[Paha biçilemez*] ”Vincent Price…”

İngilizceden çeviren: Damla Karadeniz

Aşağıdaki konuşma, 1980 ve 1986’da gerçekleştirilen yayınlanmamış iki röportajdan alınmıştır. Kariyeri hakkında alışılmadık derecede aklı başında bir bakış açısına sahip ve bizzat hayattan zevk alma pratiği başkaları için de zevke dönüşen Vincent Price’ın hatırladıkları, onun eşsiz hikâyesine ışık tutuyor.[*PRICELESS – A Farewell Interview with Vincent Price by Gregory J.M. Catsos; FilmFax Magazine, December-January 1994, no:42.]

Sinemadan önce tiyatroda da başarılı bir kariyeriniz vardı.

İlk büyük oyunum, Kraliçe Viktoria ve Prens Albert hakkındaki Victoria Regina’ydı (1935). Ben Prens Albert’ı canlandırıyordum. Bu oyunu İngiltere’de oynadım; daha sonra, New York’a geldim ve oyunu Helen Hayes ile birlikte, üç yıl boyunca Broadway’de oynadık. Oyun büyük başarı gösterdi; uzun süre afişte kaldı. Helen Hayes’le karşılıklı oynamaktan dolayı muazzam bir şükran duyuyordum; bana dengiymişim gibi muamele ediyordu lakin gerçekte öyle değildim. İlk sene, Hollywood’a gitmem için teklif edilen bir milyon doları geri çevirmeme vesile oldu; dediğine göre önce zanaatımı öğrenmem gerekiyordu. Haklıydı da. Bana karşı fevkalade iyiydi.

1938 yılında, nihayet film kariyerinde karar kıldınız.

Şöyle ki, gayet başarılı bir oyunda oynadıktan sonra, bunun yeterli gelmediği kanaatine vardım. Başka bir şey yapmam gerekiyordu. İlk olarak, ünlü Mercury Tiyatrosu’nda Orson Welles’e katıldım. Welles’in yönettiği iki oyunda oynadım. Harikulade bir yönetmendi fakat son derece disiplinsizdi. (Gülüşmeler.) Ardından başka bir tiyatro grubuna katıldım.

Daha sonra, Hollywood’a gittim ve ilk filmimde (Service de Luxe, 1938) oynadım. Fakat “film oyunculuğu” hakkında hiçbir fikrim yoktu; bu yüzden de teknik çalışmak üzere Laura Elliot’a gittim. Bu çalışmalar, kamera karşısında abartılı mimiklerden ya da aşırıya kaçan yüz ifadelerinden kaçınmak adına, yüzünü nasıl kontrol edeceğini öğrenmeyi kapsıyordu. Tiyatro kökenli oyuncular yüz ifadelerini biraz abartılı kullanma eğilimi gösterirler. Tiyatrodan Hollywood’a gelen herkes Laura ile çalışırdı.

Sahnede mi yoksa filmlerde mi oynamayı mı tercih ediyordunuz?

Tiyatroyu seviyorum çünkü onu fena halde göz kamaştırıcı buluyorum. Filmleri de seviyorum. Eşit miktarda filmde ve tiyatro eserinde rol aldım; içimden geçen, aynı zamanda hem filmlerde hem de tiyatroda yer almaktı ki bunu yapmak her zaman o kadar kolay değildi. Fakat bir şekilde bunun üstesinden geldim.



Birlikte çalıştığınız kişiler arasından kimi en unutulmaz sahne sanatçısı addedersiniz?

Birlikte çalıştığım en yetenekli oyuncu Laurette Taylor’dır. Kendisi, tiyatrodan ayrılmış fakat New York’ta beraber oynadığımız Outward Bound’da (1938) sahnelere dönüş yapmıştı. Oyunun yönetmeni Otto Preminger’dı. Laurette yıllardır tiyatroda yer almamıştı. Ondan 20 yıl kadar önce kocası ölmüştü, o da o zamandan beri hep alkollü dolaşıyordu. Tarihteki en uzun ayılma oldu bu. (Gülüşmeler.)

