Kin ve İsyan Yayını

[Shane MacGowan] Dişsiz Peygamber, hafızanın şairi

Shane MacGowan, punk’ı folk’un yankılarıyla birleştirerek dışlanmışların, yıkıntıların ve sokakların sesi haline geldi.

Shane MacGowan’ı salt “sarhoş İrlandalı ozan” klişesinden çıkarıp, punk ethosunu İrlanda göçmen tarihinin kırılganlığıyla çarpıştıran politik bir poetika olarak konumlamalı. Onun müziği, “isyan”ı sadece müziksel bir poz değil, göçmen bedenine yazılmış tarihsel bir yara ve bu yaranın kolektif belleğe tercümesi haline getiriyordu. Onun tavrı, punk’ta sık rastlanan nihilizmden çok hayatta kalma poetikası ve politik bir hafızayı diri tutma meselesiydi.

MacGowan’ın yaşamı, Edward Said’in “yerinden edilme deneyimi”ni hatırlatır: hiçbir yere tam ait olamayan, iki kültürün arasında sıkışmış bir figür. İngiltere’de İrlandalı olmak, Thatcher Britanyası’nda sömürge sonrası kimliğin damgasını taşımaktı. The Troubles döneminde İrlandalı kimliği başlı başına politik bir şüpheye dönüşmüştü. MacGowan’ın şarkılarındaki öfke, yalnızca sınıfsal sefaletin değil, kültürel dışlanmanın da yankısıydı. The Pogues’un “folk-punk” formülü, aslında bu arada kalmışlığın estetiğiydi: hem köklere tutunmak hem de o köklerin sürekli aşağılandığı, kriminalize edildiği bir ortamda başkaldırmak.

MacGowan sahneyi ilk kez The Clash konserinde kanlar içinde karşıladı. O günden itibaren punk’ın hızını, öfkesini aldı ama bire bir kopyalamadı. Onun farkı, Joyce’un bilinç akışı, Brendan Behan’ın sarhoş mizahı ve pub baladlarının lirizmini punk enerjisiyle yoğurmasıydı. Rum, Sodomy & the Lash veya “A Pair of Brown Eyes” gibi örneklerde, işçi sınıfı sefaletinin çıplaklığı, tarihin enkazı ve alaycı bir kahkaha aynı anda duyulur. Bu, punk’ın yok etme çığlığını, hafızayı ayakta tutan bir ağıta dönüştürmek demekti.

MacGowan’ın çürüyen, dağınık bedeni kendi başına bir manifesto gibi okunabilir. Sahnedeki varlığı — dişsiz ağzı, sarhoş yalpalaması, ayakta zor durması — steril kültür normlarına karşı bir anti-estetik koyuyordu. Judith Butler’ın performatiflik düşüncesinden bakıldığında: o, normatif bedensel performansı bozarak başka bir hakikati sahneye sürüyordu. Bu haliyle, sadece müziğiyle değil bedeniyle de sisteme küfreden bir figürdü.

Punk’ın hafızayla kesişmesi

MacGowan’ın en özgün yanı, punk’ı hafıza ile birleştirmesiydi. The Pogues’un folk enstrümanları yalnızca egzotik aksesuar değildi; sürgün edilmiş kimliğin kopmuş parçalarını punk hızına iliştirerek yeniden konuşturuyordu. Walter Benjamin’in “tarih meleği” imgesini hatırlatır bu tavır: geleceğe koşarken, sırtında yıkıntıları taşıyan meleğin melodisi gibiydi Pogues şarkıları. Sarhoş neşeyle ağıt, özgürlük çığlığıyla göçmen hüznü aynı anda çalınabiliyordu.

Pogues konserleri, pub’larda doğan şenlikli cemaat kültürünü yeniden üretiyordu. Öfke, yalnızlık ve dışlanmışlık, toplumsal bir kollektifliğe dönüşüyordu. Georges Bataille’ın “aşırılıkla topluluk kurma” fikri burada birebir sahneye taşınıyordu: MacGowan bedenini dağıtarak bir birlik yaratıyor, kendi yıkıntısıyla başkalarını bir arada tutuyordu.

MacGowan’ın mirası, sadece müzik tarihinde bir “folk-punk öncüsü” olmakla sınırlı değil. O, modern Avrupa karşı kültür yazınının — Rimbaud’nun sefalet estetiği, Burroughs’un kent obsesyonları, Joyce’un parçalı roman dünyası — sahnedeki yankısıydı. Punk’ın nihilistik boşluğunu aşan, göçmen hafızasını, sınıfsal öfkeyi ve kara mizahı bir şiir biçiminde birleştiren bir karşı kültür neferi olarak anılmalı.

Shane MacGowan’ın şarkıları, bir tür kolektif hafıza ritüelidir: hem haykırış, hem ağıt, hem kahkaha. Punk’ı yeniden tanımlayan da tam budur: kuralları yıkmak değil, enkazı sarhoş bir şarkıya çevirerek hayatta kalmak.

Yeraltı punk kuşaklara etkisi

MacGowan’ın punk içinde açtığı hat, yalnızca ana akımda The Libertines gibi gruplara değil, daha çok yeraltıda serpilen kuşaklara yön verdi. 1990’ların sonundan itibaren crust punk, folkcore ve anarcho-punk sahnelerinde The Pogues esintisini görmek mümkündür. Alkolle, sürgünle, sokakla bağlantılı, ironik ve trajik bir lirizmle kurulan şarkılar, MacGowan’ın açtığı patikanın yankısıdır. Alman squat sahnesinden Dopehead’lere, İtalya’daki folk-punk kolektiflerine kadar birçok grup Pogues’tan ilhamla “folk ezgiyi sokak isyanıyla” birleştirdi. Bu, sadece müzikal bir etki değil; yeraltı cemaatlerinin “kendine ait hafızasını yaratma” pratiklerine de nüfuz eden bir politik-şiirsel modeldi.

Walter Benjamin’in tarih anlayışı, MacGowan’ın şarkılarında yankılanır gibi: tarihin enkazı, melodinin içine taşınır. Pogues şarkıları birer “alegori” gibidir; geçmişin acıları (sürgün, yoksulluk, şiddet) şenlikli bir tınıyla eş zamanlı var olur. Benjamin’in tarihin meleği metaforu —yıkıntılara bakarak ileriye fırlatılan— tam da Pogues müziğini tarif eder: punk hızında koşarken sırtında tarih enkazını taşır.

MacGowan’ın pratiği “kültür endüstrisi”nin standartlaşmış formlarına karşı radikal bir sapmadır. Özenle cilalanmış pop ikonografisinin karşısına, çürük bir beden ve dağınık ses koyması, Adorno’nun düşündüğü “negatif estetik”in canlı bir örneği olabilir mi? Baladları, tam da estetiğin hakikate ihanet etmemesi gerektiği fikrini taşır; yani güzelleştirilmiş acı değil, doğrudan ham gerçekliğin çürük bir poetikaya dönüşmesi.

Yeraltı punk kuşağın MacGowan’da bulduğu miras da tam budur: sefalet sadece düşüş değil, aynı zamanda dirençtir. Punk’ın ikinci ve üçüncü dalgalarında, özellikle anarşist zeminlerde, MacGowan’ın lirizmi bir tür “negatif umut” olarak işlev gördü. Kaosun içindeki kahkaha, Benjamin’in söylediği gibi, artık bize güven duygusu vermez; ama umut da zaten enkazdan başka bir yerden çıkmaz. MacGowan’ın şarkıları, tam da bu enkazda ısrar edişiyle, yeraltı punk kuşaklar için bir tür manevi enerji kaynağı oldu. ✪