Old Woman, Blind Man & Hare Krishnas by Paul McDonough, 1972

Üç hikaye [Kör, Nereye, Süvari]

Azal Yahya, durgunluktan beslenen Johannes de Silentio'ya selamla, üç karakteri anlatan iç öyküyle geldi. Ankara'da bir kör, bir şöför ve gözleri kapanan, aklı buğulanan bir süvari...
Aralık '11

KÖR

Her gece yatağına yattığı zaman, her sabah uyanıp hafif soluna attığı örtüyü üzerine çeker ve her gece artık alıştığı ve tanıdık gelen bu karanlık içerisinde uyumayı beklerdi. Her gece, gözleri kapanır mı, çok merak ederdi.

I.
Onun için sabahlar sadece saatinin alarmından ibaret olan ve iki karanlık arasında yer değiştirdiği bir kendine gelişten ibaretti. Her sabah, uyandığı zaman gerçekten gözlerini açıp açmadığını çok merak ederdi. Saati hep aynı yerdeydi. Her sabah, aynı dakikada çalar, her sabah onu aynı dakikada uyandırır ve her sabah aynı düğmesine basmasıyla kapanırdı. Her sabah sırtüstü uyanır, sağına dönerek doğrulur ve her akşam aynı yerde çıkardığı terliklerini her sabah doğrulduğu aynı yerden giyerek ayağa kalkardı. Her sabah lavabosu on adım uzaklıktaydı. Sola doğru üç adım yatağın köşesine geliyordu. Oradan tekrar sola doğru beş adım attığı zaman lavabonun hizasındaydı. Sonra sağa doğru iki adım ve lavabonun kapısını hissedebiliyordu. Lavabonun kapısından iki adım hafif sola doğru atarsa tuvalete ulaşmış oluyor, yok iki adım hafif sağa atarsa lavaboya varıyordu. Lavabodan bir adım sonra ise duş geliyordu. Duşun kapısından üç adım düz gidince havlusunun asılı olduğu yeri buluyor ve geldiği yolu takip ederek tekrar odasına dönüyordu. Yatağının sol tarafının hemen bir adım ötesinde gardırobu vardı. Her sabah askıdan bir pantolon, ilk çekmeceden gömlek, ikinci çekmeceden de iç çamaşırlarını ve çoraplarını alırdı. Tabiî ki bütün pantolon gömlek ve çoraplarının desenleri aynıydı, her sabah. Portmantosunun en sol askısından montunu, hemen altından ayakkabılarını alır, her sabah, kapısını biraz uğraşarak kapatır ve sırtını kapıya verirdi. İşte bu noktadan sonra ki sola iki, sağa yirmi dört ve sağa bir adım atar, beş kat aşağı iner ve beş adım yürüyüp apartmanın kapısının önüne kendisini atar. Her sabah, kendisini bu karanlık yalnızlığından kurtaran, ses, koku ve tat karmaşası ile kendisini adeta bir annenin bebeğini sardığı gibi saran bu şehri büyük bir sevgi ile kucaklardı.

Onun için geceler, kendi yalnızlığının karanlığında kendisi ile baş başa kaldığı ölü dakikalar ve saatlerden ibaretti. Her gece apartmanın kapısından merdivenler beş adım. Sonra her gece beş kat yukarı ve en son basamaktan sola her gece bir adım, düz yirmi dört adım ve sola iki adım daha. Her gece evinin kapısı hemen sağında kalıyordu. Her gece anahtarını pantolonunun sol cebinden çıkarıyor ve her gece kapıyı biraz kendine çekerek açabiliyordu. Her gece portmantosu kapıdan bir adım uzaklıktaydı ve her gece montunu portmantonun en soldaki askısına asıyor, ayakkabılarını montunun tam altına koyuyordu. Ne portmantosunun, ne ayakkabılarının, ne montunun, ne de evindeki duvarların renklerini biliyordu. Her gece bunu merak ederdi. Portmantosunun önünden, sağa doğru on iki adım ileri ve sola doğru iki adım sonra lavabonun kapısına geliyordu, her gece. Her gece o gün giydiği giysilerini çamaşır sepetine atıyordu. Sepet, her gece, lavabonun kapısından hafif sola iki adım olan tuvaletin tam bir adım sağındaydı. Her hafta Perşembe, bir hanımefendi gelip evini toparlıyor ve çamaşırlarını yıkıyordu. Her gece, ama her gece bir hanımefendinin hizmetlerini kiralayabilecek durumu olmayanların karşılaşabileceği zorlukları düşünürdü. Her gece yatağına yattığı zaman, her sabah uyanıp hafif soluna attığı örtüyü üzerine çeker ve her gece artık alıştığı ve tanıdık gelen bu karanlık içerisinde uyumayı beklerdi. Her gece, gözleri kapanır mı, çok merak ederdi.