Otto, Laurette’e eksikliğini duyduğu güven duygusunu verebiliyordu. Açılış gecesinde seyirci, sahneye çıktığında Laurette’i 10-15 dakika boyunca ayakta alkışladı. Bu, o müstesna anlardan biriydi. Bu inanılmaz yıldızı yeniden hayata döndürmek Otto açısından gerçekten muazzam bir zaferdi. 

Otto Preminger aynı zamanda Laura (1944) ve A Royal Scandal (1945) adlı iki filmde daha yönetmenliğinizi yaptı.

Otto’nun A Royal Scandal’ı yönetmesi esasen planda yoktu. Filmi Ernst Lubitsch (Ninotchka, To Be or Not To Be, Heaven Can Wait) yönetecekti fakat kendisi kalp krizi geçirdi. Bu yüzden, Lubitsch, filmin yapımcısı oldu ve yönetmenliği, pek de espri anlayışı bulunmayan Otto’ya devretti. 

Lubitsch, filmin çekimi sırasında sesli çekim stüdyosundaydı. Ciddi biri olan Otto Preminger’ı, onun komedisini kendi planladığından tamamen farklı bir biçimde çekerken izlemek onu kahretmiş olmalı. (Gülüşmeler.) Bu kimsenin hatası değildi –sadece talihsiz bir durumdu. Fakat A Royal Scandal neticede hiç de kötü bir film olmadı.

Oynadığınız iki Preminger filmi arasından bir favoriniz var mı?

Laura. Ustalıkla yazılmış, yönetilmiş, çekilmiş ve oynanmış bir film. Filmdeki rolümü sevmiştim; harika bir roldü ve Otto da role bir şeyler kattı. Beni daha önce Victoria Regina’da izlemişti ve Güneyli birini oynamaya dönük bir nevi kısmi-temelim olduğunu biliyordu. Bu yüzden rolü aksanlı oynamama müsaade etti.

Laura’nın yönetmeni başlangıçta Rouben Mamoulian’dı, Otto da yapımcıydı. Grupça da –Gene Tierney, Dana Andrews, Clifton Webb, Judith Anderson ve ben– hepimiz arkadaştık. Oldukça mutlu bir gruptuk ve hepimiz, Mamoulian ile başlangıçtaki kameraman Lucien Ballard’ı seviyorduk. Günün birinde, ansızın, birlikte çalışmak konusunda bir tür Nirvana’ya ulaşmışken, hepsine sil baştan başlamamız gerektiğini söyleyen bir telefon aldık. Her şey ıskartaya çıkarılmıştı: çekim görüntüleri, setler ve de kameraman (Ballard’ın yerine Arthur Miller getirilmişti). Hayretler içinde kaldık. Olay örgüsü aynıydı ve Otto hikâyeyi güzelce kavramıştı kavramasına ama, hikâyeye ilişkin enikonu fikrinin olması sayılmazsa, senaryonun tek kelimesini dahi baştan yazdığını sanmıyorum.  

Otto’nun filme eklediği –ve başta hiçbirimizin idrak edemediği– şey, her bir karakterin altında yatan kötülük duygusunu verebilmesiydi. Filmde kimse normal değil. Bunu Mamoulian yapmadı; o çok iyi bir yönetmendi ve tatlı bir insandı fakat bu türden, üst sınıfa mensup beş para etmeyen insanlara ilişkin bir tasavvuru yoktu. Otto, karakterlerimize yüksek sosyeteden insanların sahip oldukları o görgülü dış görünüşün altında yatan bir kötülük duygusu verdi. Bu, işe yaradı da. Filmi izlediğinizde, bu karakterlerin özünde son derece kötü olduklarını fark ediyorsunuz –halbuki yüksek sosyetenin aldatıcı görünüşü yüzünden bunu hiç beklemezsiniz.

Preminger, Mamoulian işten çıkarıldığında oyuncuların kendisine kızarak ona karşı cephe aldığını iddia etmişti. 

