Macar asıllı yazar İmre Kertesz on beş yaşında götürüldüğü toplama kampından bir buçuk yıl sonra serbest bırakılır. Yazdıklarında karanlığın umudu ve yarına duyulan inanç öne çıkar.
Her sabah bir hayvan gibi uyandırılıp, tartaklanma;
açlıktan ölüp de sorun yaratmayacağımızdan emin olmak için verilen bir iki parça kuru ekmek;
bir yudum su için bitmek bilmeyen kuyruklarda kendi ailenin parçası olanlara nefretle bakarak beklemek;
karlı günlerde ayakkabılarımızdan dışarı taşan parmaklarla yürüyüş;
üç saniyelik huzurlu uykuya duyulan özlem;
gözlerimi her kapattığımda güneşin altında gezdiğim parkların görüntüsü;
yandaki yatakta inleyerek ölen adam;
eski evimizin kapısında oynarken annemin beni yemeğe çağıran sesi, bakışlarıma inen korku izleri;
akşam eve geldiğinde babamın cebinden çıkan şekerlemeler, köpeğimin beni beklerken sallan kuyruğu.
Her gün aynı ızdırap. On beş yaşındaki oğlan çocuğunun Auschwitz toplama kampındaki hayatı. Bugünün umutsuzluğunu yaşarken yarın kaygılarından öylesi uzak.
Buraya geleli ne kadar oldu? Anneme mektup yazmamı isteseler altına atacak tarihi bilemem. Bazen biraz güneş gördüğümüzde ağustosun onbeşi olduğunu düşünüyorum. Onu takip eden günlerde kış bastırıyor.
Bir okul dönüşü yoldan toplandım. Ailemi, odamı, arkadaşlarımı, köpeğimi son kez göremeden, yağ, zamk ve pas karışımı kokuya bulanmış kara trenin içine fırlatıldım. O an her sabah okula giderken kullanmak zorunda olduğum is kokulu otobüs cennetim olabilirdi. Benim yaşlarımda yüzlerce çocuk ve aynı titrek gözyaşları. O güne kadar yaşadığımız bütün hüzünler geride kaldı. İlk aşk, ilk kavga, ilk dayak. Ne kadar da önemsiz. Son hatırladığım tarih 9 Kasım 1929. Doğduğum güne lanet etmiştim.
Uzun bir yolculuktan sonra her tarafı silahlı Almanlar ve bağıran sarı kafalarla kuşatılmış sevgiden çok uzakta bir kampa getirildik. Tüm fısıltılar, ölüme giden yolun başlangıcı hakkında yapılan dedikodular doğru. Hayvanların bile yaşamasına izin verilmeyecek koşullarda yaşamaya çabaladık. Bugün hayatta kalabilmişsem bunu Serge’e borçluyum. Hayatının çok daha uzun yıllarını mayınlar arasında geçirmiş bir düşsever. Bana güneşin tonlarını ve torağın kokusunu öğretti.
“Hala ağlayabiliyorsan ve kalbinde zaman zaman o sızıyı duyumsuyorsan, her sabah kalktığında düşlerini anımsayabiliyorsan, bir gün çiçeklerin açılmayacağından korkuyorsan. İşte evlat o zaman ışığa bakabilirsin hala. Yüreğinin kapıları kapanmamış. Onlar ne yaparsa yapsın hayallerini kapatma. Yarın yine ay karanlığı aydınlatacak.”
Yağmurlu günün erken saatlerinde silahlar onu götürmeden önce bana son söyledikleri bunlar oldu. Başında yas tutacağım bir mezarının olmaması ne acı.
İnsan kendi kaderine terkedildiğinde, yani sadece yaşamak için çabalamak zorunda kaldığında komik duruma düşüyor. Ben, bana doğduğumda verilmiş bir hakkın kavgasındayım. Ne kadar anlamsız bir boğuşma. Kendi hayatım için avuç açtım, bir anı avucuma atmalarını bekliyorum Onların elindeki tüfekler derdime derman olacaksa bu trajikomik oyunun ikinci perdesinde yerime başkasını bulsunlar. Kalbim şimdi çok uzaklarda.
