Norveç’ten Roy Jacobsen 2. Dünya Savaşı’nın Norveç toplumu üstüne etkilerini edebiyata aktarıyor. “Rigel’in Gözleri” Norveçli yazar Roy Jacobsen’in “Görünmeyenler”le (YKY, 2016) başlayıp “Beyaz Deniz” (YKY, 2019) ile devam eden üçlemesinin son kitabı. Yapı Kredi Yayınları’ndan Deniz Canefe çevirisiyle yayımlandı.
1.
Barrøy’de yaz, yıl 1946, kuş tüyleri içeri alınmış, yumurtalar fıçılara koyulmuş, askılardaki balıklar indirilmiş, tartılmış, bağlanmış, patates kilerde, bahçelerde kuzular hoplayıp zıplıyor, buzağılar
annelerinden ayrılmış. Tezek kesilecek, eski ev boyanacak ki yenisinin yanında utanmasına gerek kalmasın. Ağılın arkasındaki tepede duran Ingrid Barrøy koyda bir kırlangıç bulutunun altında yaklaşan tekneye, önceki sahibi iflas ettiğinde devraldıkları balina gemisi Salthammer’e bakıyor. Barrøy’lüler balina avcısı olmuşlar.
Salthammer’in güvertesinde zıpkın fırlatıcısı, yelken direğinin oturduğu siyah kemerli beyaz fıçısı, yelkenli halatları ve kaptan köprüsünde dümeni var. Beyaz branda örtülmüş kamarası, modern olta çıkrığıyla tüm mevsimlerde ve her durumda kullanılabilen devasa bir tekne. Ingrid çekiç seslerini duyabiliyor ve Lars’la Felix’in ava hazırlandıklarını görebiliyor. Güvertede küçük oğlanlar ileri geri koşuyor, Ingrid seslerinin denizin üzerinde yükselip alçaldığını
duyabiliyor ve bir şalla sırtına bağladığı Kaja uyuyor.
Kaja uyanıyor. Ingrid onu yere indiriyor, yorulana kadar otların arasında emeklemeye bırakıyor, kapkara gözlerini görünce irkiliyor, kucağına alıp yokuştan bahçeye iniyor. Bahçede böğürtlenler olmaya başlamış. Yeni satın alınmış boya fıçısı ve fırçaların yanında duran kuyu kapağının üzerine oturuyor. Adada her şey düzeltilecek, gelecek hiç bu kadar aydınlık olmamıştı, adada hiç bu kadar çok insan yaşamamıştı ve ada artık Ingrid’nin adası değil.
Mutfağa giren Ingrid, Kaja’yı Barbro’nun kucağına bırakıyor, kayıkhaneye iniyor, kürek çekerek Salthammer’e gidiyor, Lars’ın aşağı bakmasını bekliyor. Lars ona kahve getirdi mi diye soruyor.
Ingrid teknede kahveniz vardır herhalde, diyor.
Lars gülüyor, zıpkıncı bulduklarını, hava iyi olursa haftaya Træna’dan onu alacaklarını söylüyor.
Ingrid kürekleri bırakıyor, bebeği de alıp bu akşam kayıkla Malvika’daki Adolf’a gideceğini söylüyor.
Lars Adolf’la ne işi olduğunu soruyor.
Ingrid omuz silkiyor, Lars sorun olmadığını söylüyor, yeterince kayıkları var.
Adadaki kayıkların sayısı düşünülürse bu biraz abartı olacağından Ingrid bir süre adaya dönmeyeceğini söylüyor.
Pekâlâ.
Sonra oğlanlar beliriyor güvertenin kenarında. Hans, Martin ve arkalarından kış boyunca biraz fazla boy atmış Fredrik. Ingrid’yi görünce gelmişler ama çabucak onunla ilgilenmez oluyorlar, Lars’a topla atış yapmak için yalvarıyorlar, eski balık kasalarıyla alıştırma yapmak istiyorlar.
Lars gülüyor, Ingrid’yi görebilsin diye üç yaşındaki Oskar’ı kucağına alıyor. Ingrid Oskar’a el sallıyor. Ardından yağdan kararmış parmaklarında ağlarla Felix de çıkıyor ortaya, böylece Barrøy’ün büyüklü küçüklü bütün erkekleri adanın ekonomik geleceğinin güvertesinde toplanıyor, Ingrid Barrøy kürek çekmeye başladığı sırada farkında olmadan bir veda komitesi oluşturuyorlar. Ingrid bunun beklediğinden çok daha kolay geçmesinden dolayı rahatlamış.