Hayır! Hiçbirimiz böyle bir şey yapmadık. Otto ile Mamoulian çekimler yüzünden anlaşmazlık yaşamışlardı. Otto’nun yapımcı olarak ekranda ne görmek istediğini başta tam anlamıyla bildiğinden pek emin değilim. Fakat yapılan ilk çekimleri gördüğünde, sonucun istediği gibi olmadığını anladı. Nihayet sorunun ne olduğunu kavradığı anda, “Tamam, şimdi sil baştan başlamamız gerek” dedi.

Rouben Mamoulian’ın yaptığı her bir sahneyi yeniden çektik. Otto karakterlere eklemelerde bulundu –bana kesinlikle yapacak daha çok şey sundu. 

Otto vinç üzerinde kamera kullandı. Dedektif Dana Andrews’un, Laura’nın öldürülmesine ilişkin hepimize suçlamada bulunduğu önemli bir sahne vardı. Bu, ciddi anlamda dramatik bir andı. Preminger vincin tepesinde ilerlerken, “Şimdi Vincent, dedektif konuşurken elini aşağı indirmeni ve kamera ilerlerken Judith’in de senin elini tutmasını istiyorum” dedi. Benim katil olduğumu sandığından Judith’in bana cesaret vermek için elimi tutması gerekiyordu. Fakat kamera ilerlerken ben elimi aşağı indirmeyi unutup duruyordum. Bunun üzerine Judith birden bana doğru eğilip, “Yahu, şunu erişebileceğim bir yerde tutsana!” dedi. İşte bu işe yaradı. Ona bakmamla ikimiz birden kahkahalara boğulduk; o kadar ki Otto ne zaman çekime başlayacak olsa bizi de tekrar bir gülme alıyordu. (Gülüşmeler.) Otto, biz kendimize yeniden hâkim olmayı başarana dek, bizi bir saatliğine sahneden attı. Konu oyuncuların kahkahaya boğulması olduğunda Otto’nun espri anlayışı yoktu. Yine de onun filme sil baştan başladığını ve baskı altında olduğunu unutmamak gerek. 

Preminger’ın setteki öfke patlamalarından kaynaklanan kötü bir ünü vardı. 

Laura’da öfke patlamaları yoktu. En azından ben öyle bir şeye denk gelmedim. Son derece mutlu bir gruptu o. Keza A Royal Scandal’da da öyle bir şey olmadı.

Otto öldüğünde (1986) üzüldüm. Hollywood’da ondan hoşlanan az sayıdaki insandan biriydim. 



The Ten Commandments (1956) filminde, bir diğer otokrat yönetmen olan Cecil B. DeMille ile çalıştınız.

DeMille harikuladeydi! Benim rolüm çok iyi değildi fakat bir DeMille filminde çalışıyor olmaktan keyif almıştım. 

Ekranda “görselliğe” inanan bir yönetmendi o. Görsellik derken, özel efektleri, kostümleri, setleri kastediyorum; DeMille görsel açıdan fevkalade şeyler yaptı: kamış sepetindeki Musa, Mısırdan Çıkış, Kızıl Deniz’in İkiye Ayrılması. Bir şeyin perdede iyi görüneceğini düşünüyorsa bunun için gereken neyse öderdi: Etkileyici görünen her şey için buna değerdi.

Piramidin tepesine tırmandığım bir sahne vardı. Korkuluğun üzerine çıkıp, devasa cycloroma’yı şöyle bir süzüyor ve Charlton Heston ile Yul Brynner’a şöyle diyordum: “Nah şurada Safiyye şehri bulunuyor!” DeMille yanıma gelip, bana, “Repliğini inanarak okumuyorsun” dedi. Ben de ona, “Çünkü neden bahsettiğime dair en ufak bir fikrim yok” dedim. Ortada reaksiyon verebileceğim bir çekim yoktu; başka yerde çekilmiş olan bir sahne filme sonradan eklenecekti. Bunun üzerine DeMille de “Haklısın! Gösterim odasına gidelim de sana izleteyim” dedi. 

İzletti de. Bu, Krallar Vadisi’ne obelisk taşıyan 13,000 insanın ayna çekimindeki görüntüsüydü; antik Mısır’ın tamamını boyamış ve görüntüyü gerçek bir mekân üzerine bindirmişlerdi. Resmedilmiş en etkileyici sahnelerden biriydi. Onu gördükten sonra repliklerimi okuyuşum değişti. 

