1638 yılında, İngiliz şair John Milton, İtalya’ya seyahat etmiş ve ünlü gökbilimci Galileo Galilei ile buluşmuştur. Galilei o dönemde artık kör olmuş, yaşlı bir bilimadamıdır ve engizisyon kararı ile ev hapsindedir. John Milton ise, kendi körlüğüyle savaşan, birkaç yıl sonra yayınlanacak olan muhteşem çalışması “Paradise Lost”u yazacak olan, kendi iblisleriyle mücadele içindeki, Yunanca, Latince ve İtalyanca yazmayı sürdüren 30 yaşında bir şairdi. Birkaç yıl sonra, tarihin ilk sansüre karşı metni olan Areopagitica’yı yayınlayacak ve ifade özgürlüğünü daha 17. yüzyılda, modern zamanlarla karşılaştırıldığında bile daha ateşli biçimde savunacaktı.
Milton, siyasi ve dini püritan diktatörlük altında baskı rejiminin yaşandığı İngiltere’de, oldukça sıra dışı sayılabilecek bir karar olan boşanma hakkını da savundu.
John Milton’ın Galileo Galilei’yi ziyaretinin epik destan Paradise Lost’taki karşılığı, şeytanın kalkanının Galilei’nin teleskopundan görünen aya benzediği dize olacaktı. Şairin ünlü bilimadamını ziyaretinden sadece bir dize kazanmadı dünya. Milton, sansür karşıtı eserinde de, eğer ifade özgürlüğüne yasak getirilirse, İngiltere’nin de engizisyon yasaları altında harap olacağını, tüm cesaretiyle anlattı.
Milton aynı dönemde, siyasi ve dini püritan diktatörlük altında baskı rejiminin yaşandığı İngiltere’de, oldukça sıra dışı sayılabilecek bir karar olan boşanma hakkını da savundu. Tabii bunda, Milton’ın üç kere evlenmiş olmasının da etkisi görülmelidir. Milton, bir gün, kimseye haber vermeden kırlara doğru yola çıktı. Geri döndüğünde, yanında 17 yaşında bir kız vardı. Adı Mary Powell idi. Krala bağlı bir aileden gelen 17 yaşındaki Mary, bu gizemli yolculuktan sonra 33 yaşındaki Milton’ın karısı oldu. Söylenenlere göre, Mary’nin ailesinin Milton’a borcu vardı. İlk evliliğinde mutsuz oldu Milton. Karısı sadece bir ay sonra ailesinin yanına döndü ve orada kaldı. Milton, boşanma hakkını savunduğu kitaplarından ilkini “Doctrine and Discipline of Divorce”‘u yayınladı. Halk arasında ona “Boşanmacı Milton” diyorlardı. Karısı üç yıl sonra Milton’a geri döndü, barışmış görünüyorlardı.
John Milton, İngiltere kralının idam edilmesi ve sonrasında kurulan Cromwell tarafından kurulan Commonwealth hükümetinde çalıştı. Cromwell’e çok inanmıştı, ona hep destek oldu. Hatta Cromwell’in parlamentoyu feshetmesinin ardından ve hatta Oliver Cromwell’in ölümünün ardından oğlu Richard’a da desteğini sürdürdü. Sonrasında İngiliz ordusu Richard’dan iktidarı geri aldı ve monarşiye döndü. Milton, monarşi yerine hataları olsa da cumhuriyeti savunmuştu.
John Milton, baş yapıtı Paradise Lost’un merkezine Adem, Havva, Şeytan ve Tanrı’yı yerleştirmiştir. Şeytanın Adem ve Havva’yı baştan çıkarıp cennetten kovulmalarına neden olmasını anlatırken, Milton’ın şeytanı, tanrısından çok daha çekici görünür. Bu yapıt, aslında kiliseye ve dini yaşam tarzına karşı da bir isyandır. Milton, Paradise Lost’u yazarken, uluslararası hukuk kavramını ilk kez kullanan Hollandalı hukukçu, şair ve felsefeci Hugo Grotius ile Paris’te tanışmasından ve Grotius’un yapıtı Adamus Exul/Adem’in Sürgünü’nden oldukça etkilenmiştir diyebiliriz. Gotius, dönemin en büyük sömürge ülkelerinden biri olan Hollanda’ya ve burjuvaziye bağlı bir düşünür/avukat olarak, uluslararası suların, denizlerin, şirketlerin ve ülkelerin birlikte çalışabileceğini savunuyordu, henüz 17.yy’ın başlarında. Bu yönüyle bugünkü ticari birliklerin, hatta Avrupa Birliği’nin bile öncüsü olduğu söylenebilir.
Ancak Paradise Lost, gizemlerle dolu bir yapıttır. Herkes kendi aynasından görebilir bu epik destan şiiri. Mesela Milton bile, karışık duygularla yazmıştır bu eseri. Karısı Mary, çocuğunu doğururken ölmüştür, oğlu da ertesi ay hayatını kaybetmiştir. Daha sonra ikinci karısı da hayatını kaybetmiş ve kızı da annesinin ardından ölmüştür. Tüm bunlar olurken, Milton tamamen kör olmuştur.
Paradise Lost bu yanıyla, Milton’ın politik ve sosyal umutlarının tükendiği, insana ve tanrıya karşı inancının neredeyse hiç kalmadığı bir dönemde yazılmıştır. Bu dev eserin tamamını kağıda dökmesi, Londra’da 75.000 insanı öldüren veba salgını gibi nedenlerle gecikmiştir. Milton, Paradise Lost’un bazı bölümlerini yazarken, 20. yy’da gerçeküstücülerin savunacağı “otomatik yazım” tekniğini kullanmıştır. Musa ve Davut ile paylaştığı bir esin perisi olduğuna ve bu perinin rüyalarına girip ona bu eseri yazdırdığına inanıyordu.
Milton’ın şeytanın yanında olduğu düşüncelerine, Adem ve Havva arasındaki ilişkide maço bir tavrı olduğu iddialarının dışında, eserin ruh haline kendinizi verdiğinizde, dünyada yanlış giden bir şeyler olduğunu anlatmaya çalıştığını özümseyebilir okuyucu. Elmayı yiyip cennetten kovulan Adem ve Havva ve onların çocukları olan bizler, aslında Tanrı’nın bir cezalandırma yönteminin içindeydik ve her şeyi hak ediyorduk. Şeytan ise, sistemi yıkmaya çalışan bir “terörist” idi.
Milton 1674 yılında öldü. 1700’lerin sonunda mezarı kilisenin isteğiyle taşınırken, dişleri hediyelik eşya yapılmak üzere çalındı, omuzlarına kadar düşen saçları alındı. Adem, bir kere daha cezalandırılmıştı.
Milton’un Galilei’nin teleskopundan görülen ayın, şeytanın kalkanına benzetildiği ve Milton’ın Galilei’yi engizisyona karşı desteklediği tanışma anlarına dönersek, Milton sansürün vereceği hasarı ve düşünce özgürlüğünün önemini yerinde görmüştür.
Darısı 21. yy insanının başına… ✪