Diğer insanlar evlerine nasıl girerlerse, Louise-Ferdinand Céline de büyük edebiyata öyle girdi. Hekim ve sanatçı olarak muazzam bir gözlem birikimine sahip, akademizme karşı tepeden bir kayıtsızlık taşıyan, yaşamın ve dilin tonlamalarına yönelik olağanüstü bir içgüdüyle donanmış, olgun bir adam olan Celine hep yaşayacak bir kitap yazmıştır; başka kitaplar yazsa da yazmasa da ve bunlar ilkinin düzeyini yakalasa da yakalamasa da. Gecenin Sonuna Yolculuk bir karamsarlık romanıdır, kızgınlıktan ziyade yaşam karşısında duyulan korku ve bezginlikle ithaf edilmiş bir kitaptır. Etkin kızgınlık umutla bağlantılıdır. Céline’in kitabında umut yoktur.
Sıradan, önemsiz bir aileden gelen, rasyonalist, anti vatansever ve yarı anarşist Parisli bir öğrenci -Latin mahallesinin kafeleri böyleleriyle dolup taşar- kendisinin de anlamadığı bir şekilde, daha ilk boru sesinde orduya gönüllü yazılır; cepheye gönderilir ve mekanik kıyımın içinde insanlar gibi telef olan atlara imrenirken bulur kendini. Fakat mazeret uydurmasına gerek kalmadan, yaralandıktan ve madalya aldıktan sonra, hastaneden hastaneye dolaşır. Başarılı doktorlar onu bir an önce “meydan savaşlarının alev alev yanan mezarlığına” dönmesi için pohpohlarlar. Çürüğe çıkınca ordudan uzaklaştırılır; bir Afrika kolonisine gider ve orada insan alçaklığından, sıcaktan ve tropik iklimin sıtma hastalığından bitkin düşer: yasadışı yoldan ABD’ye girer ve Ford fabrikasında çalışmaya başlar. Bir fahişede gerçek eşi bulur (bunlar gerçekten de kitaptaki dokunaklı sayfalardır); Fransa’ya geri döner, yoksullar ve ruh hastalarına bakan bir hekim olur, hepsi de aynı ölçüde acınası, âciz ve sefil, hasta ve sağlıklı insanların arasında yaşamın gecesi boyunca dolaşır durur. Céline’in, hiçbir şekilde Fransa’nın sosyal koşullarını yansıtmak gibi bir amacı yoktur. Doğrudur, yeri geldiğinde, ne rahiplerden ne generallerden ne bakanlardan ne de cumhurbaşkanından lafını esirger. Bununla birlikte, hikâyesinin çarpıklığı yönetici sınıflar düzeyinin kayda değer ölçüde akına yayılarak küçük insanlar, memurlar, öğrenciler, tüccarlar, zanaatkârlar ve kapıcıların dünyasına uzanır ve ayrıca, iki sefer, Fransa sınırlarının dışına taşar. Mevcut toplumsal sistem, geçmiş ya da gelecek başka herhangi bir sistem kadar çürümüştür. Céline, genel olarak, insanlardan ve yaptıklarından hoşnutsuzdur.
Roman zalim tarafları, çelişkileri ve yalanlarıyla, çıkışsızlığı ve bir ümit ışığından yoksun oluşuyla yaşamın anlamsızlığının bir panoraması olarak düşünülmüş ve yazılmıştır. Askerlere eziyet eden ve hemen ardından onlarla beraber can veren bir astsubay; Avrupa otellerinde içindeki boşluğu sergileyen kupon toplayıcısı Amerikalı bir kadın; hırs ve başarısızlığın vahşileştirdiği Fransız koloni memurları; çek defteri taşımayan insanları’ otomatik olarak dışlayan, insanların iliklerini emmekte teknik kusursuzluğa ulaşmış olan New York; sonra tekrar Paris; âlimlerin küçük ve kıskanç dünyası; yedi yaşında bir oğlanın sürüncemeli ve sessiz sedasız ölümü; küçük bir kızın uğradığı tecavüz, tasarruf etmek adına annelerini öldüren erdemli küçük rantiyeler; Paris’teki ve Afrika’nın en karanlık kesimindeki iki rahip, ikisi de birkaç yüz frank için adamı hemen satmaya aynı ölçüde hazır, biri uygar rantiyelerin suç ortağı, diğeri yamyamların işbirlikçisi… Bölümden bölüme, bir sayfadan diğerine, yaşamın ince dilimleri; çamurla yoğrulmuş, kanlı bir anlamsızlık kâbusunu oluştururlar. Edilgen, sinirleri hafifçe açık, geleceğe yönelik iradeden yoksun bir alımlama -ümitsizliğin psikolojik temelidir ve kinizminin ihtilaflarında samimidir.