II.
Bir sabah, yine apartman kapısından kendini dışarı attı. Beş adım sonra bir basamak ve hemen bir basamak daha. İşte, beyaz olduğunu bildiği sopasını o zaman çıkardı ve sağa doğru dört adım attıktan sonra elektrik direğindeki taksi çağırma düğmesine basarak bir taksi çağırdı ve beklemeye başladı. Esat’taki evinin dışında taksiyi beklerken uzaktan bir seyyar simitçinin bağırışlarını duyabiliyordu. Bağırışlar yaklaştıkça taze simitlerin kokusu da yavaşça içine işlemeye başladı.

— Delikanlı, kaça simit?
— Dört yüz bin abi
— Ver bakalım bir tane

Sağ cebindeki kâğıt ve bozuk para tomarından bir tane elli kuruşluk seçti ve çocuğa uzattı.

— Al gülüm ver gülüm
— Buyur abi
— Üstü kalsın, hadi iyi işler delikanlı

Tahmin ettiği gibi simit çıtır çıtırdı. Elini üzerinde gezdirirken sıcaklığını, tazeliğini ve susamlarını tane tane hissedebiliyordu. Simidi ikiye bölerken arasından çıkan dumanı görememişti ama hissetmişti dersek abartmış sayılmayız. İşte bu sıcaklık ve tazelik hissi, simidin o kokusu ile karışıp bir de taze taze dilde ve damakta hissedilince, bir insanın alabileceği en büyük hazlardan birini oluşturuyordu ona göre. Bu düşüncelerinin içerisinde iken taksi gelmişti. Her zamanki mekânına gitmek istiyordu, Sakarya. Ona göre Ankara’nın en canlı, en hayat dolu ve en samimi yeri idi. Aynı anda bütün hislerine bu kadar büyük bir coşku içerisinde hitap edebilen başka bir yere henüz rastlayamamıştı. Bir tarafında yürürken balıkçıları duyuyor, onların kokusunu alabiliyordu. İsterse çiçekçilerin yanından geçiyor, onların bağrışmalarına ve yüzlerce çiçeğin bir aradaki o büyüleyici kokusuna kendisini kaptırıyordu. Milli Piyango bileti satanlar, simitçiler, kitapçılar, barlar, lokantalar ve hepsinden önemlisi, şehrin bu merkezindeki ritim ile bütünleşmiş ve kimi sağa sola koşuşturan, kimi bir türkü tutturmuş olan, kimi sarhoş, kimi bilgiç insanlardı. Her gelişinde farklı bir bara veya lokantaya oturur, söylediği içki eşliğinde işte her dakika yeni bir hal alan bu ritmi dinlemeye ve hissetmeye çalışırdı.

Balıkçıların hemen yanındaki bir banka oturdu. Beyaz sopası ellerinin arasında düşüncelere daldı. Şehri dinledi, insanları dinledi, koşuşturmaları, tartışmaları, iltifatları, yani hayatları dinledi durdu. Uzun bir süredir orada oturuyordu ki, birdenbire biri geldi ve yanına ve oldukça yakınına oturuverdi. Bu tanımadığı beyefendi koluna girmiş ve hayatının geri kalanı boyunca her sabah katlığında ve her akşam yattığında düşüneceği şu sözü söyleyip ortadan kaybolmuştu:

“Bu yalnız ve karanlık dünyada, aslında ben senden çok daha körüm”

22 Haziran 2007, Ankara

NEREYE

— Nereye abi?
— Güvenpark’a
— Tamamdır abi.