Eve gidip Suzanne ve Barbro’ya da sıradan, önemsiz bir şeyi haber verir gibi bir yolculuğa çıkacağını söylüyor. Ama burada, kadınların dünyasında olay yine de biraz büyüyor. Barbro nereye gitmeyi düşündüğünü, niye gideceğini, ne kadar süreceğini soruyor.
Suzanne neler olacağını sezdiğinden biraz öfkeyle Ingrid’nin özlediği, arayacağı birine sahip olduğu için şanslı olduğunu söylüyor, sonra aceleyle çamaşır asmaya çıkıyor.
Ingrid ne zaman adadan ayrılmayı denese yanında taşıdığı küçük bavulu dolduruyor. Aşağı inip Kaja’yı kayığın arkasındaki kürklerin arasına koymak için deri torbaya yerleştirdiğinde, ön tarafa koyacağı bavulunu indirdiğinde geride yalnızca durumun ciddiyetini sezmeye başladığından biraz değişmiş Barbro kalmış.
Barbro ayağa kalkıyor, kollarını kavuşturup vedalaşıyor. Kışın kazandıkları parayla alınmış gökyüzü mavisi, iri beyaz çiçekli elbisesi var üzerinde.
“Hani evi boyayacaktık?” diye soruyor.
“Siz boyayın” diyor Ingrid.
Barbro huzursuzca kıpırdanıyor, Ingrid olmadan ev boyanır mı hiç, diyor. Ingrid gülüyor, o zaman geri dönmesini bekleyebileceklerini söylüyor.
“Peki” diyor Barbro. “Ne zaman dönüyorsun?”
“Birkaç güne.”
“Birkaç gün” diye yineleyen Barbro öylesine alınmış bir yüzle kafasını çeviriyor ki Ingrid Kuzey Burnu’nu döndüğü sırada artık ona el sallamak için geç kalıyor. Bu sırada kuzeyde alçalan beyaz güneşin altında deniz gri bir beton zemin gibi uzanıyor.
2.
Kaja bütün yol boyunca uyudu. Ingrid sabahın alacakaranlığında Hovedøya’ya ulaşıp Malvika’da demir attığında o da gidip aynı postların üzerine yattı. Kulaklarında martı çığlıkları, denizin sesi ve pufla kazlarının barışçı gurultuları, gözlerinde uykusuzluğun tuzu vardı. Uyuyup uyandığında üşümüş, uyuşmuştu. Sonunda huş odunlarının kokusunu aldı, beyaz boyalı çiftlik evinde bir pencerenin açıldığını, sabaha çıkarılan iki yorganın asıldığını gördü.
Müştemilatın kapısı açıldı, pantolon askıları bacaklarında sallanan Daniel elinde bir testere, omzunda bir çekme halatıyla dışarı çıktı, tembel adımlarla ormana yürüdü. Sonra dışarı iki genç kız çıktı. Ingrid bunlardan birinin Daniel’in kız kardeşi Liljan, ötekinin de sevgilisi olduğunu tahmin etti… Ama aynı anda yapacağı şeyin ciddiyeti gözünde öylesine büyüdü ki işini tamamlamadan kürek çekip eve dönmek, kalkıştığı işi bir felaketle sonlanmadan yarıda bırakmak en iyisi gibi göründü.
Oysa evden çıkanlar Ingrid’yi görmüşlerdi bile. Daniel bir atı çekerek ormandan çıktı, kütükleri bıraktı, yavaş adımlarla rıhtıma yürüdü, Ingrid artık bağırmasına gerek kalmayacak kadar yakınına gelene dek kımıldamadan durdu.
“Sen misin Ingrid?”
Ingrid’nin attığı halatı yakalayıp dubalara çekti. “Bebek de yanında” dedi şaşkın bir gülümsemeyle.
Ingrid niye geldiğini söyleyemedi ama en azından ayağa kalkabildi, uyuyan Kaja’yı kucağına aldı, Daniel’in bavulun farkına varıp kayıktan dışarı taşımasını bekledi. Sonra Daniel’in arkasından yürürken Adolf’la birazcık konuşmak istediğini mırıldandı ve nasıl olduğunu sordu?
Daniel babasının yaşlandığını söyledi.
“Bir yere mi gidiyorsun?”
