László Krasznahorkai’nin Şeytan Tangosu, 2013 yazında Türkçe’ye çevrildi. Son yıllarda yeni kıtanın kuzeyinde çok konuşulan, tartışılan, yeni keşfedilen (aslında uzun yıllardır bizimle olan) yazarın söyleşilerinden derlemelerin ve yazara dair metinlerin ilkini hazırlarken titremeler yaşandı, iç sıkıntısının eğip büktüğü bedenler kasıldı, havada çürümeyi kutlamak amacıyla dört dönen sinekler gürültüyle dönüş hızlarını artırdı, dumanı artırsın diye kağıda daha sıkıca der top edilen tütünler salkım salındı, Yeldeğirmeni ve Caferağa’da gece dolaşmaları, Göztepe’de bir arabanın parçaladığı kedinin organlarına bakmalar uzadı, uzadıkça yerinde kalmanın, bir yerde, bir anda beklemenin ağırlığı kendini çoğalttı. Bir yerden başlamak gerekti, böyle başlanıyor, çünkü “yeterince kararırsak…”
Kısa cümleler ve tanrılar üzerine
Kısa cümleler zahiridir. Neredeyse hiç kısa cümle kullanmıyoruz, duraklıyoruz ya da bir cümle sonunun bir parçasına takılıyoruz. Bu kısa cümle oldukça karakteristik, çok klasik, sonunda noktayla bir kısa cümle suni sadece, bir gelenek, belki okuyucu için kolaylık, ancak tek bir nedeni var, son birkaç bin yıldır okuyucular kısa cümlenin daha kolay anlaşılır olduğu öğrenildi, bu da bir başka gelenek, fakat düşünürseniz, aslında hiç kısa cümleler kullanmıyorsunuz, dinlerseniz…
Sadece yazarken değil, düşünürken de, günlük hayatta, bir bardasınız, biriyle içiyorsunuz, arkadaşınız, tanıdığınız ya da sizinle konuşan bir yabancı, size çok ama çok şey anlatmak istiyor, çünkü hepimizin sadece bir cümlesi vardır, bir yaşamda sadece bir cümle olur ve bardaki herkes ya da okuuldaki ya da üniversitedeki, ya da herhangi bir yerdeki, sokaktaki herkes kendi cümlesinin peşindedir, işte bu adam ya da kadın da duraksama aramıyor, bu zahiri, kolayca anlaşılacak cümlenin arayışında değil, hayır, hep ama hep akıcı ve uzun kelime kombinasyonları kullanıyorlar, oldukça hassas bu ama akıcı, kesemezsiniz…
Kitaplarımda, karakterlerin ardında birisi konuşur ama konuşan ben değilimdir. Bu kitapları karakterler vasıtasıyla konuşmak için kullanan bu gizli kişi, kurgudan ve eklemli düşünceden önce, çılgınlar gibi, müstehcen biçimde konuşur ve bu konuşma asla dur durak bilmez. Hiç durmadan, kesmeden konuşur; çılgınca bir hızla konuşur ve bu gergin atmosferde günlük hayattaki durumu gözlerseniz, insanlar da diğerini ikna etmek için çılgınlar gibi, hiç durmadan konuşurlar, değil mi? Benim ‘uzun’ denen cümlelerim herhangi bir fikir ya da kişisel teoriden gelmiyor, tamamen konuşma dilinden geliyor. Bana sorarsanız kısa cümleler biraz yapaydır, etkilenmişlerdir. Çok nadiren kısa cümleler kurarız. Konuştuğumuzda, hiç durmadan akıcı şekilde, kesilmeyen cümlelerle konuşuruz ve bu türden bir konuşma duraksamaya ihtiyaç duymaz. Sadece Tanrıların noktaya ihtiyacı vardır – ve nihayetinde, eminim ki, o noktayı kullanacaklardır.
Domuzların gırtlaklanması ve yazarlık
Asla bir yazar olmak istemedim. Macaristan’daki ya da dünya edebiyatındaki yazarları sevmediğimden değil. Dünya edebiyatındaki büyük karakterlerin hayranıydım ben de, sadece kendimi o çemberin içinde hayal edemedim.
Rilke’nin sonesi “Apollo’nun Arkaik Gövdesi*”nin son dizesine “Değiştirmeye mecbursun hayatını” cevap olarak, toplumun alt katlarına, bodruma çeviriyor yolunu. Bir çiftlikte kısa süreli işlere takılıyor, gece bekçisi olarak çalışıyor. Ahırda geçen bir gece sonrasında yatağına yollanırken çevredekiler “İstersen gitme, bugün domuz yavrularını iğdiş etmek üzere biri gelecek” diyor.