Neredeyse on dakikadır taksiyi bekliyordum, hem de bu soğukta. Dikmen’in yokuşlarını tırmanmak böyle bir kış gününde zordur. Özellikle Tofaş marka taksiler için. Bu yüzden “neden geç kaldın, on dakika önce gelecektin, ağaç oldum” gibi tartışmalara girmemeye karar verdim. Kar çok güzel, çok sakin yağıyordu. Böyle havalarda Dikmen’deki evimin penceresinin önüne kurulup, varsa elimde sıcak bir içecek ile, yağan lapa lapa kar tanelerinin çok kısa bir süre içerisinde bütün şehri beyaza boyamasını büyük bir keyifle izlerim. Hep odun, kömür bulamayanlar gelir aklıma.

— İşler nasıl
— Kesat abi ya
— Soğuk hava yaramıyor mu size?
— Abi insanlar evlerinde oturuyor. Ne biliyim, eskiden insanlar daha mı çok gezerdi ne? Çıkmıyorlar evlerinden abi. Ha, çıkanlar oluyor, bak onlar kullanıyor. Bir de biz durak taksisi olduğumuz için sürekli müşterilerimiz var tabi. Ama insanlar evlerinde oturuyorlar abi. Çok az insan çıkıyor ama hakkını vermek lazım, onlarla iş yapıyoruz.
— Demek öyle.
— Öyle abi. Çok sıcak havalar da işimize çok yaramıyor. Millet gidiyor tatile, her yer bomboş kalıyor. Bir de çok sıcak olunca insanlar evlerinde oturuyorlar abi. Tabi sürekli müşterilerimiz var, o ayrı. Ne yazlar, ne kışlar abi. Ortalık şöyle kalabalık, cıvıl cıvıl olacak ki bize iş çıksın. Mesela Atatürk Bulvarında çok iş var ama ortalık öyle insan kaynayacak, kalabalık olacak abi. Böyle seyrek olunca olmuyor.

Bu konuşmalar sırasında Öveçler dördüncü caddeden Çetin Emeç bulvarına doğru iniyorduk. Her inişimde olduğu gibi yine mimari dikkatimi çekti. Herhangi bir estetik anlayış ile pek bütünleşmeyen ve genel olarak apartmanların yan yana öfkeli bir şekilde dizilmesinden meydana gelen Dikmen, Ankara mimarisinin güzel bir özetini teşkil eder. Tabi, bir başkent olarak kurulmuş ve “memur kenti” olması dışında başka bir anlam yüklenmemiş olan bu şehirden belirli bir mimari estetik beklemek ne kadar doğru, tartışılır. Hatta böyle bir beklenti içerisinde bulunmak Ankara’ya haksızlıktır diyebilirim.

— Hem kar, kış, kıyamet hem de tam iş çıkış saati. Şu trafiğin haline bak. Ben anlamıyorum zaten abi, ne var bu kadar çok araba alacak, ben anlamıyorum. Baksana, yer gök araba, yer gök araba! Kim bilir İstanbul nasıldır, orası nasıl kalabalıktır şimdi.
— Öyle ya.
— Öyle abi. Milletin parası yok, işsiz, mişsiz diyorlar ya, ben inanmıyorum. Baksana abi, herkesin altında son model arabalar, acımadan yakıyorlar benzini, mazotu.
— Senin durumun nasıl?
— Nasıl olsun abi. Geçiniyoruz işte. Herhalde sekiz yıl oldu. Dur bakayım, doksan sekizde, sonra doksan dokuz. Tabi ya, sekiz yıldır buralarda direksiyon sallıyorum ama. İşte iki tane kızım var, büyüyorlar abi. Biri lisede biri ilkokula başlayacak.
— Araba senin mi bari?
— Yok abi, nerede? Durağın arabası. İşte günde yüz lira, iki yüz lira, elli lira yakıt parası düş, kazanırsak iyi.
— Yakıt senden yani?
— Öyle abi. N’apalım, öyle. Kira var, kızların okulu var, büyük kız dershaneye başlayacak, bir de boğazımız var. N’apalım, gecekonduya mı taşınalım abi? Kızlarımı oralarda mı yaşatayım abi? Kira var, kızların okulu var. Bankadan kredi aldım abi, zar zor. O şerefsizlerde insanı, affedersin, köpek ediyorlar abi. Bankadan kredi aldım zar zor, borçtan yiyorum abi. Para gelse, para gelse diyorum da, nereden gelecek ki abi?

