Benim Godard’ım

Television, The Heartbreakers ve the Voidoids'in punk müzisyeni, romancı ve şair Richard Hell'den aktarıyoruz.
Ekim '22

İlk olarak, ölümüne üzüldüm. Bir ebeveynin ölümü gibi geliyor. 91 yaşında olmasına rağmen her hareketini bilmek ve sevmek için can attığım biriydi. Hala öğrenilecek bir şeyler olan biri.

Yazmaya çalışacağım şey bu: ondan öğrendiğimi hissettiklerim.

Aklıma gelen ilk şey, entelektüel biçimde büyüleyici bir sanat yapmanın mümkün olması. Godard, elbette, film yapımcılarının en cazibelisi, en entelektüel olanı, çalışmaya, analiz etmeye ve kaynaklarına atıfta bulunmaya en yatkın olanıydı. Yani, ilginç sanatın bir özelliği olarak cazibe sözcüğünü kullanmamdan irkiliyor musunuz? Peki ya karizmatik? Bu iki sözcük gerçekte ne anlatırlar? Cazibe, “18. yüzyılın başlarına” ait (aslen İskoçlar için ‘gözbağcılığı, sihir’ anlamında): dilbilgisinin değiştirilmesi. Dilbilgisinin kendisi bu anlamda kullanılmasa da, Latince grammatica (türetildiği) sözcük, Orta Çağ’da genellikle öğrenmeyle ilişkili okült pratikler de dahil olmak üzere ‘araştırma, öğrenme’ anlamına gelir. ( Oxford İngilizce Sözlüğü.) Yani, cazibe ve entelektüellik aslında aynı şeydir ve büyülüdürler. Amerika’da, sanatçı modeli daha çok “kitâbi öğrenime” yüz vermeyen kibirli vahşi bir tiptir – böyle büyüdüm ben de, sanatçı kovboy olmalıdır (Jackson Pollock, Bob Dylan, hatta Andy Warhol.) Düşünmekten gurur duyan büyük bir sanatçıyı görmek özgürleştiriciydi. Karizma zarafettir. İlahi olması dışında hiçbir açıklaması olmayan bir nitelik. Charis (Yunanca: Grace), güzellik tanrıçası Afrodit’e atfedilen isimlerden biriydi. 17. yüzyılda karizmatik, şifa ve öğretme yeteneğine sahip olmak anlamına geliyordu. Şimdiden sıkıldın mı, ey okur? Jean-Luc’u suçlayacaksın bunun için.

Bu da başka bir ders: Sıkıcı olmak sorun değil. Can sıkmaktan korkmayın. Tarantino gibi filmciler korkar can sıkmaktan, asla Godard kadar ilgi çekici olamamasının bir nedeni de bu, ilk yapım şirketinin adını (A Band Apart) Godard’ın filminden (Bande à part) almış olsa da. (Bu, Tarantino’nun filmlerine dayanamıyorum veya ayak sürüyorum demek değil.) Sanatçıların sıkıcı tarafları bazen en karakteristik ve vazgeçilmezler yanlarıdır. (Yitik Zamanın İzinde’nin yedi kitabından biri, 500 dayanılmaz derecede sıkıcı, saplantılı kıskançlık hakkında sayfadan oluşuyor, ancak Proust, Proust’tur ve başka türlü olamaz. Moby-Dick, balina bilimi hakkında acı verici bir şekilde değersiz varsayımlar üzerine sonsuz paragraflar harcıyor. Andy Warhol.) Ama konudan uzaklaşmak bu. Godard sadece denerse ne olacağını görmek için bir filmde bir şey yapmak istiyor. Tam özgürlüğünü kullanırken sıkıcı olabilir, ama biri olmadan diğeri olmaz işte, ve ben de başka hiçbir şeye benzemediği o şekilde istiyorum.

Bu, JLG’nin başarılarından ve derslerinden bir diğeri: zıtlıkların, ikiliklerin ayrılmazlığının ortaya çıkışı. Richard Brody’nin Godard’ın çoğunlukla hayranlık uyandıran biyografisi, yönetmende neredeyse gözle görülemeyecek kadar soluk bir antisemitizm gölgesini – temel olarak baskı altında bazı klişe dillerine geri dönme kapasitesini – vicdani bir biyografi yazarı için hiçbir şeyin göz ardı edilemeyeceği dışında – inandırıcı bir şekilde tanımlar ve buna saygı duyuyorum (biraz ama). Bir bakıma filmin tanımı, izleyicinin zihninde iki görüntünün çatışmasından veya aralarındaki boşluktan kaynaklanan imgedir. Bu büyülü sonuç karşıt veya ayrı gerçekliklerin uzlaşması veya aşılmasıdır. Godard’ın filmlerinin en sevdiğim ve görünüşte en içten olanlarından biri, diyalektik zihniyetinin belki de en dolgun çiçeği; Yahudiler ve İsrail’in Filistin’i baskı altına alma sorunu veya film yapımıyla ilgili olan veya artık ne derseniz, Notre Musique (2004.)