Yönetmenlerinizden biriyle münakaşa ettiğiniz hiç oldu mu? 

Hayır. Bir sahnenin iyi gitmediğini düşündüğümde yönetmene nasıl yapmam gerektiğini sorardım. Şayet yönetmenin buna yanıtı yoksa anlardım ki filmin başı belada. Bununla birlikte, çalıştığım yönetmenlerin çoğu ne yaptığını biliyordu.

Söylentilere göre, The Conqueror Worm (nam-ı diğer The Witchfinder General, 1968) filminin çekimleri sırasında yönetmen Michael Reeves ile aranız pek iyi değilmiş. 

Reeves, oyuncuları idare etmesini pek bilmeyen 24 yaşında bir yönetmendi. Daha önce yalnız iki film çekmişti; deneyimli biri değildi. Bizi cidden çok zorluyordu ve onunla çalışmak son derecede güçtü; fakat sonuçta ortaya dahiyane bir film çıktı. Sonradan, benden beklediği şeyin, gösterişsiz bir şekilde ortaya koyulan tehditkâr bir performans olduğunun ayırdına vardım. Her fırsatta ona karşı gelmeme rağmen bunu elde etti de. Fakat herhalde bu benim en iyi film performanslarımdan biriydi.

Korku filmleriniz üzerine tartışmaktan bıktınız mı?

Evet çünkü kariyerimin büyük bölümü bu konu üzerine konuşarak geçti. 40 yılı aşkın süredir bu konudan bahsediyorum ve artık gına geldi. (Gülüşmeler.) Bu filmlerle gayet başarılı bir kariyer edindim ve bu türe ait filmlerimin çoğu birer klasiğe dönüştü. Yalnız sürekli onlar hakkında konuşmaktan sıkıldım. Kariyerim onlardan ibaret değil; 100’den fazla filmim var ve bunların sadece 25 kadarını bu tür filmler oluşturuyor.

Ne var ki hafızalara en çok kazınan performanslarınızdan biri House of Wax (1953) filmindeki çılgın heykeltıraş rolünüz.

O film üç boyutluydu. Stüdyo (Warner Brothers) o film için yönetmen istediğinde, tek gözü olan Andre Toth’u işe aldılar. Kendisi gayet iyi bir yönetmendi fakat üç boyutlu bir film için çok yanlış bir tercihti çünkü gidişatı göremiyordu. Çekilenleri izlediğinde, “Neden herkes bu efekt için bu kadar heyecanlı?” diye sorardı. Bu ona hiçbir anlam ifade etmiyordu –gözleri bağlı olsa ancak bu kadar olurdu. Ama iyi bir film çekti. 

Arada bir gider filmlerimi izlerdim. House of the Wax’in New York’taki Paramount Theater’da gösterildiği sıralarda, sokağın hemen aşağısında bir oyunda oynuyordum. Bu yüzden de film salonuna gider, izleyicilerin arasına otururdum. Bir gün, filmde hayli eğlendiği anlaşılan iki genç kızın arkasına oturmuştum. Film bittikten sonra, onlara doğru eğildim ve “Filmi beğendiniz mi?” dedim. Havalara uçtular! (Gülüşmeler.)

Korku türüne girmeniz ne şekilde oldu?

Sanırım şöyle oldu: Tiyatro kökenli olup Hollywood’a film çekmeye gelenler olarak hepimizi buraya seslerimiz getirdi. Korku filmlerinin olmazsa olmazlarından biri tok sesti. Sonra, izleyicinin sizi anlayabilmesi için güzel konuşmanız gerekir. Tabii en önemli şey de şeytani bir kahkaha. (Şeytani kahkahalar atar.) Tiyatro kökenliler olarak hepimizin aksan eğitimi vardı ve eğitimli İngilizce konuşuyorduk. Hal böyle olunca hepimiz dönem filmlerine sürüldük. 

Oynadığım filmlerin çoğu Edgar Allan Poe ve de Maupassant’a dayanıyordu. Bunlar esasen korku teması barındıran dönem filmleri. Ben kalıcı olduğum için oldukça talihliyim ki kalıcı olmak oyunculuk mesleğinde önemlidir.