— Hanımın çalışmıyor mu?
— Yok abi, nerede çalışacak, ne yapacak. Çalıştırmam abi. Çocuklara bakıyor, evine bakıyor, neye çalışacak. Hem ben çalıştırmam abi onu, o kızı kaçırdım ben. Vermiyorlardı, kaçırdım ben.
— Hayata bak kardeşim.
— Öyle abi, bastım evlerini de herkes bakakaldı. Buralı değilim abi aslen.
— Nerelisin ya?
— Boş ver abi o kısmını. Kızı kaçırdım ya, ona bak. O gece yola düştük de geldik. Peşime takmışlardır jandarma, ama bulamazlar öyle. Nerede öyle beni bulmak abi. Ya da peşime jandarma takmadılar, bilmiyorum. Biliyorlardı, kızın da bende gönlü vardı. İzin verilmez mi abi? Jandarmayı takmışlardır peşime kesin, ama bulamamışlardır beni. Öyle kolay mı, bir kaçmışım ki.
— Niye Ankara’ya geldin peki? Kaçanlar İstanbul’a gitmez mi ya?
— Yok abi ya, İstanbul çok büyük abi. Ben bu kızı çok seviyorum ya abi, deli oluyorum. Elime bir para geçsin, neler yaparım sonra. Şu bankaya öderim paracıklarını, dur bak elime para geçsin, sen o zaman gör bak taksi maksi kalıyor mu? Durak açarım be, durak! Hem karıma hem kızlara neler alacağım abi, bak bir elime para geçsin de. Çok hayallerim var abi.
— Ne mesela?
— Çok abi
— Çok?
— Çok abi, çok. Elime bir para geçsin de bak o zaman. Durak açarım be abi, kral olurum anlayacağın. Bak o zaman ne yemekler alırım, ne kıyafetler alırım, elime bir para geçsin. Bak o zaman kızları nerelerde okutuyorum abi, nerelere taşınırım. Bankanın borcunu da öderim. Şerefsizler ya! Ama bir para geçsin elime, o zaman bak, o zaman gör abi. Tatile çıkarım be abi. Hele bir para geçsin de elime bak o zaman.

16 Haziran 2007

SÜVARİ

Öyle bir düştüm ki atımdan görmeliydin. Önce ellerim ata tutunamaz oldu, sonra bacaklarım. Sonra ileri geri sendelerken at altımdan geçti de gitti, uçtu da gitti.

