Godard’ın filmleri sinemanın akışını kesintiye uğratmadı mı? Klasik anlatının sürekliliğini dağıtan o “time-image” anları, Godard’ın pratiğinde bir yöntem değil, varoluş biçimiydi belki de. Kamera bir bedeni ya da bir cümleyi izlerken, aslında düşüncenin bizzat kendisini görünür kıldı.

Ölü müdür Godard? Ölüm, her filmde zaten çoktan kaydedilmiş bir şey değil miydi? Sahneler yarım kalır, karakterler devrilir, bakış başka yöne kayar. “Ölüm” Godard sinemasında bir kapanış değil, başka bir montajın başlangıcı olabilir. Bu yüzden “yaşayan” Godard, sinemadan bağımsız değil, ona dair de değil veya montajın her beklenmedik sıçrayışında hâlâ çalışır, hâlâ bir düşünceyi keser ve yeniden kurar.

Godard’ı hatırlamak, onun filmlerini bir nostalji nesnesi gibi toplamak değil. Onu “yaşatan” şey, bizde düşünce üretmeye devam eden boşluk, fragment, kopuş. İmaj-düşünce nasıl bir kırılmadan doğuyorsa, bugün Godard’ın varlığı da ancak bu kırıklar sayesinde sürüyor.

Ne ölü, ne yaşayan—yalnızca katedilmekte olan bir düşünce hareketi.

Bakılamayanı göstermekse, bir “cut” ile düşünceyi uyandırmaksa.
Sürekli devrilen bir kameraysa: sahneye sarkar, kenara düşer, unutur ve hatırlatır.
Zaman artık bir düz çizgi değil, tanımsız bir kesik.
Godard’ın montajı: aralık, kırık, bir bağlamı yırtıp öbürüne bağlanmak.
Yaşamak, hep başka bir montaja atlamak.
Her imge bir ihtimal, her kesme yeni bir temas.
Sıralı olmayan, kapanmayan, tamamlanmayan bir sinema.
Ölü mü? Belki—Ama her görüntü düşünceye dönüştükçe, Godard hâlâ yeni bir şey başlatıyor.
İster bir bakış, ister bir cümle; her şey hep yeniden kırılıyor.

Bu yüzden Zine’in ortasında bir zine: Ne mezar, ne anıt—sadece hâlâ titreşen bir görüntü. – F!