Ahlakçı Céline, sanatçı Céline’in izinden gider ve adım adım; atletler yoluyla göklere çıkarılmış bütün o sosyal değerlerin, vatanseverliğin ve sevginin aşağısında kalan kişisel bağların üzerindeki koruyucu haleyi yırtar. Anavatan tehlikede mi? “Mal sahibinin eviyse yanan, büyük bir kayıp sayılmaz… Aynısını ödeyecek gelir nasılsa sağlanır.” Tarihsel ölçütlerle ilgilenmez. Danton’un savaşının Poincaré’ninkinden üstün bir tarafı yoktur: İki örnekte de “vatanseverlik işlevi ”nin bedeli kanla ödenmiştir. Bencillik ve kibir sevgiyi zehirlemiştir. Her hür idealizm, şatafatlı laflarla süslenmiş küçük bir içgüdü olmaktan öteye gidemez. Anne imgesi bile affedilmemiştir: Yaralı oğluna kavuştuğunda “yavrusu geri verilmiş bir fahişe gibi ciyakladı. Ama bir fahişeden bile daha aşağı bir konumdaydı, çünkü oğlunu ondan ayırmak için kafasına kazınmış olan o hecelere inancı vardı.”
Céline’in üslubu nesnel dünyayı alımlayışının güdümündedir. Özensiz, grameri bozuk, tutkulu yoğunluğa sahip görünen dilinde Fransız kültürünün gerçek zenginliğinin, büyük bir ulusun bütün duygusal ve zihinsel deneyiminin, canlı içeriğiyle, en keskin tonlarıyla yaşadığı göndür, kalp atışları ve titreşimleri hissedilir.
Romanın daha ilk sayfasında, okuyucu beklenmedik biçimde, cumhurbaşkanının ismiyle, Poincaré sözcüğüyle karşılaşır. Le Temps gazetesinin son sayısında onun sabah bir süs köpeği gösterisinin açılışım yapmaya gittiği yazmaktadır.
Bu ayrıntı, kurmaca bir öğe değildir. Haliyle, bu cumhurbaşkanının görevleri arasındadır ve kişisel olarak biz bunda itiraz edilecek bir nokta göremiyoruz. Ama bu muzip gazete alıntısı belli ki devletin başını yüceltme amacına hizmet etmek niyetiyle yapılmamış.
Öte yandan, sabık başkan Poincaré, cumhuriyetin bütün sıradışı şahsiyetlerinin en bayağısı olmakla beraber, en itibarlı siyasi figürü konumundadır. Hastalığından sonra putlaştırılmıştır. Sadece sağcılar değil, radikaller de onun adım anarken dokunaklı bir sevgi beyanı taşıyan birkaç kelime sarf etmemeyi imkânsız saymakladırlar. Poincaré, inkâr edilemez bir biçimde burjuva kültürünün en saf, damıtık halidir; tıpkı Fransız ulusunun burjuvalığının bilinciyle sarhoş ve bundan insanoğlunun geri kalanına yönelik ilahi rolünün belkemiğiymişçesine gurur duyar bir halde, bütün ulusların en burjuvası oluşu gibi.
Fransız burjuvazisinin muhteşem biçimlere bürünerek gizlenen ulusal kibri, asırların kristalize olmuş tortusudur. Atalarının yerine getirilmesi gereken büyük bir tarihsel görev üstlendikleri geçmişten yeni nesillere, en dar görüşlü türden bir muhafazakârlık için paravan oluşturacak zengin bir gardırop miras kalmıştır. Fransa’nın siyasi ve kültürel hayatının tamamı geçmişin kostümleriyle sahnelenmektedir.
