Anthony Burgess, 1959 yılında, Malaya’da yaşayan ve sadece birkaç kitap yayınlamış bir öğretmenken, İngiltere’ye gönderilir ve beyninde tümör tanısıyla kendisine sadece bir yıl ömrü kaldığı söylenir. O dönemki eşi Llewela, ölümünün ardından yoksulluk çekebilir düşüncesiyle Burgess, son günleri olduğu söylenen o bir yılda, aralarında Otomatik Portakal’ın da olduğu beş roman yazar. Lakin takip eden yıl Burgess ölmediği gibi, tanı da şüpheli konuma gelir. Doktorları yanıltmak için hırslanan Burgess, söylendiğine göre, takip eden yıllarda, günde 2.000 kelimeden az olmamak üzere yazar, yazar ve yazar…
Llewela’nın ölümünden sonra Liana isimli bir kadından dört yaşında çocuğu olduğunu öğrenir. Liana ile evlenerek Malaya’ya geri döner. 1993 yılında öldüğünde, 60’tan fazla kitap, 150’den fazla beste, sayısız dergi ve gazetede yayımlanmış makale bırakır. Bir yıllık ömrü kaldığı söylendikten 36 yıl sonra, 76 yaşında hayata veda etmiştir.
Edebiyatı ve müziği delirmiş gibi seven Burgess, James Joyce’a özel bir sevgi beslerdi, Aylin Ayasun çevirisiyle, Joyce’a güzelleme yaptığı kitabı ReJoyce’dan alıntıya yer veriyoruz.
Bu kitaba 13 Ocak 1964’te, James Joyce’un yirmi üçüncü ölüm yıl dönümünde başlıyorum. Zor bir işe başlamayı, bir tür neşeli ayine dönüştürmemi sağlayacak başka bir yazar daha düşünemiyorum. Ne var ki, tarihleri törene dönüştürmek Joyce’un doğasında var ve bu hayranlarına da geçiyor.
Aslına bakarsanız, bu yılın en ölü zamanı (Noel süslemeleri bir hafta önce kaldırıldı, çocuklar okullarına döndü, kar ise bayram havasında karşılanmak için oldukça geç kaldı) bir nevi Joyce mevsimiyle canlanıyor. Bu, Advent Günü ile başlayıp Candlemas Günü ile biten bir mevsim. 6 Ocak’taki Epifani Yortusu ile sefalet ve bayağılık içinde doğruluk ve güzelliğin tezahür edişlerini keşfetmek ise Joyce’un mesleği…
1 Şubat, Aziz Brigid Günü. 2 Şubat da Joyce’un doğduğu gündür. Ulysses ile Finnegans Wake’in ilk baskı kopyaları ise onun için iki büyük doğum günü hediyesi olmuştur. Bu tarihler aynı zamanda Candlemas Günü ve Kunduzlar Günü’ne de denk geliyor. Kunduzları anarak resmiyeti hafifletmek de Joyce’a yaraşırdı zaten.
Noel alışverişçilerinin fazla rağbet göstermediği Azize Lucia’nın bayramı da 13 Aralık’ta kutlanır. Azize Lucia, görme yetisinin koruyucusu kabul edilir; bu sebeple de neredeyse tüm hayatı boyunca gözlerindeki rahatsızlıkla cebelleşen Joyce için özel bir anlam taşıyordu; bu nedenle azizeye atfen Joyce, kızına Lucia ismini verdi. Kutlamanın teması “karanlığın içinde yükselen ışık” olduğu için aydınlığın zaferiyle neşelenmek (bu arada Joyce, kendi isminin etimolojisinin de farkındadır) yerinde olur.
Boxing Günü’nde, ilk Hristiyan şehidin ölümünün yıldönümünde bile neşeli olmalıyız. Joyce, otobiyografik romanlarını neden Stephen mahlasıyla yazmış, hatırlayalım. Çünkü kendisi de bir “edebiyat şehidi” sayılır: aydınlığa tanıklık, kendini sürgün etmiş; kendini yoksulluğa, türlü zorluklara mahkûm etmiş, hakarete uğramış ve hatta (belki de bunlardan daha kötüsü) dini çevrelerce Tanrı’nın sözünün muhtemel bir yayıcısı olarak aziz mertebesine bile yükseltilmiştir. Gerçi onun şahadetinin içki ve ironiyle yoğrulmuş esprili bir yanı vardı. Hayatın üzerine yağdırdığı taşlardan bir labirent yaratmıştı ve böylece Stephen karakterine “Dedalus” soyadını vermişti. Bu labirentte asla bir canavar yaşayamaz; bu labirent olsa olsa, koridorları şarkı ve kahkahayla çınlayan bir yaşam evidir.
[/sws_yellow_box]
Hayata, kadınlara ve James Joyce ve ölüme dair şöyle bir özet yapıyor Burgess, Yalın İnce çevirisiyle aktarıyoruz:
[sws_yellow_box box_size=”635″]
James Joyce gibi olmak istiyordum. Ona hayrandım. Sözcük oyunlarına, tenor sesine, müzikal becerilerine özeniyordum. İyi bir yazar kabul edilebilir bir edebiyat eseri yaratabilmek için müziği bilmeli, bana kalırsa tamamen böyle bu iş. Tıpkı James Joyce gibi…
Lynne’i 1968’de kaybettim. Aramızdaki fiziksel bağlar çoktan kopmuştu ama ölümü bana çok acı verdi. 2.Dünya Savaşı sırasında saldırıya ve tecavüze uğradı, çocuğunu düşürdü, sonrada kendini içkiye verdi ve sirozdan öldü. İşte böyle… Bazı şeyler vardır insanı içmeye zorlar. Cin ve toniğin buluşmasına beste yaptırır, günde 4 paket sigara içirtir. Viski, rom, brendi, şampanyayı kahvaltınız haline getirir. Bende Lynne’den sonra bunları yaptım ve kendimi tamamen yazmaya verdim. Önüme çıkan İtalyan bir kontesle, Liana’yla evlendim ve Monaco’ya yerleştim. Jack London gibi günde en az 1000 kelime yazıyordum hafta sonları dahil, 365 gün. Seksen yüz sigara, bolca içki ve hiç susmayan müzikle devamlı yazdım. Joyce’a hayranlığım hep devam etti. Lynne’i sevmiştim, Liana’yı sevdim, annemi de çok sevdim. Kadınları sevdim ama erkeklere yani bizlere hayran oldum. Bizim sanatımız tamamen sözcüklere dayanır, kadınlarınkiyse görselliğe ve temasa…
Ben absürd biriyim. On dil biliyorum, ölümüme az kaldı o yüzden iki tane daha öğrenmeye koyuldum. Biraz daha fazla içmeye ve daha uzun saatler yazmaya başladım. Öbür tarafı görüyorum ve bana hiç çekici gelmiyor. Her şey nefes alırken anlamlı, cennet ve cehennem bir yazar için büyük bir hiçlik.
Müzik, edebiyat ve içki… Annem, babam ve karım… Hep beraber çocuklarımızı büyüttük. Ben onları terk etmek zorunda kaldım. Hayat sonsuz bir birlikteliğe izin vermiyor maalesef, şimdi hiçlikteyim.
Ama müzik hiç susmaz.
Satırlar hiç kurumaz.
[/sws_yellow_box]
* Metnin çevirileri için teşekkürler: ✪