William Castle, House on the Haunted Hill (1958) ve The Tingler (1959) filmlerinde yönetmenliğinizi yaptı. Kendisi, filmlerinin tanıtımında kullandığı tüm o şoke edici hileleriyle sevgiyle anılıyor.

William Castle iyi bir yönetmendi, çalışılması keyifli biriydi, harika bir showman’di ve harika bir nüktedandı. House on the Haunted Hill’in belli bir anında seyircilerin başları üzerinde sahte bir iskelet beliriyordu. (Castle bu hileye “Emergo” adını takmıştı.) Film San Francisco’daki bir sinemada vizyona girip de iskelet ortaya çıktığında, izleyiciler, öndeki ilk sekiz sırayı devirdi! 

House on the Haunted Hill muazzam sükse yaptı. William o işte yer almamı istediğinde, menajerim, “Sana ödeme yapmayacak” dedi. Bunun sebebi William’ın elinde kullanabileceği fazla parasının olmamasıydı. Ben de bu yüzden, “Öyleyse yüzde alalım” dedim.  Ve o işten çok para kazandım. 

William, filmi çekmek için hayaletli bir ev bulmakta zorlandı; onu memnun edecek evi bir türlü bulamıyordu. Nihayet, burada, Hollywood’da bulunan en ünlü Frank Lloyd Wright evlerinden birini alıp kendi hayaletli evi haline getirdi. 

Her iki William Castle filmi de siyah beyazdı. William, The Tingler’daki bir sahneye renk ekledi: Judith Evelyn lavabo musluğunu açmak üzere çevirdiğinde, musluktan kırmızı renkte kan akıyordu. Bence bu harikulade bir efektti. William bu türden bir filmi nasıl kuracağını iyi biliyordu. (The Tingler filmi için Castle çok çılgın bir hile buldu: “Percepto” –sinema salonundaki seçili koltukların altına, durumdan bihaber izleyicilere fazladan şok yaşatmak amacıyla yerleştirilen elektrikli titreşim aygıtları.)


The Tingler, William Castle, William Castle Productions, 1959.

The Fly (1958) ve Return of the Fly (1959) filmleri, başrollerinde yer almamanıza karşın en iyi bilinen filmlerinizden ikisi.

The Fly fevkalade bir filmdi. Bence yeniden çevrimi (1986) büyük bir hataydı. Film, sonlara gelene kadar harikaydı ama sonradan fazla ileri gittiler. Fazlasıyla şiddet dolu bir film!

Orijinal filmin güzel tarafı çok sayıda imaya yer verilmiş olmasıydı. Sinek [Fly] hiç de öyle fazlaca görünmüyordu. Filmde, kardeşim (Al Hedison), ters giden bir deney yüzünden sineğe dönüşüyordu. Bir sineğin başıyla bir insanın vücuduna sahipti ve onun başı da bir sinekteydi. Herbert Marshall ile filmin sonunda oynadığımız bir sahne var: İnsan başlı sineğin kapana kısıldığı bir örümcek ağına bakıyoruz. Örümcek ağından gelen ince bir ses, “İmdat! İmdat!” diyor. Bu bizi kırıp geçiriyordu. Ağa baktığımız ya da sesi duyduğumuz her seferinde kıkırdamaya başlıyorduk. (Gülüşmeler.) Bunu çekmek üç günümüzü aldı. 

Roger Corman’ın yedi filminde rol aldınız. Onun hakkındaki görüşleriniz neler?

Roger harikulade bir yönetmendi. Gayet zeki ve çok düzenli biriydi. Harikulade insanları işe alma konusunda dehası vardı ki bu tüm büyük yönetmenlerin sırrıdır. Roger, insanlara, nasıl kısa zamanda az bütçeyle film çekebileceklerini ve bundan para kazanabileceklerini gösterdi!