Tıpkı para biriminin sabit olduğu ülkelerdeki gibi, Fransızların yaşamında da yapay değerler mecburi bir dolaşım içindedir. Kurtuluşçu messianizmin, çoktan beridir nesnel gerçekliğe denklikten uzaklaşmış olan formülleri hâlâ yüksek mecburi değerini korumaktadır, toplumsal kurallara bağlılık ete kemiğe bürünmüş, bağımsız bir varoluşa ulaşmıştır. Pudra ve ruj hâlâ sahte olarak nitelendirilebilir, ama maske öyle olmaktan çıkmıştır artık: Teknik bir araç olmaktan ibarettir. Etten ayrı varoluş ve kendi benliğine jest ve tonlamalar dayatır.
Poincaré neredeyse sosyal bir simgedir. Yüksek temsilcilik konumu bireyselliğini şekillendirir. Elindeki tek şey de budur. Bu adamın aynen delikanlılık mısralarında olduğu gibi -bir zamanlar gençti ihtiyarlığındaki anılarında da tek bir özgünlük belirtisine rastlamak mümkün değildir. Burjuvazinin çıkarları onun gerçek ahlaki kabuğunu, donuk pathos‘unun kaynağını oluşturur. Fransız siyasetinin geleneksel değerleri kanma ve iliklerine işlemiştir. “Ben bir burjuvayım ve burjuva olan hiçbir şeye yabancılık duymam. ‘’ Siyasi maske eriyerek yüzle kaynaşmıştır. İkiyüzlülük, mutlak olma niteliğini kazanarak, kendine özgü bir içtenlik haline gelir.
Poincaré’ye göre, Fransız hükümeti öyle barışseverdir ki düşman tarafında oluşabilecek bir zihinsel çekinceyi asla aklına bile getirmez. “Başkalarına her zaman kendi erdemlerini bahşeden insanların güveni ne güzel.” Bu arlık ikiyüzlülük, öznel yalancılık değildir, bir ritüelin içinde zorunlu bir öğedir, hain bir mektuba eklenmiş ebedi bağlılık andı içen bir dipnot gibi.
Fakat nasıl kişisel bencillik belli bir sınırı geçince kendini kemirmeye başlarsa, muhafazakâr bir sınıfın bencilliği de öyle işler.
Ruhr’un işgali sırasında Luchvig, Poincaré’ye bir soru yöneltir “Sizce, ödemek mi istemiyoruz, yoksa ödeyecek durumda mı değiliz?” Poincaré cevap verir: “Kimse kendi rızasıyla ödemek istemez.” 1931 Temmuzunda Bruening, Poincare ye telgraf çekerek işbirliği çağrısında bulunur, aldığı yanıt şudur: “Acı çekmeyi öğrenin.”
Fakat nasıl kişisel bencillik belli bir sınırı geçince kendini kemirmeye başlarsa, muhafazakâr bir sınıfın bencilliği de öyle işler. Poincaré Fransa’yı ebediyen endişeden kurtarmak için Almanya’yı çarmıha germek arzusundaydı. Bu arada, Poincaré’nin gözünde hafif bir suç sayılsa da, Versailles Barışının şovenist özü, Almanya’da Hitler’in uğursuz yüzünde yoğunlaştı. Ruhr işgal edilmeseydi, Maziler iktidara bu kadar kolay gelemezdi; iktidardaki Hitler ise, yeni savaşların işaretini veriyor.
Ulusal Fransız ideolojisi, sağduyu kültü yani mantık üzerine kuruludur. Bu, XVIII. yüzyılın bütün dünyayı yıkan bir korkusuzlukla beslenmiş mantığı değil, Üçüncü Cumhuriyet’in cimri, temkinli ve her tür tavize hazır mantığıdır. Zanaatının inceliklerini açıklayan emektar bir ustanın sergileyebileceği lütufkâr bir üstünlük duygusuylala, Poincaré anılarında “aklın bu zor işleminden; seçme, sınıflandırma ve koordinasyondan” bahseder. Hiç şüphesiz, zor işlemler. Fakat Poincaré’nin kendisi onları tarihsel sürecin üç boyutlu mekânında değil, belgelerin iki boyutlu düzleminde uygular. Onun için hakikat, sadece hukuki muamelelerin ürünüdür, anlaşma ve kanunların akılcı yorumudur. Fransız iktidarının muhafazakâr akılcılığı ile Descartes arasındaki ilişkiyle, sözgelimi, ortaçağ skolastizmi Aristo arasındaki ilişki aynıdır.
