Kan parası

Zeminin beyaz mermerleri arasında kırmızı damarlar vardı. Bıyıklı, kara yağız, serkeş eli bıçaklıların bol küfürlü, bol köpüklü kavgalarının ardından saçılıp kuruyan kan lekelerinin ardından kalanlar mıydı bu damarlar? Zemini mermer, duvarları taştan, tavanından kireç kepekleri dökülen her mekân gibi, ölüm soğukluğu, irkilten, uyuşturan bir korku, bunalım ve sıkıntıyla taşkındı bu koridor. İnsanın morali bozuluyordu, bozulmuş morallerde havayı; adı üstüne adliye koridoru! Koca yakalı cübbeleriyle asık yüzlü ve kibirli avukatlar, hâkimler… Neden giyerlerdi bu garip cübbeleri, kim giymelerini emrederdi, giymeden gelselerdi ne olurdu ki? Ya mübaşirler? Eskiden köylülerin o, korkaklığın ardına gizlenmiş yalınkılıç bir uyanıklığa, tilki bakışlarına, aç ayı telaşını emerek
Kasım '08
Görsel: Daavid Mörtl
Görsel: Daavid Mörtl

Zeminin beyaz mermerleri arasında kırmızı damarlar vardı. Bıyıklı, kara yağız, serkeş eli bıçaklıların bol küfürlü, bol köpüklü kavgalarının ardından saçılıp kuruyan kan lekelerinin ardından kalanlar mıydı bu damarlar? Zemini mermer, duvarları taştan, tavanından kireç kepekleri dökülen her mekân gibi, ölüm soğukluğu, irkilten, uyuşturan bir korku, bunalım ve sıkıntıyla taşkındı bu koridor. İnsanın morali bozuluyordu, bozulmuş morallerde havayı; adı üstüne adliye koridoru! Koca yakalı cübbeleriyle asık yüzlü ve kibirli avukatlar, hâkimler… Neden giyerlerdi bu garip cübbeleri, kim giymelerini emrederdi, giymeden gelselerdi ne olurdu ki? Ya mübaşirler? Eskiden köylülerin o, korkaklığın ardına gizlenmiş yalınkılıç bir uyanıklığa, tilki bakışlarına, aç ayı telaşını emerek zehir gibi görünen yalancı bir zekaya kanmış suratlarına sahip bu adamlar şimdi daha bir beyefendiydiler. Bıyıksızdılar, olur olmaza bağırmıyorlar, bir soru sordunuz mu okumuş adamlar gibi karşısındakine değer veren bir saygıyla tane tane anlatıyorlardı. Eskiden iğil iğil sigara kokardı bu koridor, köşeler öbek öbek izmarit, cam kenarları, kalorifer üstleri, dipleri bordo, geri kalan kısımları yaşlı adamların dişleri gibi sapsarı bardaklarla dolu olurdu. Şimdi her şey yeni evli bir gelinin yatak odası gibi düzgündü ama bu nizam koridoru ruhsuzlaştırmıştı. Başlarına bir örtü geçirip, çıplak bacakları ve neredeyse uçları görünecek memeleriyle camileri gezmeye giren turist kadınlar gibi ruhsuz, yapmacıktı her şey. Fehmi’nin başındaki kasket, Fehmi’nin karısı Güler’in şalvarı ve başındaki ucu külahlanmış başörtüsü olmasa koridor geçmişten bakiye bu katreden bile mahrum olacaktı. Yanlarındaki çocukları Birdal ile Merve bile kendileri gibi değildi.