Roger ile çalışmak kumar oynamaktı. Fakat tüm oyuncuların kariyerinde, her şeyin paradan ibaret olmadığını düşündüğü bir an gelir. İnandığım projelerle kumar oynamak istiyordum ve Edgar Allan Poe’nun eserlerinin perdeye layıkıyla uyarlanmadığı kanaatindeydim. Roger’ın filmleri Poe’nun kısa öykülerinden uyarlanmıştı. Sorun şu ki “Kuyu ve Sarkaç” ya da “Kuzgun” gibi kısa öyküleri uzun metraj filmlere dönüştürmek oldukça zor. Öykülerin filme uygun olmaları için uzatılmaları gerekti.

Roger’ın bizimle yapmaya çalıştığı şey, Poe’nun karakterlerinin psikolojilerini yansıtmak ve film versiyonlarımızı Poe ruhu ile doldurmaktı. Filmlerin bazılarını senaryolaştırmış olan Richard Matheson, Poe’nun özünü iyi yakalamıştı. Ben karakterlerimi, onlara ilişkin daha sarih ipuçları veriyor olduğundan, elimden geldiğince Poe’nun yazdığı haline dayandırmaya çalışırdım. Bunlar korku filmleri değil, Gotik masallardı.


”Ben karakterlerimi, onlara ilişkin daha sarih ipuçları veriyor olduğundan, elimden geldiğince Poe’nun yazdığı haline dayandırmaya çalışırdım. Bunlar korku filmleri değil, Gotik masallardı.”
The Masque of the Red Death, Roger Corman, Alta Vista Productions, 1964.

The Comedy of Terrors (1963), sizi, her ikisi de erken dönem filmlerinizden Tower of London’da (1939) rol almış olan Boris Karloff ve Basil Rathbone ile yeniden bir araya getirdi. 

Onlarla çalışacağımı öğrendiğimde fena halde etkilendim. Tower of London’da, Basil III. Richard’ı oynamıştı, Boris de celladı. Ben Clarence Dükü’ydüm. Boris ve Basil bu işte yeni olduğumu biliyorlardı –daha önce yalnız iki filmde yer almıştım– ve bana takılmanın eğlenceli olacağını düşünmüşlerdi.

İçinde esasen temiz su bulunan devasa bir şarap teknesinde boğulmam gereken bir sahne çekmiştik. O koca teknenin içine ellerine ne geçtiyse atmışlardı: Coca Cola şişeleri, sigara izmaritleri, sette buldukları, suyu kirletebilecek ne varsa. Teknenin taban kısmında, beni tekneye attıklarında dibe dalıp tutunabilmem için bir tırabzan vardı. Aşağıda dolu dolu on saniye geçirmem gerekiyordu. “Ya kapak sıkışırsa?” diye sordum. “Merak etme. Ellerinde baltayla bekleyen adamlarımız var” dediler. Akabinde, iri kıyım birkaç delikanlı bu nemli kabri açmış, beni topuklarımdan çekerek çıkarıyordu. Çaylağın sahneyi bu kadar iyi oynamasından ötürü de ekipten içten bir alkış topladım.

Boris Karloff ile Basil Rathbone nasıl insanlardı?

Boris tam bir profesyoneldi; bayağı sevdiğim biriydi. İşini seven ve ne yaptığını gayet iyi bilen bir adamdı. Set dışında çok eğlenceli biriydi. Boris hakkındaki sıradışı olan bir şey, Frankenstein için duyduğu minnetti. Bütün kariyeri boyunca peşini bırakmamasına rağmen onunla çok iftihar ederdi.  

Basil zeki bir insan ve çok parlak bir oyuncuydu. Hayatının sonlarına doğru, Sherlock Holmes filmlerinde takılıp kalmış olmaktan müteessirdi. Tiyatroda büyük bir Shakespeareyen oyuncuydu ama insanların aklında Sherlock Holmes olarak ya da filmlerdeki kötü adam rolleriyle yer etmişti.

The Comedy of Terrors ve The Raven (1963) filmlerinde Peter Lorre da rol almıştı.

Peter film çekimleri sırasında şakalar yapmayı ve doğaçlamayı çok severdi. Her zaman repliklerini tümüyle bilmezdi ama ne olduklarına dair bir fikri olurdu. Uydurmayı çok severdi; doğaçlama, Almanya’daki eğitiminin bir parçasıydı. Gel gör ki Boris Karloff senaryoya sadık kalmayı ister, doğaçlamadan hazzetmezdi.