O çok vurgulanan “orantı duygusu” küçük orantılar duygusuna dönüşmüştür. Akla mozaik düşkünlüğü kazandım-. Poincaré nasıl da ballandıra ballandıra anlatır devlet işlerinin en önemsiz dönemlerini! Danimarka kralı tarafından kendisine he diye edilen Beyaz Fil’i tarif ederken paha biçilemez bir minyatürden bahseder gibidir: Boyutları, şekli, kalıbı ve aptal zımbırtının renkleri – anılarında yer almayan hiçbir şey yoktur.
Sözcükler onun kullanımında ya tazminatların miktarını tanımlamaya yarar ya da retorik süs işlevi görürler. Elysée Sarayında geçildiği dönemi Silvio Pelico’nun Avusturya monarşisinin zindanlarına kapatılmasıyla karşılaştırır! “Bu allı pullu bayağılıktaki salonlarda hayal gücümde titreşim yaratacak hiçbir şey çıkmadı.” Ne var ki allı pullu bayağılık, Üçüncü Cumhuriyetin resmi tarzıdır ve Poincaré’nin hayal gücü de bu tarzın yüceltilmesidir.
Yaklaşan savaşın hemen arifesinde Poincaré, Petersburg ile Fransa arasında denizde yolculuk etmektedir. Yolculuğunun hararetli notları arasına bir yağlıboya manzara sokuşturuverir: “Soluk, neredeyse ıssız deniz, insanlardı sürtüşmelerine kayıtsız.” Lise mezuniyet sınavında yazdıklarının kelimesi kelimesine aynısı! Vatansever kaygılarının dışına çıktığı zaman, yaz tatilini süsleyen her tür çiçeği, yeri geldikçe çıkardığı listeye ekler: Bir şifreli telgraf ve bir telefon görüşmesinin arasında – bir çiçek dükkânının titiz kataloğu! En kritik anlarda, Siyam kedisi de aile mahremiyetinin simgesi olarak devreye girer. Tek bir canlı imge barındırmayan, insan sıcaklığı bile içermeyen ama bunun yerine ‘‘kayıtsız” denizler, eğreltiotları, çelenkler, sümbüller, güvercinler ve bir Siyam kedisinin her yere yayılan kokusuyla dolu bu otobiyografik protokolü bir boğulma duygusu hissetmeden okumak imkânsızdır.
Yaşamın iki alanı vardır: Birisi kamusal ve resmi olan, yaşamın tamamı diye geçinen, diğeriyse gizli ve çok önemli olan. Bu düalizm hem sosyal hem de kişisel ilişkilere uzanır: Mahrem aile çevresi, okul, mahkeme, parlamento ve diplomatik hizmet. İnsan toplumunun çelişkili gelişim koşullarında yer tutar ve bütün uygar ülkeler ve insanlar için geçerlidir. Fakat bu düalizmin biçimleri, genişliği ve maskeleri ulusal boyalarla parlak renklere bürünmüştür.
Anglo-Sakson ülkelerde din, ahlaki düalizm sisteminin önemli bir öğesidir. Resmi Fransa kendisini bu önemli kaynaktan mahrum etmiştir. İngiliz Masonluğu Tanrısız bir evreni ve benzer şekilde, kralsız bir parlamento veya sahipsiz bir mülkiyeti anlayamazken, Fransız Masonları “Kâinatın Büyük Mimarını heykellerinden silmişlerdir. Siyasi pazarlıklarda dalı a geniş kanepe daha iyi hizmet demektir: ilahi sorunsallar uğruna dünyevi çıkarları feda etmek, Latin sağduyusuna paldır küldür ters düşmek anlamına gelirdi. Fakat siyasetçiler, Arşimet gibi, bir dayanak noktası isterler; Büyüle Mimarın gücünün yerini büyük bölünmenin bu tarafındaki değerlerin alması gerekiyordu. Bunların birincisi Fransa’dır.