1945’te serbest bırakıldım. Ruhumun da tenim gibi kararacağını beklediğim bir öğleden sonra kapılar açıldı, sarıkafalar yana açılıp termoslarına koydukları kahveleri yudumlamaya başladı. Hatta birisi yolumuzun önüne bir paket sigara fırlattı. Aşağılama mı yoksa insanlık belirtisi mi olduğunu bugün bile çözebilmiş değilim.
Budapeşte’ye döndüm. Oldukça zor oldu. Vatanımda kimilerince kahraman, diğerleri tarafındansa zavallı olarak kabul edildim. Toplama kampına gitmeyen yaşadıklarımı anlayamaz bu yüzden sessiz kalıp hayatıma devam etmeye çalıştım. Çocukluğumdan kalan tek şey gazetecilik yapmak konusunda verdiğim karardı. 1951 yılında askerlik görevimi yerine getirmek için orduya alınana kadar yazmaya, araştırmaya, merak etmeye devam ettim. Muhabirlik, editörlük aklınıza ne gelirse. Kimi günler gece dokuzda yazmakta olduğum makaleden başımı kaldırıp şaşkınlıkla yirmi metrekarelik odayı dolduran kimsenin kalmadığını farkederdim. Sessizlik garip bir şekilde korktuğum tek şey oldu.
Askerlik tahmin ettiğiniz gibi benim için çok da keyifli geçmedi. Bu sefer silahı taşıyan taraf olsam da bir kez daha yaşamın kıyısında gezinmek, ölebilme ihtimaline karşı kurşun doldurmak canımı sıktı. Bittiği gün bir daha çıkarmamak üzere tüm savaş hırdavatlarını toprağa gömdüm.
Yazı çizi işleri ruhumu besledi. Bu yüzden Nietzsche, Hofmannsthal, Schnitzler, Freud, Roth, Wittgenstein çevirileri yaptım. Bazen uyumadan geçen üç dört gün kelimelerle beslenirdim. Sonradan yazdıklarımda bu ustaların izlerine çok rastladılar. Ben saygımdan kaynaklandığını tekrarlamak isterim.
Yalnızlıkla ilişkim de sevgi- nefret paradoksundan kurtulamadı. Evimde tek başıma uyumak zorunda kaldığım her gece kabuslar peşimi bırakmadı ama hayatımda hiçbir zaman kalabalık bir jazz kulübüne ya da stadyuma gidemedim. Kimi aylar Pardayanlar’ı bitirmek ya da Yaşlı Adam ve Deniz’i sekizinci kere okumak için kendimi eve kitledim, hemen ardından arkadaşlarımı görebileceğim mahalle kahvelerinden birinde viskimi yudumlarken 60’larda yaklaşan özgürlük hareketlerini konuşurken demlendim. Sanırım etrafımda uzanabileceğim birilerinin olduğunu bildikçe, ya da kitapların arasında kaybolan günlerde yalnızlıktan hiç korkmadım.
İlk romanım Sorstalanság (Kadersizlik) onca yıl beynimde biriktirdiklerimi kusmam oldu; on altı yaşında, babasının Auschwitz’e gönderilmesinden birkaç ay sonra, hiç tanımadığı Yahudi çocuklarıyla bir otobüse bindirilen “ben” kaderimin bana çizdiklerine katlanarak toplama kampına gönderilirim. Auschwitz’de hiç değilse babamı bulacağımı umarak. Kitap “ben”im beynimi kemiren solucanlar, askerlere duyduğum iğrenme ve sonunda yeniden hayata tekmelenmemi anlatır. Abartıya kaçmadan sadece algılarımın duyumsadıklarını saklayarak.