Şimdi kızlar da eve gelmişti. Ingrid uyanmış, gözlerini kırpıştıran Kaja’yı onlara gösterdi. Liljan’la tokalaştı, kendini tanıttı, birbirlerini tanımıyorlardı, aralarında bir deniz vardı ve Malvikalılar çiftçiydi – tepede üç bacasıyla devasa, upuzun bir çiftlik evini iki yüksek çam ağacı, samanlık, ağıl, yaz ağılı, ot askıları, sağılmalık inekler ve bir sürü küçük buzağı, patates, havuç dikili topraklar, tavuklar, inekler ve koyunlar çevrelemişti. Ayrıca kıyı boyunca güneye uzanan topraklarda çeşitli ev ve kulübelerde altı ortakçı kalıyordu. Adolf gençliğinde korku saçan bir avcı ve balıkçıyken, iki erkek kardeşini deniz kazasında yitirdikten sonra, denize sırtını dönmüş, atadan kalma toprakları çiftliğe dönüştürmüştü.
Liljan’ın Kaja’ya sarılışına güldüler, Kaja hiçbir şey söylemeden gülümsedi, sonra yabancı kızın da Kaja’yı kucağına almasına izin verildi. Ingrid kızın adının Malin olduğunu, ortakçılardan birinin kızı olduğunu ve büyük çiftlikte çalıştığını öğrendi. Bebeğin sevimli burnu, kara gözleri için bir şeyler söyledikleri sırada Ingrid ana binanın kapısının yeniden açıldığını, ihtiyarın ta kendisinin, Adolf’un, üzerinde beyaz gömlek, kafasında balıkçı beresiyle, arkasında bir mutfak sandalyesi çekerek geldiğini gördü. Adolf sandalyeyi taşlarla çevrili bir çiçek tarhının yanındaki çimenlerin üze-
rine koydu. Oturup cebinden bir pipo çıkardı, konuğun gençlerle konuşmasını bitirip yanına gelmesini beklerken özenle piposunu doldurdu. Ingrid’nin buraya niye geldiğini söylemesini bekliyordu, işi olmayan hiç kimse kürek çekerek adalara gelmezdi, ayrıca bu genellikle de önemli bir iş olurdu.
Barış yıllarında Adolf çökmüş, kamburlaşmıştı, yanakları da Ingrid’nin hatırladığından daha kırmızıydı. Ama onunla konuşan herkesi güvensizleştiren, konuşmayı yarıda kesmeyi planladığını düşündüren, huzursuz, kıpırtılı bakışları değişmemişti. Şimdi Ingrid onun karşısında durmuş, akıllıca bir şey söyleme konusunda ne kadar yetersiz olduğunu hissediyordu. Üstelik de kucağında şu bebek vardı ve sanki Adolf da zaten bunu bekliyormuşa benziyordu.
Gençler ortadan kayboldu, Adolf Ingrid’ye karnı aç mı diye sordu.
Ingrid bu soruyu duymazdan geldi.
Biri ayakta, öteki oturduğu yerde duraksadı. Sonunda Adolf bakışlarını Ingrid’ye çevirip doğruca yüzüne dikti ve yaklaşık bir yıl önce sana geri verdiğim mektubu sormaya gelmiş olmalısın herhalde, dedi. Rigel’deki Rus tutsakla gönderdiği mektuptu bu.
Ingrid evet, dedi, Adolf’un Alexander’ın evine dönmesine yardım edecek mektubu niye onun elinden aldığını sordu.
Adolf çok kötü yazıldığını söyledi, üstelik Ingrid tam adını ve adresini, Barrøy’ü de yazmıştı ve o sıralar savaş vardı.
Ingrid başını salladı, Alexander’ı nereye gönderdiğini sordu.
Adolf Ingrid’nin bunu sormak için çok fazla beklediğini söyledi.
Ingrid yine başıyla onayladı.
Adolf onun babasını, annesini tanıdığını, iyi insanlar olduklarını ama annesinin sinirlerinden bir derdi olduğunu tahmin ettiğini söyledi.
Bunu da yalnızca başıyla onaylamaktan başka yapacak bir şey yoktu.
Adolf Ingrid’nin sessizliğinden yorulmaya başlamışa benziyordu, Rus’u tavan arasında bir haftadan fazla sakladıklarını, yalnızca Mathea’nın bunu bildiğini, Rus’a yemek götürdüğünü, ellerindeki yaralarla ilgilendiğini, sonunda yaraların kapandığını ama parmaklarının bir daha asla eskisi gibi olmayacağını söyledi.