“Vatanseverlik dininden” seküler cumhuriyetteki kadar hazır bir şekilde bahsedildiği başka hiçbir yerde görülmemiştir. İnsan hayal gücünün Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’a bahşettiği bütün nitelikler özgür düşünen Fransız burjuvası tarafından kendi ulusuna devredilmiştir ve Fransa kendi imgesinin toplumsal cinsiyet anlamında kadın olmasına dayanarak, Meryem Ana’nın hatlarını da kendi üzerine uydurmuştur. Siyasetçiler bir kutsiyetin halktan rahibi olarak öne çıkar. En ince ayrıntısına kadar düzenlenen vatanseverlik ayini siyasi ritüelin gerekli bir parçasını oluşturur. Kelimeler ve ifadeler, parlamentoda alkışların yankılanmasını kendiliğinden sağlayacak şeyi elde ederler, tıpkı belirli kilise kelimelerinin inananları gözyaşı dökmeye veya diz çökmeye yöneltmek için kullanıldığı gibi.
Hakiki din alanı bizzat kendi doğasından ötürü, gerekli yetki kısıtlaması da göz önüne alınırsa, gündelik faaliyetlere uzaktır; çarpışma olasılığı bir uçağın bir arabayla çarpışma olasılığı kadar düşüktür. Seküler vatanseverlik diniyse, tersine, doğrudan güncel siyasete dayatır kendisini.
Fakat arada bir fark var. Hakiki din alanı bizzat kendi doğasından ötürü, gerekli yetki kısıtlaması da göz önüne alınırsa, gündelik faaliyetlere uzaktır; çarpışma olasılığı bir uçağın bir arabayla çarpışma olasılığı kadar düşüktür. Seküler vatanseverlik diniyse, tersine, doğrudan güncel siyasete dayatır kendisini. Kişisel iştah ve sınıf çıkarları, her adımda, düşmanca, saf vatanseverlik formüllerinin karşısına dikilir. Neyse ki, hasımlar öyle iyi eğitilmişler ve hepsinin ötesinde müşterek taahhütler altında elleri kolları öylesine sıkı bağlanmış tır ki, ne zaman tehlikeli bir durum olsa, başlarını başka tarafa çevirirler. Hükümet çoğunluğu ve sorumlu muhalefet, siyasi oyunun kurallarına gönüllü bir bağlılık gösterir. Bu kuralların en başında da şu gelir: “Nasıl fiziksel cisimlerin hareketi yerçekimi kanunlarına tabiyse, siyasetçilerin eylemleri de anavatan sevgisine tabidir.”
Ancak, vatanseverlik güneşinin üzerinde bile lekeler vardır. Karşılıklı hoşgörünün aşırıya kaçması, kişisel dokunulmazlık duygusu uyandırması ve takdir edilmesi gerekenle tekdir edilmesi gereken arasındaki sınırı silmesi bakımından sakıncalıdır. Bu yüzden, zaman zaman patlayan ve atmosferi zehirleyen siyasi gazlar birikir Union General iflası, Panama, Dreyfus Davası, Rochette Davası, Stavisky İflası – bunlar Üçüncü Cumhuriyet’in yolu üzerindeki herkesçe bilinen dönüm noktalarıdır. Panama Clemenceau’yu vurdu. Poincaré kişisel olarak her zaman kenar çizgide durdu. Ama siyaset anlayışı bizzat aynı kaynaklardan besleniyordu. Ahlak hocası olarak Marcus Aurelius’u göstermesi sebepsiz değildir. Aurelius’un Stoik erdemleri, çöken Roma’da imparator tahtının ahlak anlayışıyla uyum sağlamayı pek güzel becermiştir.