Karşı tarafın avukatı yaklaşık on metre ileride kendilerini umursamadan oturmuş, dizleri üzerine koyduğu deri çantasının içindeki evrakları telaşla karıştırıyordu. Bir şeyler yanlış gidiyor olacak ki kendisini olduğundan daha olgun gösteren gri takım elbisesi ve kulaklarının üzerinde yoğunlaşmış aklara inat öğretmeni ile takışmış liseli bir kız çocuğu gibi oflayıp puflamaktaydı. Hayatında kayda değer bir sıkıntı çekmemiş bütün ortadirek kentli okumuşlar gibi etli, beyaz ve diri bir bedeni vardı. Muhtemelen bir sürü maaş alıyordu! Güzel bir karısı, güven dolu okullarda her gün yeni şeyler öğrenen sevimli çocukları vardı. Kendileri gibi dolmuşa otobüse binmez, lokantalarda canının istediğini yer, mağazalarda hoşuna giden elbiseyi alırdı.

Ara sıra bakışları dudaklarının arasından çıkacaklar kendileri için çok değerli olan aileye değse de hiçbir şey onun için şu anda aradığı evrak kadar önemli değildi. Muhataplarının ince süzüşleri üzerindeyken cep telefonu çaldı, açıp konuşmaya başladıktan kısa süre sonra bedeni gevşedi, yüzündeki gerginlik yerini uçarı bir rahatlığa bıraktı. Şimdi yapmacık gülücüklerde vardı suratında ki böylesine cesurca gülen adamlardan her türlü tilkilik beklenirdi. Herhalde çantasının içinde bulamadığını telefonunun gerisinde bulmuştu!

-Şerefsiz köpek, nasıl da şakrak… Benim yavrum çürürken, biz yarı aç yarı tok sürünürken…

Fehmi iç cebinden çıkardığı mendille gözlerini silerken, kafasını yanında hırslı hırslı söylenmekte olan karısına çevirdi. Gözlerini kurulamadan konuşmazdı. Ağladığından, yüzünü gözyaşlarından arındırmak için silmiyordu ikide bir gözlerini. Son birkaç yıl gözleri durmadan sulanır, pınarlarından yerli yersiz yaş taşardı. Bir doktora gitmişti ama doktor gözlerini doğru düzgün muayene bile etmeden üzerindeki bütün parayı alınca bu aslında çok da abartılmayacak rahatsızlığa katlanmaya karar vermişti. Sesi de bakışları gibi buğuluydu.

-Konuşup durma, Allah’a şükret.

Güler’in şap dudaklarının gerisindeki seyrek dişleri paslanmış demir vidalar gibiydi. Konuşurken sesini özellikle yükseltiyordu. Herhalde etraftakiler de derdinden haberdar olsun istiyordu!

-Fidan gibi kızım gitti, buna mı şükredeyim?

Birdal annesinin yükselen sesinin etraftaki tüm bakışları üzerlerine toplayacağını bildiğinden tartışmanın rezalete dönüşmesini başından engellemek istedi. Burada olmaktan, ailesinin cehaletinden, anlayışsızlığından ve düşkünlüğünden utanıyordu. Diğer insanlar gibi başına gelen belaya bile hakkıyla üzülememekten, yas tutması gerekirken adliye koridorlarında sürünüyor olmaktan utanıyordu. Eğer ablası biraz daha dikkatli olsa ne onu kaybedecekti, ne de şu anda neredeyse başını kumlara gömdürecek rezaleti yaşayacaktı.

-Kesin sesinizi be tartışılmaz burada.

Merve sanki abisi yanlış bir şey söylemiş gibi ateş saçan gözlerle bir adım yanaştı. Kadın ihtirasının çılgın duyarsızlığı yüzünü kırmızıya kesmişti. Belki gücü yetse abisine saldırır, yüzünü, bedenini yıpratabildiği kadar yıpratırdı.

-Ne o, ablamızın acısını unutalım mı, susalım mı?

Birdal’ın ince ses tellerine oturan soğukkanlı kararlılık Merve’nin yüzündeki ihtirasın alevini hemen söndürdü. Birdal gerçekten dayanamıyordu.

-Ulan cevap verme şerefsizim şurada boynunu kırarım senin!

Güler’in kadın içgüdüleri kendisine politika yeteneğini bahşettiğinden bu tartışmada kimin yanında olacağını çok iyi biliyordu.