The Raven’da hep beraber olduğumuz bir sahnede, “Lenore’u bir daha görebilecek miyim?” diye sorduğumda, Peter, “Ben nerden bileyim? Falcı mıyım ben?” diye yanıtladı. Bu fevkalade bir doğaçlamaydı. Peter çok komik bir adamdı fakat üzerine belli rollerin yapışması yüzünden kariyerinin sonlarında müteessirdi.


Tales of Terror, Roger Corman, Alta Vista Productions, 1962.

Theatre of Blood (1973) filminde eleştirmenlerin –kelimenin gerçek manasıyla– soluğunu kesen bir oyuncuyu canlandırdınız.

Çok eğlenceli bir kara komediydi o. Eleştirmenlerin Seçimi Ödülü’nü alması gerektiğini düşünen yaşlı, Shakespeareyen bir oyuncuyu canlandırıyordum. Ödülü benim yerine başkasına veriyorlardı; ben de sinirlenip, eleştirmenleri tek tek, Shakespeare oyunlarına göre öldürmeye karar veriyordum. Cinayetlerin her birinde komik bir ters köşe vardı. Yedi tane Shakespeare rolü oynama şansına erişmiştim ve etrafım İngiliz tiyatrosunun en iyi oyuncularından bazılarıyla sarılıydı. Aralarında, Robert Morley, Jack Hawkins, Milo O’Shea ve eşim olan Coral Browne gibi isimler vardı.

1970’lerden bu yana neden bu kadar az korku filmi yaptınız?

Bunun ana nedenlerinden biri, bana yollanan senaryoların çoğunun haddinden fazla şiddet içermesi ve gereksiz kanlı sahnelerle dolu olmasıydı. Bu filmleri geri çevirdim. İş olsun diye kanlı sahnelerle doldurulmuş filmlerden nefret ediyorum. Hikâyeler kendi başlarına korkutucu bir atmosfere sahip oldukları sürece onları şiddete bulamanın âlemi yok. Sizi öyle bir şiddete boğuyorlar ki müphemlikten gelen bir gerilime yer kalmıyor. 

Modern filmlerin bazıları teknik açıdan iyi yapılmış olsa da hikâyeye ya da mizaha sahip değil. Komedi ve dehşet birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Biz korku filmi yaptığımızda izleyicinin tam anlamıyla dehşete kapılmasını değil, o şok ile beraber koca bir kahkaha atmasını istiyorduk. İnsanlar korku filmlerini severler; sunduğu kaçıştan hoşlanırlar.

(Fazla korku filmi yapmıyor oluşumun) Bir diğer nedeni de hâlihazırda yaptığım şeyleri tekrar etmektense farklılık taşıyan, potansiyellerimi zorlayan roller oynamayı istemem.

Michael Jackson’ın Thriller (1983) videosunun sonundaki müstehzi kahkaha size mi aitti?

Evet. Biz müzik dehası olan Quincy Jones beni arayıp, “Michael Jackson’la bu şarkıyı yapmak ister misin?” diye sordu. Michael’ı küçüklüğünden beri biliyordum; onun sıradışı bir yetenek olduğunu düşünüyorum. Quincy o kayıttaki rap kısmı yapar mıyım diye sordu. “O ‘rap’ dediğin ne oluyor?” diye sordum. O da “Şarkının ortasında bulunan bir çeşit şiir” dedi. Ben de kayıt stüdyosuna gidip kaydı yaptım.

Sonrasında, bana bu “Thriller” şarkısının kasetini gönderdiler. Bir akşam, evime yemeğe gelen, film stüdyolarından birinin başında bulunan birine onu dinlettim. Kaydı dinledikten sonra şöyle dedi: “Eh Vincent, işte nihayet dibe vurdun! Televizyonda, filmlerde popüler olmak, gidip okullarda ders anlatmak falan neyse de, bir rock videosunda yer almak? Şimdi dibe vurdun!” (Gülüşmeler.) Daha sonra albüm 20 milyon satınca insanlar ağız değiştirdiler. (Gülüşmeler.) O şarkı harikulade bir parçaydı ve benim için yazılmış olan şiiri okumak da oldukça keyifliydi.