Poincaré anılarında ağlamaklı bir dille belirtir: “1914’ün ilk altı ayı süresince (…) parlamento entrikalarının ve mali skandallarını aşağılık gösterisine tanık oldum.” Ne var ki savaş, elbette, bütün bencil hesapları bir çırpıda sildi süpürdü. “Kutsal Birlik” ruhları temizledi. Bunun anlamı şudur: Entrikalar ve alçaklıklar içeri doğru vatanseverlik sahnelerinin gerisine çekilmiş ve orada daha önce duyulmamış düzeylere varmıştır. Céline’in değindiği gibi, cephedeki kritik çözüm uzadıkça, geridekiler de giderek bozuldular, Savaş dönemi Paris’inin manzarası, romanda amansız bir ustanın elinden çıkma bir betimlemeyle yansıtılır. Siyaset neredeyse yok gibidir. Ama bundan fazlası vardır: Ona şekil veren yaşayan alt tabaka.
Fransa’daki bütün adli, parlamento içi ve mali skandallarda insana çarpıcı gelen şey bunların organik niteliğidir. Köylü ve: zanaatkârın çalışkanlığından ve tutumluluğundan, tüccar ve sanayicinin açıkgözlülüğünden, rantiyenin kör hırsından, parlamenterin nezaketinden ve basının vatanseverliğinden çıkan sayısız lif, Panama adı al tında toplanan sinir düğümüne uzanmaktadır. Bağlantılar, kayırmalar, aracılar, örtülü yan rüşvetler ağı içinde yurttaşlık erdemi ve ölüm cezası gerektiren suç arasında binlerce geçiş biçimi mevcuttur. Talihsiz bir olay, kusuru görülmeyen tülü buruşturup, siyasetin anatomisini gözler önüne serer sermez -herhangi bir zamanda herhangi bir yerde-hemen parlamenter ya da adli bir soruşturma komitesi tayin ermek gerekiverir.
Fakat güçlük de tam burada ortaya çıkıyor: Neyle başlamak, nerede durmalı?
Sırf Stavisky elverişsiz bir zamanda iflas ettiği için, küçük meyhaneciler arasındaki bu Argonotun hayali işlerine bazıları isimlerinin ilk harfleriyle, diğerleri tam isimleriyle geçen milletvekillerini ve gazetecileri, eski bakanları ve büyükelçileri koştuğu, bankerin çıkarına uygun tebliğlerin bakanlıklardan şimşek hızıyla geçtiği, zararlı olanlarınsa zararsız kılınıncaya kadar askıya alındığı ortaya çıkarıldı. Mali sihirbaz, yüksek salon bağlantılarının kaynaklarını ve matbaa kâğıdını kullanarak servet yarattı, binlerce insanın hayatıyla oynadı, basına, resmi çevrelere ve parlamenterlere rüşvet verdi -ne kadar adi ve müsaade edilemeyecek kadar net bir söz! Onları ödüllendirdi, destekledi ve cesaretlendirdi ve neredeyse her zaman suçlanamaz bir biçimde!
Soruşturma komitesinin yürüttüğü çalışmalım kapsamı genişledikçe, soruşturmanın umutsuzluğu daha da belirgin bir hale geldi. Suç ortaya çıkarılacakken sadece siyaset ve mali işler arasındaki alışılmış ilişkiler açıklığa kavuşturulabildi. Hastalığın kaynağının arandığı yerde, organizmanın normal dokusu bulundu.
Avukat olarak X, Stavisky’nin şirketlerinin çıkarlarına bekçilik yapıyordu; gazeteci olarak, her nasılsa Stavisky’nin çıkarlarıyla çakışan vergi sistemini destekliyordu; halkın temsilcisi olarak, vergi borçlarının yeniden düzenlenmesinde uzmanlaşmıştı. Peki, bakan olarak? Komite sürekli. X’in bakan makamındayken, bir yandan hâlâ avukatlık ücretini almaya devam edip etmediği ya da iki bakanlık krizi arasında geçen zaman zarfında dimağının kristal kadar berrak kalıp kalmadığı sorularıyla meşguldü.
Burada ikiyüzlülükle karışmış ne kadar ağır bir ahlaki bilgiçlik var böyle! Milletvekilleri Odasının eski yöneticisi, cumhurbaşkanı adayı Raoul Peret idamlık suçlu adayı oluverdi. Ancak derinden inanıyordu ki o da “başka herkes” gibi hareket etmişti, belki sadece biraz daha dikkatsizce -her halükârda, şansı pek yaver gitmemişti.