-Bağırma lan bacına, soysuz. Haksız mı? Sende bir parça gurur olsa zaten ablanı çiğneyip öldüren pezevengin başına bir iş açardın ama… Kimin oğlusun?

Cümlesini bitirirken dudağının kıvrık ucuyla kocasını işaret etmişti.

Birdal çocukluğundan beri aniden öfkelenen ama aniden öfkelenen diğer insanların aksine bu öfkesini uzun süre muhafaza eden, öfkelenince ağzına ne gelirse veren ve karşısındakinin kim olduğunu umursamayan biriydi. Tokgözlülüğüyle annesi ve kız kardeşinin tam zıttıydı, taşkın öfkesiyle de babasının.

-Allah belanızı versin tamahkâr köpekler. Ölü satıcılar, ceset tüccarları. Utanıyorum lan sizden.

Oğlunun yükselmiş sesini pek umursamayan ama işlerin daha da karışmasından korkan Fehmi kangren renkli parmaklarıyla gözlerini silerken kısık bir sesle oğlunu uyardı. Çekiniyordu.

-Doğru konuş lan ananla, bacınla. Ayıp. Ahlaksız!

Birdal’ın öfke kusan ağzı bu sefer babasına döndü.

-Kes lan sünepe. İki karıyla baş edemedin, kızının cesedinden medet umdular… Bu yaşında seni buralara sürdüler iki tane çakamadın ağızlarına. Allah seninde belanı versin domuz soyu. Sünepe! Allah belanızı versin, ne haliniz varsa görün.

Birdal arkasını ailesine dönmüş öfkesi yüreğinden taşmış adamlar gibi hırslı adımlarla yürüyordu. Sırtında taşıması güç bir yük varmışçasına boynunu öne eğmişti. O kadar uğultunun içinden sıyrılan topuk takırtıları duvarlara çarparken ayağa kalkan avukat, üstünü başını düzelterek sayıları üçe inmiş tedirgin aileye doğru yürümeye başladı.

Avukat bu aileyle ilk karşılaştığında öylesine üzülmüş, içerlemişti ki! Müvekkili Rasim Bey’in “Ne isterlerse veriniz” talimatı doğrultusunda elinden geldiğince cömert davranacaktı. Aslında kazada Rasim Bey’in bir suçu yoktu. Kızcağıza çarptığı yerin yaklaşık on metre ötesinde bir üst geçit vardı ve sadece bu delille bile mahkeme Rasim Bey’e önemli bir ceza veremezdi. Rasim Bey sırf bu yoksul ailenin yürek acısı bir nebze dinsin diye paraya kıyıyordu. Lakin avukat aileyle muhatap olup, anne ve kızın para düşkünü, ölmüş canlarının talihsiz kaderine sığınıp “Ne koparsak kardır” mantığıyla hareket eden zavallılar olduğunu görünce Rasim Bey’i uyardı. Rasim Bey’de avukata verebileceğinin en azını verip bu davayı kapatmasını, bu trajediyle daha fazla uğraşamayacağını belirtmişti.

-Duruşmaya girmeden önce son kez konuşalım. Bu acı mesele sizi üzdü, bizi yordu. Artık dinlenmemiz lazım ama; siz diretiyor, işi yokuşa sürüyorsunuz. Diretirseniz kaybedeceğinizi bilmeniz lazım. Rasim Bey iyi niyetinden, geniş yürekliliğinden size bu parayı sunuyor, yoksa mahkemenin aleyhimize vereceği herhangi bir karar yok. Zaten kazadaki asıl suç rahmetli kızınızda.

Güler hırsından öyle bir öksürdü ki iri ve biçimsiz göğüsleri adi bluzunun altında titredi, öksürüğün sesi duvarlarda yankıdı. Çaresizliği kendini öfkelendirince böyle olurdu hep, sinirden ne yapacağını bilmez öksürürde öksürürdü. Konuşurken soluk soluğaydı.