“Oradaki bacalarda bile dumanların kesildiği anlarda mutluluğa benzeyen bir şeyler vardı. Belki de asıl bu deneyim benim için unutulmuş kalacaki ama herkesin öğrenmek istediği, yalnızca kötü olan, yalnızca dehşet. Evet, bir daha soracak olurlarsa, onlara bunu, toplama kampındaki bu mutluluğu anlatmalıyım. Soracak olurlarsa, kendim bile unutmamış olursam.”
‘Ben’i orada yaşayan milyonlarca insandan farklı kılan yazma yeteneğim yüzünden. Bu yüzden Kadersizlik’in bir otobiyografi olduğunu şiddetle reddediyorum. O günleri, ölümü bile yaşadıklarımıza tercih etme hissini, yarının bugünden daha da kötü olabileceği fikrini hepimiz hissettik. Ben sadece söylenmesi gerekenleri açıkladım.
2002 yılında Nobel’i kazanmak da aslında yaşadığımız hayatların bir anlamı olduğunu kanıtladı. Biz son kurbanlardık. Bizden sonra gelenler dilenmediler. Daha komik olan kitabımın Maceristan’da yasaklandıktan sonra ilk baskısının Almanya’da yapılmış olması. Yorum yapmama hakkımı buraya saklıyorum.
Ardından bu seriyi takip eden iki kitap daha karaladım. 1988’de A Kudarc (Fiyasko) ve 1990’da Kaddis a Meg Nem Született Gyermekent (Doğmayacak Çocuk için Dua). Fiyasko aslında tam da hayatımın romanı diyeceğim kitabım. Auschwitz’ten Buchenwald’e toplama kamplarına taşınan Yahudi, Komünist Parti’nin yayın organı olan günlük bir gazetede çalışırken birdenbire işte çıkarılarak kimliği elinden alınan muhabir, geçimini Almanca’dan Macarca’ya çeviri yaparak sağlayan çevirmen ve yazdıklarıyla ‘başarı’yı bir türlü yakalayamayan yazar. Hepsi benim bölünmüş kimliklerim. Biri olmadan diğerinin altından kalkamam.
Sonrasında gelen Doğmayacak Çocuk İçin Dua ise aşkta yaşadığım çöküntüleri, dünyayla ilişkimde sürekli eksik çıkan hesabı, beni seven karıma karşı elimde son kalan Auschwitz kozunu oynamamı ve asla doğmayacak çocuğumuzun azabını çekmemi gün be gün, satırlar arasına serpiştir. Bugün bile size aklımdakileri en içten gülümsememle dökerken soykırım kamplarında geçen bir hayatın mı yoksa küçüklüğümden beri bana dayatılan Yahudi inancının mı kadersizliğimin nedeni olduğunu itiraf edemeyebilirim.
Kimlik algısından kurtulmak istiyorum. Bir sabah uyandığımda adımın, cinsiyetimin, dinimin ve şehrimin olmadığı, boşlukta süzülerek hareket edebildiğim, bir iki kadeh viskiyi devirmeden de içlenebildiğim, yazmadan huzur duyabildiğim bir hayat arıyorum. Bulduğunuzda beni de yanınızda götürdüğünüzden emin olun. O zaman anlatacak bir hikayem kalmayacak olsa da.
Son satırlarımı 2003’te Felszamolas (Tasfiye) kitabıma sakladım. Odamda oturmuş rafları montelemeye ve kitaplarımı koyacağım ideal düzeni yaratmaya çalışırken hayatı da tasfiye etmeye başladım. Toplama kamplarında doğan bir yazarın intiharla sonuçlanan hikayesi. Yazacaklarımı tamamlayıp, bilmeniz gereken herşeyi anlattığımı düşünüyorum artık. Bundan sonra güneşe ve bulutlara zaman ayırmalıyım.
*Bu yazı aynı zamanda K dergisinde yayımlanmıştır. ✪