Adamı bekledik. Bana tamamen yabancı bir tipti. Karanlık bir havası vardı. Hakkında söylenenler de oldukça fenaydı ama işin aslı kimse neden böyle söylendiğinden de emin değildi. Nihayet geldi. Uzun boyluydu, kocaman bir burnu vardı, neredeyse hiç laf çıkmıyordu ağzından, uzun bir palto giymişti. İnsanlar adamı bir kadeh pálinka içmeye davet ettiler ki bu neredeyse bir zorunluluktu orada. Sonrasında, uzun boylu adam çömeldi, biz de domuz yavrularını tutmak durumunda kaldık. Felaketti, sabahın erken saatinde, güneş bile doğmamışken, domuzlar da çok acı çektiler, ciyaklayıp kıpır kıpır hareket ediyorlardı, hepsini bastırmak zorunda kaldım. Adam ise hassasiyetten ve ruhtan yoksundu, duygu yoktu, kesiyor ve sıradakine bakıyordu… Tek kelime etmeden. Sonrasında iki kadeh pálinka daha içti, biraz para aldı ve gitti. Adı Irimiás’tı. Acı çeken o domuzlarla birlikte ben de acı çektim. Sonra şöyle düşündüm, bu dünya ile ilgili bir şeyler yazmalıyım. Komünist Macaristan ile ilgili değil, Macaristan ile de ilgili değil, bu fakir insanlarla birlikte kırsalın ve etrafının hikayesi de değil, gerçekten daha derinlerdeki dünya hakkında…
[Bilgisayarı işaret ederek] 10.000 yılın sonucu bu mudur? Mikrofonumuz var, laptoplarımız var, teknik bir toplumuz – bu mudur? Üzücü ve hayal kırıcı. Leonardo’dan Einstein’a, Buda’dan Endre Szemerédi’ye o kadar dahilik ile ilgili hikaye, hepsi de muhteşem kişiler ve çalışmaları inanılmaz önemli ve bir şey yaptığımız yok – neden?
Allen Ginsberg ve David Byrne
[Allen Ginsberg ile dostluğu üzerine] ABD’de ilk kez bulunduğumda, New York’ta, Ginsberg’in konuğuydum. Savaş ve Savaş’ın [İngilizce’de War and War ismiyle yayımlandı] belirsiz arkaplanını oluşturmak üzere, özellikle de belirsiz bir New York City için bir teknik bulmama yardımcı oldu. Kitabın kahramanı da hikaye de eksantrik, dolayısıyla gerçeği yerine belirsiz bir şehre ihtiyacım vardı, renkleri olmayan bir New York gerekiyordu, beklenmezlik olmayan, devinimsiz bir kent gerekiyordu. New York ise tamamen belirsiz bir şehir değil özellikle de ilk kez görüyorsanız, onu silikleştirmekte sorun yaşadım. Allen’a da bu temadan ziyaretimin ilk geceyi takip eden gecesinde bahsettim, o da bana ilginç bir tavsiye verdi. Sadece War and War ile ilgili de değildi. Felsefe, Budizm ve tabii ki Amerikan tarihinin son 40 yılının bazı önemli şahsiyetleri hakkında konuştu. Doğu Avrupa’daki tecrübelerimle de oldukça ilgiliydi. Allen ve arkadaşlarıyla geçirdiğim zaman çok güzeldi.” Allen Ginsberg ile New York’da kalırken, Talking Heads kurucusu David Byrne’ın stüdyosu çok yakındı. Byrne de sık sık Ginsberg’in mekanına gelirdi. Bazen mutfakta birlikte müzik yapardık. Byrne, Philip Glass, Patti Smith ve Ginsberg’den oluşan, herkesin diğerine CD verdiği o çokgene dahil oldum ben de. Bugün bile bunu sürdürüyorlar. Vic Chesnutt yaşarken hiç duymamıştım ama şimdi tüm rock kültürünün en iyisi olduğunu düşünüyorum. Bir arkadaşım Chestnutt’ın tüm yaşarken bestelediği eserlerini verdi. Konserlere ise git gide daha az takılıyorum. Berlin’de en son muhteşem bir konserdeydim, Joan Wasser ve orkestrası, ‘Kadın Polis olarak Joan’, deliceydi. Ama bacağımda sorun var ve bir konserde dört ya da beş saat dikilemiyorum.
Bayağılığın yapısı ve feragat
[Kitaplarının okunması ve anlaşılması zor olduğu miti üzerine] Kötü bir halkla ilişkiler mevzusu değil bu. Kafka’nın da, incil’in de halkla ilişkileri iyi değildi. Eski Ahit de okuması gayet zor bir metindir, benim yazdıklarımı okumakla ilgili sorunu olanların İncil ile de sorunu olmalı. Tüketici kültürümüz aklı uykuya yatırmayı amaçlıyor, bunun farkında olunmuyor. Bu tekil sürecin ilerlemesi için çok para harcanıyor ve bu nihai amaç için süre giden devasa bir küresel operasyon var. Bu farkındalık eksikliği durumu, sürekli değişen dünyada durağanlık yanılsaması yaratıyor, en azından aslında varolmayan farazi bir güvenlik öneriyor. Tabloid basının durumunu biraz farklı görüyorum. Sadece omuz silkip ne halin varsa gör diyemiyorum. Tabloid basın önemli bir nedenle mevcut ve o sebep ise hem trajik hem leziz. İhtiyar köylü kadınların dedikodu seviyesi, tabloid basının sanayileşmiş dedikodu fabrikalarınkinden fersah fersah farklı büyüklükteydi. Köydeki ihtiyar kadın, ölçebileceği mesafedeki insan boşluğunun bokunu tahrik edebilirdi. Tabloid basın ise insanların başka bir şeye ihtiyaç duyacakları ya da başka bir şey anlamayacakları mukaddemden, bir öncülden çalışmaya ihtiyaç duymuyor. Bayağılığın yapısı oldukça karmaşık.