-Allah’tan korkma da birde suçu çiğnediğiniz garibime at. Sen ne insafsız, ne merhametsiz, ne adi…

Avukatın yüzündeki lop etlerin titrekliği çevreye yenilmesi mümkün olmayan bir kararlılığı yayıyordu.
-Sizinle tartışamam, isterseniz mahkemenin verdiği sonuç üzere hareket edelim. Davanın sonucunu bekleyelim. İsterseniz de buyurun!

Avukat iç cebinden çıkardığı zarfı kızarmış göz damarları tiksinti uyandıran Fehmi’ye uzattı. Fehmi daha zarfın kendine uzatıldığının bile farkına varmadan Güler elini uzatarak zarfı kaptı. Açtı. İçinde para var sanmıştı ama üzerindeki desenlerin varlığını önemli kıldığı bir kâğıtla karşılaştı. Kâğıdı eline aldı, önce eğik bir yazıyla işlenmiş rakamlara baktı, kafası karıştı. Bir alt satıra bakınca ince bir çizginin üzerinde iki bin beş yüz lira yazdığını gördü. Çeki Merve’ye uzatınca kızının gözlerinde alazlanan parlaklık ona bu para ile çok şey yapılabileceğini anlattı. Ne kocasına ne de kızına bir şey demeden çeki zarfa soktu. Zarfı da ikiye katlayıp koynundan çıkardığı minik bir keseye tıkışırdı. Keseyi de iki boynundaki açıklıktan atarak sutyeninin ortasındaki boşluğa bıraktı.

-Eee napalım, yüreğimize soğuk su olsun bu bari. Allah kızıma rahmet eylesin.

Cümleyi sarf ederken dilinde öyle bir boşluk vardı ki sanki kızı dünyanın en günahkâr yaratığı olarak ölmüştü.

—————————

Adliye sarayının önündeki duraktan herhangi bir dolmuşa bindiler. Camındaki tabelaya bakmamışlardı bile çünkü buradan geçen dolmuşların hepsi şehir merkezine gidiyordu. Fehmi, binadan çıktıklarında binanın arka tarafına geçip kendi mahallelerine giden dolmuşa bineceklerini sandı ama karısı ile kızının hemen eve gitme gibi bir niyeti yoktu. Dolmuştan indiklerinde asfaltı ve kaldırımları parıldatan güneş yağmur yüklü bulutlarca gölgeleniyordu. Etraf adının ne olduğu hakkında pek fikir yürütülemeyecek çekimser bir mevsimin huzursuzluğuyla bulanıktı. Bu bulanıklığın belirsizliğinde anne ve kız önden, baba ise bu oyunda hiçbir rol verilmek istemeyen gereksiz bir ayrıntı gibi silik adımlarla arkadan yürüyordu. Karısı ve kızı bankanın boylu boyunca camdan kapısından girdiklerinde adımlarını hızlandırdı. Banka ayaklarının pek alışkın olmadığı ve arı, berrak camlarıyla ulaşılması zor bir hedefin heykelleri gibi gelmişti hep kendine. İçeriye girdiğinde klimalardan yayılan serinlik bedenine çarpınca kendini tazelenmiş hissetti. Her şey tazeydi ki. Kısa etekli ve bacakları etli kadın memurlardan tıraşlı ve asık suratlarıyla güçlü görünen okumuş adamlara… Vakitsizliklerinden yakınan zenginlerden, toplumun bir parçası olduklarına dair tek resmi evrak olan faturaları, ellerinde terlemiş kötü kılıklı ve utangaç fakirlere. Ve her noktasının bir başka âlem olduğu nadir yerlerdendi banka. Sokak nasıl en kutsal ve erişilir mezbahaysa, banka da en ihtişamlı ve zor erişilir sirkti.