İsrail Filistin’in tam zıddı mı? Birbirlerine çok benziyorlar! Filmin konusu tam olarak bu değil gerçi. Cehennem ile cennet ve özellikle de araf olarak bilinen aralarındaki büyük boşluk hakkında. Filmin üç bölümü var: başlangıçta cehennemden on dakika, sonda cennetten on dakika ve aralarda karmaşık, duygusal, güzel, korkutucu ve zeki araftan 59 dakika. Godard’ın Dante’ye kafasını sallayarak, Ortadoğu’daki durumu veya aynı anda karşıt tutumlar sergileme olasılığını incelemeye çalışmak için yarattığı yapı bu. Saraybosna yıkıntılarına kurulmuş. Katliamlar üzerine katliamlar, kafa karışıklığını kırmak ve soruşturmayı araştırmak, gerçeğe yaklaşmak.

Richard Hell, Taslak, 1977-78

Evet, o filmde pek acıma yok – Godard neredeyse gittiği her yerde ince zekasını ve dalgasını sürdürse de ya da en azından zıtları kucaklamayı sürdürse de. Aslında, Notre Musique‘in açılıştaki cehennem bölümü, ticari western ve savaş filmlerinde işlenen şiddetle karışık belgesel savaş görüntülerinden oluşan amansız montajıyla benim için, hızlı, zarif hareketinde ve sürekli ufalanmasıyla neredeyse yatıştırıcı, sanki tomurcuklanan çiçeklerin zaman aralıklı (time lapse) fotoğraflarıymış gibi ilginç bir etkiye sahipti: baştan çıkarıcı, hatta canlandırıcı, bir tür rüya gibi, stoyacı bir şekilde. Bir film izleyicisinin bakış açısından, insanların birbirlerine karşı hareketli, lirik, sürekli ve sınırsız kısırlığını düşünmek iyi hissettirdi. Ve Godard, bu düşünceleri bir izleyicide görüntülerin nötr bir şekilde yan yana gelmesi yoluyla kışkırttı. Tarif ettiğim bu tepkilerin hiçbirini belirtmedi veya önermedi – sadece imajları gösterdi. İnsanların ne olduğunu, nasıl inşa edildiklerini ve nasıl davrandıklarını değerlendirmenizi sağladı. Film, belirli ikiliklerin (“müziğimiz”, insanlık halinin müziği) karşılıklı bağımlılığı hakkında: ölüm/yaşam, karanlık/ışık, negatif/pozitif, belgesel/kurgu, suçlu/kurban, çekim/ters çekim. Bunlar filmde düşündüğü şeyler ve iki arada bir derede gerçeğin ayrı yüzleri olarak beliriyorlar. Böylesi ifşayı tetikleyecek çok fazla film bulamazsınız.

Ama belki de Godard’dan aldığım en önemli şey, sanatçının yaşamında ve bilincinde neyin çalışmalarında kullanılmaya uygun olduğuna dair anlayışımın genişlemesiydi. Bu, diğer sinemacılar tarafından eşi benzeri olmayan, ancak tarih boyunca en büyük sanatçılarla paylaştığı başka bir yönü – örneğin Cervantes, Sterne, Melville, Woolf. Hepsi çalışmalarında kişisel ve entelektüel düşünceleri ve kendilerinden önceki araçlara uygun olmadığı düşünülen dürtüleri ortaya koydular (eğer bir anlamda araç varsa, her biri kendi aracını yeniden yarattı.) Godard o işte, filmlerin kralı. Filmlerinde olanlarla ilgili tutarlı olan tek şey, olguların onun yaşamından ve düşüncelerinden kaynaklandığı. Bu, kişinin kendi zamanında bir sanatçıdan öğrenmesi gereken harika bir şey: özne hayatı düşünmek ve yansıtmak; ve sahip olduğunuz tek erişim kendi varlığınız ve algılarınız, bu nedenle, hakikatı istiyorsanız hiçbir şeyi dışlamayın. En azından bana öyle hissettirdi. Dile elveda.

Screen Slate’den Futuristika! çevirisi ✪

Önceki

Müziğin etrafında imgeler uçuşur – Chris Marker

Sonraki

Mark E. Smith: Yani kendinize futbol taraftarı mı diyorsunuz?