Poincaré’nin deyişiyle “parlamento emri kakımın ve mali skandalların aşağılık gösterisi ”nin fonu önünde Céline’in romanı iki yönden önem kazanır. Zamanında resmi soruşturmaya hiddetle yaklaşmış olan iyi niyetli basının Céline’i “ulusa” iftira ettiği gerekçesiyle mahkûm etmekte gecikmemesi sebepsiz değildir. Parlamenter komite, her halükârda, soruşturmasını ne suçlayanların ne de suçlananların terk etmediği, adaba uygun kibar bir dille sürdürmüştü. Fakat Céline’i âdetler bağlamaz. Siyasi paletin değersiz renklerini kaba bir şekilde alır atar. Onun kendi renkleri vardır. Bunları sanatçının ayrıcalığıyla, yaşamdan sıyırıp almıştır.
Doğru, o yaşamı parlamento tarafıyla, yükseklerdeki iktidarlarıyla değil en bayağı yansımalarıyla ele alır. Fakat bu işleri hiç de kolaylaştırmaz. O, kökleri çıkarır. Edep ve terbiye tülünün altındaki çamur ve kanı gösterir. Onun uğursuz panoramasında küçük çıkarlar uğruna işlenen cinayet, olağandışı olmaktan çıkar: Stavisky olayı modern finansın çok daha yüksek mekanizmasıyla ne kadar bağlantılıysa, bu da hırs ve kendini düşünmenin güdümündeki gündelik yaşam mekanizmasıyla o kadar iç içedir. Céline olanı gösterir. Bu yüzden bir devrimci gibi görünür.
Fakat Céline devrimci falan değildir ve öyle olmak gibi bir amacı da yoktur. Hayal olarak gördüğü, toplumu yeniden kurma hedefi onu ilgilendirmez. Tek islediği, onu korkutan ve sıkan her şeyin saygınlığını söküp atmaktır. Yaşam karşısındaki korkuyu bilincinden kovabilmesi için, bu yoksullara bakan hekimin, yeni hayal biçimlerine sığınması gerekiyordu. Romandaki devrimci oluverdi. Genel olarak, sanatın hareketine hükmeden kanun budur: Eğilimlerin çekişmeleri içinden geçerek hareket eder.
Çöküş, yalnızca iktidardaki partileri değil, sanat okullarını da vurur. Yaratıcı yöntemler anlamsız hale gelir ve insan duyarlığına yönelik devinimleri durur – okulun tükenmiş olanaklar mezarlığı yani Akademi için yeterince olgun hale geldiğinin şaşmaz bir kanıtı. Yaşayan yaratıcılık resmi geleneği, yüceltilmiş fikir ve duyguları, âdet ve alışkanlık cilasıyla kaplı imgeler ve ifadeleri reddedip onlardan uzaklaşmadan ilerleyemez. Her yeni eğilim, sözcükler ve duygular arasında en dolaysız ve dürüst teması bulmaya çalışır. Sanatta lüleye karşı verilen mücadele her zaman az çok insan ilişkilerindeki adaletsizliğe karşı mücadeleye dönüşür. Bağlantı ortadadır: Toplumsal yaşam duygusunu yitiren sanat kaçınılmaz olarak yapmacıklıkla kendisini çökertir, üslupçuluğa dönüşür.
Ulusal kültür geleneği zenginleşip sağlamlaştıkça, reddedilişi de daha haşin bir hal alır. Céline’in gücü yüce bir çabayla kendisini bütün kanunların dışında tutmasında, bütün âdetleri aşmasında yatar. Yaşamın modelini sadece soymakla kalmaz, derisini de yüzer. Bu yüzden iftira etmekle suçlanır.