Karısı ve kızını izlerken kendinden utandı çünkü ikisi de sanki dünyanın yarısı kendilerine verilmiş gibi mutlulardı. Böyle bir huzuru, gevşekliği üzerlerinde ömrü boyunca görmemişti. Keşke bir şeyler yapıp bir baba olarak o mutluluğu bir şekilde sunabilseydi kendilerine. Merve’nin parayı eline aldığında arkasını dönüp ışıldayan bir gülüşle kendine baktığını gördü. Paranın verdiği mutluluktu bu, paranın inşa ettiği bir huzurun yüze yansıması. Ne çok seviyordu kadınlar şu kokmuş el kirini! Pervin güzeldi, sağlıklıydı, uçarı ve ihtiraslıydı. Baba gibi görmezdi onu. Birlikte yaşamaya mecbur olduğu sokaktaki herhangi bir adam gibiydi kızı karşısında. Bir kere bile sözünü geçirememişti, bir kere bile otururken, kalkarken babamdır deyip istifini düzeltmemişti. Neden? Kendi parasını kazanıyordu kızı, kendi hayatını yaşıyordu, eve destek oluyordu. Geçen sene acısına dayanamadığı çürük dişlerini bile kızının verdiği parayla çektirmişti. Kızı ona değil, o kızına muhtaçtı ve insan kendisine ihtiyacı olan bir insanı neden o kadar ciddiye alsındı ki? Bulduğu kocaları beğenmemişti, evlenmeye gözü yoktu. Belki bir sevgilisi vardı, belki orda burada gizliden gizliye sevişiyorlar, birbirlerini öpüp, koklayıp, emiyorlardı. Güzeldi Merve, her erkeğin tatmak isteyeceği kadar güzeldi. Ya Leyla? Leyla, Merve’den de güzeli. Talipleri vardı, o kahrolası kazada ölmese belki de evlilik hazırlıkları yapıyordu bugün. Aklı başındaydı Leyla, büyüğünden, küçüğünden, oturmaktan, kalkmaktan haberi vardı. Hayatının her döneminde dengeli davranmış, her türlü krizi küçük kayıplarla atlatmış olgun kadınların yüzü vardı Leyla’da. Yakışıklı, okumuş bir kocası olacaktı belki. Bayramlarda alışverişe götürecekti babasını, yeni ayakkabı, yeni gömlek alacaktı. Onunla gezerken kendisini yeryüzünde herhangi bir izi olan bir erkek gibi hissedecek, “Boşuna gelmedik be şu dünyaya” diyecekti. Bir taneydi Leyla, ne karısı gibiydi ne Merve gibi. Hepsinden farklı, hepsinden apayrı bir incelikti o! Öyleydi de ne olmuştu, Kaderi mi gülmüştü, başına altın bulutları mı yığılmıştı? Kızının adli tıpta gördüğü cesedi aklına gelince gözleri birden boşaldı, bu sefer gerçekten ağlıyordu. Kendini dünyanın en yalnız, en çaresiz, en çıplak insanı gibi hissetti. Kızının ezilmiş başından taşmış beyni aklına geldi. Kanla birbirine yapışmış saçları, patlamış gözleri, kemikleri parça parça çenesi, etine karışmış elbiseleri… Boğulacak gibi oldu, şekeri düştü, neredeyse içindeki her şeyi kusacaktı. Karısı ile kızı başına dikildi. Bir şeyler söyleyeceklerini sandı ama hiçbir şey demeden, bir mezarı terk edercesine sessiz ve umarsız ayrılıp bankanın güzelim kapısından dışarı çıktılar. Kalktı, cebinde dolmuş parası bile yoktu. Şehrin bu uzak ve yabancı köşesinde yapayalnız kalmaktan korktu, karısı ve kızının peşine takıldı. İki kafadar dişi, canlarına can katan bir coşkuyla şehrin sahibi gibi emin yürüyorlardı. Çok hızlıydılar, havaysa sıcaktı. Sırtına ağırlığınca yük yüklenmiş bir hayvan gibi nerden geldiğini bilmediği bir ağırlıkla terden sırılsıklam olmuş, hedefine yetişmekte zorlanıyordu. İleride, karısıyla kızının caddenin sonundaki lokantaya girdiğini görünce rahatladı. Onları kaybetmemek için harcadığı çabaya gereği yoktu artık. Lokantaya girdiğinde bankadaki serinliğin aynısıyla karşılaştı. Öğlen vaktiydi. Ofislerinden kaçmış onlarca güzel ve güzelliklerini yetersiz bulup birde kendine özenle bakan kadınlar… En büyük hayalleri o kadınlarla sevişebilmek olan çoğu gri veya lacivert takım elbiseli, tıraşlı erkekle dolu lokantadaki en aykırı, en alışılmadık nesne karısı, kızı ve kendisiydi. Masaya yaklaştığında garson sipariş almak için masa başına geldi. Kendini hizmet ettiği insanlardan sananların dengesiz ukalalığı vardı üzerinde. “Ne işiniz var burada?” der gibi bakıyordu. Haklıydı da. Ne işleri vardı burada? Herhangi bir günde bu lokantanın kapısında bir tanıdıklarını beklemeye bile cesaret edemezlerdi.