Uygarlığın çöküşü, gülmek ve ağlamak
[Çalışmalarının dünyanın sonu ya da uygarlığın çöküşü üzerine olmasından hareketle, insanlarının benzer hislerde olduğu başka hangi çağ ile benzer olduğu sorusu üzerine] Aslında insanların ne zaman böyle hissetmediğini soracağınızı düşünmüştüm. İnsanların sadece kendi zamanlarının son erdiği değil, tüm dünyanın sona yaklaştığını düşündükleri bir çok dönem olmuştur. Altın çağların başlangıcı hakkında, İnkalar, Mısırlılar, Minoslular ve Çin’deki Zhou Hanedanı hakkında fazla bilgimiz yok. Daha iyi bilinen bir konu Roma İmparatorluğu’nun çöküşü çünkü sonunun gelişi birkaç yüzyıl sürdü ve oldukça iyi belgelendi. Bir Antik Roma yurttaşına göre, Roma düştüğünde sadece kendi dünyası değil, bütün dünyanın sonuydu. O dönemden bu yana bir çember olan mükemmeliyet imgesi, aniden köşeleriyle üçgene döndü. Hristiyanlar için kendi hatalarının ve mezar buhranlarının peşinde başlangıç noktası oldu. Avrupalı ve Avrupalı olmayan tarih, yenilgiler ve buhranlar tarihinden başka bir şey değildir. Berbat bir klişe biliyorum ama doğru olan bu: kriz, tarihin geçerli halidir.
İyi edebiyat dedikleri şey sona erecek. Edebiyatın hep önemini koruyacağı ve varolacağı o küçük adacıkların olacağı umuduna inanmıyorum. Böyle dokunaklı şeyler söylemeyi isterdim ama doğru olduğunu düşünmüyorum. Gelecekte muhtemelen kitap okunmayacak. İnsanın tarihinin afetler tarihi olduğunu unutmayın, insanı düşünmeye iten de afetlerdir. Fakat benim başka bir önerim var: post-post-postmodern bir tür kutsallığa döneceğiz. Konuşma dili tekrar kutsal bir güce dönüşecek, yazı dili ise kayıt alacak. Stonehenge’in yanından Ay’a gittiğimiz bir tür arkaik dünya değil bahsettiğim. Tam tersine, şartlar değişmiş olacak, tamamen değişmiş dünyanın görünümü doğal sayılacak. Şu andaki gidişatın aynı olması haricinde, birçok olası senaryo hayal edebilirim.
[En son ne zaman güldüğü ve ağladığı sorusu üzerine] Beş yaşından bu yana görmeme izin verilmeyen bir kızım olduğu gerçeğinin yanı sıra, ki beni çokça ağlatan bir durumdur her zaman – Béla Tarr ile Sátántangó’nun meyhane sahnesinde ağlamıştım. Karakterlerden biri şarkı söylüyordu, sarhoştu, akordiyonu eşlik ediyordu. Şarkı ve söyleyiş şekli çok dokunaklıydı, orada öylece otururken, aniden suratımdan gözyaşları fışkırdı. Sol bacağım tamamen tutmaz oldu. Sonra bitti. Nerede olduğumu fark ettim, Béla ile oturmuş monitöre bakıyordum. Sonra, kendisinin de buğulu gözleri olan Tarr’ın da baştan beri sol ayağımı müthiş bir kuvvetle sıkmakta olduğunu fark ettim. Bu muhteşem ana dayanabilmek için. Böylece bir şey olmayacaktı, olmadı da, sahneyi çektik. En son ne zaman güldüm? Sizi gördüğümde ve duyduğumda, keyifle güldüm. Çünkü soruları soruş biçiminiz… Çünkü ilgilenmiş olmanız… Çünkü konuşacak biri olması, tüm bunları anlatacak biri olması…”
* APOLLO’NUN ARKAİK GÖVDESİ
Tanımadık hiç kendisinin fevkalade başını
Çakmak çakmak gözlerini
Lakin gövdesi bir fener misali hâlâ akkor
İçeri kaçmış bakışı, sadece ateşi kısılmış meğer
Yoksa göğsünün kavisi gözünüzü kamaştırmazdı
Ve usulca belini bükerken o
Bir tebessümünü göndermezdi evvelce yaradılışı taşıdığı ortasına
Yoksa bu taş çarpık ve kısa kalırdı
Omuzlarındaki şeffaf çağlayanlar altında
Ve parıldamazdı vahşi hayvan postlarınınki gibi
Nice yıldız bekler dururdu sen göresin diye
Çünkü hiçbir karışı yoktur ki sana nazar ediyor olmasın
Değiştirmeye mecbursun hayatını.
– Rainer Maria Rilke ✪