Ne var ki, tam da ulusal kültürü olumsuzlamaya yönelik aceleci köktenciliğiyle Céline derinden milliyetçi bir konumdadır. Nasıl savaştan önceki Fransız antimilitaristleri çoğunlukla ümitsiz vatansever idiyseler, Céline de iliklerine kadar bir Fransızdır, kendisini Üçüncü Cumhuriyet’in resmi maskelerinden sıyırıp kurtarmış bir Fransız. Célinizm ahlaki ve sanatsal anti-Poincaréizmdir. Céline’in gücü buradadır; sınırlanmışlığı da…
Poincaré kendisini Silvio Pellico’yla karşılaştırırken, bu kendini beğenmişlik ve zevksizlik karışımıyla insanın tüylerini diken diken edebilir. Fakat hükümetin başı olarak bir saraya değil, bir vatansever olarak Santa Margherila ve Spielberg zindanlarına hapsedilmiş olan gerçek Pellico insan doğasının başka ve çok daha yüce, bir tarafını ortaya koymuyor mu? Üstelik bir savaşçıdan çok bir kurban plan bu Katolik İtalyan müridi yerine, Céline, Elysée Sarayının seçkin mahpusuna, başka bir mahkûmu, hayatının kırk yıkıl Fransa’nın hapishanelerinde geçirmiş, çok sonradan gardiyanlarının oğulları ve torunları tarafından Paris’in bulvarlarından birine adı verilecek olan Auguste Blanqui’yi hatırlatabilirdi. İnsanın içinde kendisini aşmasını sağlayacak bir şeyin barındığının bir kanıtı değil midir bu?
Sırf, sahte özgeciliğin akarlarına hizmet eden birçok dolgun maaşlı rahip olduğu için Çelme, aklın büyüklüğüne ve kahramanlık söylemine, büyük proje ve umutlara, insanlığı bir çembere hapsolmuş “Ben”in karanlık gecesinden çıkaran her şeve sırrını döner. Denebilir ki adeta, kendine karşı alabildiğine acımasız davranan ahlakçı aymadaki kendi imgesinden iğrenmiş ve cama vurmuş, bu sırada da ellerim kesmiştir. Böyle bir mücadele zayıflatabilir ama dışarıya, ışığın parıltısına ulaşamaz. Umutsuzluk hep uysallığa götürür. Uzlaşma Akademinin kapılarını açar. Geçmişe bakıldığında, edebi temelleri sarsıp yıkanların ölümsüzlük kubbesi altında yerlerini aldıkları birden fazla örnek görülebilir.
Bu kitabın müziğinde çok anlam yüklü bir uyumsuzluk var. Sadece şimdiyi değil onun yerini alması gerekeni de reddetmekle, sanatçı olanı desteklemektedir. Bu açıdan Celine, ister istemez Poincaré nin tarafındadır. Ama yalanı göstererek daha ahenkli bir gelecek isteğini aşılamaktadır. Belki kendisi insandan genel anlamda hiçbir iyi şey beklenemeyeceğine inanıyor olabilir, ama bizzat karamsarlığının özünde belli bir dozda panzehir de saklıdır.
Céline, olduğu haliyle, Fransız gerçekliğinin ve Fransız romanının ürünüdür. Atalarından utanmasına gerek yoktur. Fransız dehası romanda eşsiz ifadesini bulmuştur. Yine bir hekim olan Rabelais’yle başlayarak dört asır boyunca harika bir epik düzyazı ustaları soyu yetişmiştir: Yaşam sevinciyle dolu şen kahkahadan aşağıya, umutsuzluk ve ümitsizliğe, günün parlak ağarışından gecenin derinliklerine…
Yalana karşı böylesine bir nefret ve hakikate karşı böylesine bir inançsızlıkla Céline ikinci bir kitap yazamayacaktır. Uyumsuzluk kendini çözümlemek zorundadır. Sanatçı ya karanlıkla barış yapacak ya da şafağı algılayacaktır.
Çeviren. ŞAFAK ACAR
Troçki, Türkiye’de başlayıp Fransa’da bitirdiği bu denemeyi, tamamen Fransız siyaset ve edebiyatına yoğunlaştığı dönemde yazmıştır. Denemenin ilk taslağı 10 Mayıs 1933’te tamamlandı ve ertesi yıl, Fransa’da değiştirildi. 1935 Ekiminde Atlantic Monthly de yayımlandı.
Virgül Dergisi – Ekim 2002 Sayı 55 ✪