-Bana bir buçuk tereyağlı İskender. Yanına künefe… Ama dur! Sen bana iki porsiyon İskender getir. Pilavı bol olsun. Yanında ekmek de ver.

Kızı annesinden ayrı kalmadı.

-Aynen. İçecek olarak kola istiyorum ama.

Merve cümlesini bitirdikten sonra gülümsedi. Öyle alışkın duruyordu ki herhalde bu lokantaya sık sık uğruyordu.

Garson Fehmi’ye baktı. Sanki Fehmi üzerinde kurtçukların gezindiği irinden bir yaratıktı.

-Ben bir çorba isterim. Bir kâse. Mercimek olsun.

Karısı kocasına garsonun bakışlarıyla baktı.

-Doyur karnını doyur. Adam gibi bir şeyler ye, çorbayla karın mı doyar?

-İstemem, tokum!

Yemekler on dakikadan daha kısa bir sürede geldi. Aylardır doğru dürüst bir şey yememiş hayvanlar düşünün, etçil hayvanlar! Anne ile kız işte böyleydi. Baba ise karnı tıka basa tok bir tüccar gibi isteksiz ve çekingendi çorbasına karşı.

-Anne koltuk takımını ne renk alacağız?

Güler’in yağız kalın dudakları kebabın salçalı, tereyağlı suyuna bulanmıştı. Kıpkırmızı, iğreti bir yaraydı şimdi bu dudaklar.

-Gidince bakarız.

-Anne beşer tane de cumhuriyet altını alalım. Kötü günler için…

Yutkundu. Ağzı o kadar doluydu ki, böylesine büyük bir lokmanın yemek borusundan nasıl geçtiğine şaşırılabilirdi.

-Gidince bakarız.

Künefe o kadar lezzetli görünüyordu ki! İlk lokmaları ağızlarında dağılırken tırnaklarından saç uçlarına kadar tarifi imkansız bir haz aldılar. Demek zenginler istedikleri zaman bu hazzı elde edebiliyorlardı! Kuran’da adı geçen kudret helvası bu kadar tatlı olabilirdi ancak.

Hesabı zarftan çıkardıkları yemyeşil bir banknotla ödediler. Masadan kalkarken buraya bir daha gelip, bu güzel yemekten bir kere daha yiyebilmek için dua ettiler. Dışarı çıktıklarında gülümsüyorlardı, mutluydular. Keşke herkes bir parça yemekle tüm dertlerinden arınacak kadar alçakgönüllü olabilseydi. Yine ana kız hızlı adımlarla ilerledi lakin Fehmi yine onlara yetişmekte zorlanıyordu. Tıkanmıştı. Karısıyla kızının adımlarına yetişemedi. Yorgundu, güneş alevden bir el gibi sırtını okşuyordu. Çorba da midesini bulandırmıştı nedense. Keşke kebap mebap bir şeyler yeseydi. Başı döndü, gözleri sulandı, içini bankadaki gibi bomboş hissetti. Kenarındaki kaldırımın en temiz yerine oturdu. Karısıyla kızı kendini zerre umursamadan birkaç saniye içinde caddenin ucunda noktalaştılar. ✪