Öyle bir düştüm ki atımdan, görmeliydin. Dörtnala giderken kılıcım ileride, hissederken rüzgârı ellerimde, bir kurşun sol omzumun biraz içerisinden isabet etti. Önce biraz sendeledim, sonra inceden inceye, insanın adeta içine işleyen, o en hain ve karanlık bakışların ardındaki gülümsemeler gibi bir acı. Vurulduğunu anlayınca insan önce bir panikliyor. Sonra, savaşmak, daha sert savaşmak, dağları, tepeleri kaldırıp düşmanın tepesine devirebilmek, ırmakları taşıyıp onları boğabilmek hissi ile gözü bir kararıyor insanın. Kalbimin hiç böylesine delice, düşmana dörtnala uçan binlerce süvarilerin uğultusunu andırırcasına böyle çılgınca atmamıştı. Seni ilk gördüğümde bile böylesine doludizgin, böylesine göğüs kafesimi parçalarcasına atmamıştı kalbim. Hal böyle ya, bu sefer daha da hırslanıyor insan, var gücü ile atılıyor ileri. Zaten savaştasın, zaten heyecanlısın, bu sefer gözün düşman dışında bir şey görmez oluyor. Gözümün önünde sadece ileriye uzattığım kılıcın ucu ve düşman, adeta körüm dünyadaki başka herhangi bir şeye. Sana âşıkken bile, gözüm senden başka hiçbir şeyi görmüyorken bile bu kadar değildi. Derken bir kurşun daha yedim tam karnıma. Kendi kendime dayan aslanım derken üçüncü kurşun geldi, göğsümün orta yerinden girdi, sırtımın orta yerinden çıktı. İşte beni yıldıran da bu sonuncusu oldu. İşte bu son kurşunu yiyince gözlerim fal taşı gibi açıldı ve bir anlığına her taraf bembeyaz oldu sanki.

Öyle bir düştüm ki atımdan, görmeliydin. Kılıcımı düşmana adeta İngiliz Armadası ihtişamı ile uzatan sağ kolum pes etti önce. Kılıcım parmaklarımdan teker teker sıyrılarak yere düşüverdi. Çok iyi hatırlıyorum, sana aldığım gül de böyle düşüvermişti yere. Usulca, sessizce ve sakince, teker teker kurtulmuştu parmaklarımdan ve benim şaşkın bakışlarım arasında ki o zaman da gözlerim böyle fal taşı gibi açılmıştı, aynı kılıcım gibi baş aşağı yere düşmüştü. Sonra bacaklarım güçsüzleşti, ata tutunamaz oldular. Atımın her hareketi ile biraz daha dengem bozuldu, biraz daha yaklaştım yere düşmeye. Çok iyi hatırlıyorum, o gün de güçsüzleşmişti böyle bacaklarım. Adeta nöbet geçiren biri gibi titremişti dizlerim. Kendimde yere basacak, ayakta duracak gücü görememiştim de yavaş yavaş çökmüştüm olduğum yere. Gözlerim fal taşı gibi açıktı.

Öyle bir düştüm ki atımdan görmeliydin. Önce ellerim ata tutunamaz oldu, sonra bacaklarım. Sonra ileri geri sendelerken at altımdan geçti de gitti, uçtu da gitti. Düzgün düşmek istedim ya, bir bacağımı eğer üzerinden aşırayım dedim ya, o sırada at altımdan uçtu da gitti. Sağ ayağım da üzengiye takıldı kaldı. Ben de bunu yere düştüğümde fark ettim. Sonra bilmiyorum ne kadar zaman, bilmiyorum kaç metre sürüklendim yerde at koştukça dörtnala düşmanın içine. Çok iyi hatırlıyorum, o günden sonra da böyle olmuştu. Zaman koştukça dörtnala, ben arkasında bilmiyorum kaç hafta sürüklenmiştim. Ne ayağımı üzengiden kurtaracak takat, ne yaşamak için en ufak bir istek kaldı içimde. Bir taraftan toprak, bir taraftan taşlar ve yer yer dikenli tel ve yer yer şarapneller atın arkasında sürüklenmekte olan vücudumu yavaşça parçalarken, sen, sen, sen…

İşte büyük taarruz sabahı kolordular tarih yazarken vurulup atından düşen bir süvari… Savaşın o uğultusu, bir taraftan toplar, bir taraftan binlerce dörtnala uçan atlılar, bir taraftan ölüm saçan makineli tüfekler fakat bir tarafta paramparça olan bir beden. Çoktan parçalanmış bir kalp hayata gözlerini kaparken, renkler silinip sesler azalırken, işte o kalp son nefesini verirken kendisini öldüren kurşunları değil, kendisini aldatan sevgilisini düşünüyordu.

29 Mayıs 2007 ✪