Sonra bir gece yoğun kar yağdığında Rus’a harita ve pusula verip Innøyr Rıhtımı’nın arkasındaki dağa gönderdiklerini, orada Adolf’un eski bir dostunun Rus’u Munkefjord adında bir yük teknesine bindirdiğini söyledi. Munkefjord Finlandiya’dan geliyordu ve demir taşıyordu. Tekne hâlâ çalışıyordu ve Adolf’un da teknede
hissesi vardı.
Ingrid’nin bu konuda da söyleyebileceği bir şey olmadığından Adolf onun yüzüne bakıp güldü, en azından şimdi aç göründüğünü söyledi. İçeri girip Mathea’nın yanına gideceklerdi, onları camdan görüp kahveyi hazırlamış olmalıydı.
Mathea bebeklerin annesinin ölümünün çok öncesinden beri çiftlikte hiç konuşmaz olmuştu. Yeni parlatılmış bakırların ışıldadığı, yepyeni boyalı, ovulmaktan parlayan mutfağından yönetiyordu her şeyi. İçerisi kahve ve yeşil sabun kokuyordu, ocağın pirinç maşası parlıyor, odun sandığı bir sergi için hazırlanmışa benziyordu. Mathea Adolf’la neredeyse yaşıttı, ufak tefek, çevik, çarpık bacaklıydı, elleri kuru ve sertti, başına sımsıkı bağladığı mavi kareli
başörtü bir miğferi andırıyordu.
Ingrid ona selam verir vermez başını çevirdi, Adolf’la aralarında bir şey geçti. Ingrid’den oturması istendi.
“Pencerenin yanına otur” diyen Mathea, Kaja’yı incelemeye girişecekmiş gibi masanın başında durdu. İnceleme epey sürdü, boğum boğum parmaklarından biriyle minik çenesinin altını gıdıklayıp Kaja’yı güldürdü, Adolf’la birkaç kez bakıştıktan sonra-sanki Ingrid orada değilmiş gibi- “evet, aynı ona benziyor” dedi.
Adolf masa örtüsüne bakıp içini çekti, dışarıda, güneşin altında çok dikkatli bakmadığını, artık gözlerine pek güvenmediğini, ama Mathea eminse bunun ona yettiğini, Ingrid’nin içinin rahat edebileceğini söyledi.
Ingrid köyde ondan söz ediliyor mu, diye sordu.
“Boş konuşmalar işte” diyen Adolf ağzına bir kesmeşeker attı.
“Evet ya, onlara da konuşacak konu lazım” dedi Mathea, arkasından konuştukları bir tek Ingrid değildi. Ülke bir savaşı arkasında bırakmıştı ve savaş insanlara çok tuhaf şeyler yapıyor, onları eskisinden daha iyi insanlara dönüştürmüyordu.
Ingrid soran gözlerle Mathea’ya baktı.
Adolf insanların bebekten haberleri olduğunu ama babasını bilmediklerini, Daniel’in bile Rus’tan haberinin olmadığını söyledi.
“Peki ya teknenin kaptanı?” dedi Ingrid. “Munkefjord…?”
Adolf bunun Rus’un kaptana ne anlattığına bağlı olduğunu söyledi. Ama şimdi Ingrid’nin ekmeğini yağlaması, kuzu sarma yemesi gerekiyordu. Mathea Kaja’nın yeniden farkına varmış gibi “Bu bebek cin gibi” dedi.
Adolf “Evet, öyle ya…” dedi.
Mathea Ingrid’ye emziriyor mu daha diye sordu.
Ingrid kendini topladı, baharda sütten kesildiğini söylemeyi başardı, Mathea’nın süt ısıtayım mı sorusuna evet diye yanıt verdi. Kaja’yı bir ekmek parçasını kemirmeye bıraktı, başındaki örtüsünü çözdü, minicik dişlerinin üzerinde parmağını gezdirdi. Süt masaya gelmeden önce Kaja’nın ceketini de çıkarmıştı ki Adolf’un gerçekten neyin peşinde olduğunu sorduğunu duydu. Artık asıl konuya girme zamanı gelmişti, bu belli ki Adolf’u huzursuz etmeye
başlamıştı.
Ingrid erkeğinin tekneden nerede indiğini biliyor mu diye sordu Adolf’a.
“Kongsmoen’de” dedi Adolf.
Ingrid Kongsmoen’de ne olduğunu sordu.
“İsveç’e yol kısa” dedi Adolf ve oradan Skorovas adında bir madenci yerleşimine dağı oyarak bir yol açtıklarını, akıl almazcasına çok kükürt taşıyacaklarını ekledi. Yeni zamanlardı artık, ülkeye barış gelmişti, ülke kendi geleceğini geri almıştı. ✪