The Whales of August (1987) filmi size, yaşını başını almış iki kız kardeşin nazik komşusunu canlandırarak farklı türden bir rol oynama fırsatı sundu.

Sinemanın iki büyük hanımefendisi Lillian Gish ve Bette Davis ile çalışmak harikuladeydi.

Bette Davis ile yıllar öncesinde The Private Lives of Elizabeth and Essex (1939) filminde çalışmıştım. Lillian Gish’in oldum olası hayranıydım; kendisine bir sinema oyuncusu olarak tapıyordum. Yale’de okuduğum dönemde, New York’a gelip onun ilk sahne performansını izlemek için para biriktirmiştim. Sahneyi terk ettiğinde seyirci darmadağın olmuştu. Perdede izlenebilecek en harika performanslardan biri onun The Whales of August’taki performansıdır. 

Film, Maine sahili açıklarında ufak bir adada yaşayan iki kız kardeş hakkındaki güzel bir hikâye. Ben, genç bir beyken annesi tarafından kendisine bir avuç mücevher verilen eğlenceli yaşlı bir beyefendiyi, bir Belarusluyu oynuyorum. Bu mücevherler ona kalan miras ve onları son kuruşuna kadar harcamış durumda. Oradan oraya taşınarak kendisine maddi destek sağlayacak insanlar bulan harika bir hikâye anlatıcısı. Bu şekilde var oluyor.

Film göklere çıkarıldı ve envai çeşit ödüle aday gösterildi fakat finansal açıdan başarılı olamadı. Bana kalırsa bir Amerikan filminden ziyade Avrupa filmiydi.  

Kendi filmlerinizi izlemekten keyif alıyor musunuz?

Pek değil. Kendini izlemekten hoşlanan fazla oyuncu olduğunu sanmıyorum. Görebildiğiniz tek şey kendiniz oluyorsunuz –bu eğlenceli değil.

Doğru ya da yanlış yaptığınız şeyleri fark edebilirsiniz.

Ekseri yanlış olanları! (Gülüşmeler.) Ben daha ziyade başkalarını izlemeyi tercih ederim. İzlemekten hoşlandığım tek filmim The Invisible Man Returns (1940) çünkü orada sadece sesim vardı. Yüzümü izlememe gerek yoktu. Bir de sadece sesimi duyduğunuz Abbott and Costello Meet Frankenstein (1948) filminin sonu var: “Size kendimi tanıtayım. Ben, Görünmez Adam.” (Gülüşmeler.)

Kötü karakteri oynamaktan keyif alıyor musunuz?

Evet! Kötü karakterin drama tarihinde bariz bir rolü var. Kötü karakterler, kaynağını müphemlikten alan gerilimi ve iyiyle kötü arasındaki çatışmayı ortaya çıkarır ki drama bunun üzerine kuruludur. Bu gerilim olmadan drama olmaz. Kötü karakter, bir oyuncunun canlandırabileceği en zorlu rollerden biridir. Keza oynaması en eğlenceli roldür.

Yıllardır insanları korkutuyorsunuz. Vincent Price’ı ne korkutur?

Hiçbir şey! (Gülüşmeler.) Fakat bir keresinde, Barbara Walters’ın benimle söyleşi yapması fikrinin beni korkuttuğuna dair bir şaka yapmıştım. Daha sonra, Joan Rivers’ın sunucusu olduğu The Tonight Show’un konuğu oldum. Barbara Walters da programın konuğuydu. Joan dediğim o şeyi ona söyleyince durumu kurtarmam gerekti. Ben de Joan’a şöyle dedim: “Artık Barbara Walters ile tanıştığımdan kendisi beni hiç de korkutmuyor.” (Gülüşmeler.) ✪


The Last Man On Earth, Ubaldo Ragona, API-MGM, 1964.

halftoned 1635713271
Önceki

Güneş aşağıdan doğunca

Gayl Jones
Sonraki

[Gayl Jones] II. Ezilenlerin dili ve hayal gücünün olanakları