdim ve sonra sonunda… biliyorsunuz, Rapid’e karşı! Ama boş verin!”
“Neden bahsettiğinizi bilmiyorum.”
“Neden bilmen gerektiğini bilmiyorsun ama Hübner formayı giydiğinde…”
“Armalı formayı!” – Hübner’in babası Csempe-Pempe’ye sonsuz bir saygıyla bakıyor o anda.
“Bahse girerim Bednarik’ti.” – İmparator bir puro yaktı ve başını salladı.
“Böyle ıspanak rengi ceketi olan bir tek o var”.
Tokiç arabaya gitti ve çok yorgun halde basamaklara oturdu.
İmparator hâlâ Bednarik’e bakıyordu. “Görünüşe göre Titania takviye yapmış.”
“Atalanta da takviye yapsa fena olmazdı.”
İmparator döndü ve Tokichi’ye doğru yürüdü.
“Neyim var benim?”
“Hiçbir şeyin.”
Ayağa kalktı ve İmparator’un yanından ayrıldı. ✪