Blog

  • Virginia Woolf’un öldüğü düşünülüyor

    Virginia Woolf’un öldüğü düşünülüyor

    3 Nisan 1942.

    Romancı ve denemeci Bayan Virginia Woolf evden ayrıldığı geçen cuma gününden bu yana kayıp. Kendisi ve eşi Leonard Sidney Woolf’un kır evlerinin olduğu Lewes yakınlarındaki Rodwell’de boğulduğu düşünülüyor.

    Bay Woolf bu akşam şunları söyledi: “Bayan Woolf’un hayatını kaybettiğini düşünüyoruz. Geçen cuma, bir mektup bırakıp yürüyüşe çıktı. Sanıyoruz boğuldu. Ancak bedeni henüz bulunamadı.”

    Romancının kayboluşunun ardındaki gizem henüz aydınlanmadı. Lewes’deki yetkililer Bayan Woolf’un olası vefatıyla ilgili ellerinde bir bilgi olmadığını belirtti.

    Şapkası ve bastonunun Ouse Nehri kıyısında bulunduğu belirtiliyor. Bayan Woolf bir süredir rahatsızdı.

    Woolf ailesi 1917-38 arasında Hogarth Yayınları’nı yönetti. ’38 yılında Bayan Woolf emekli olup kendisini yazmaya adadı. Son kitabı “Roger Fry, Bir Yaşamöyküsü” geçen yıl yayımlanmıştı.

    Thackeray’ın torunu olan Virginia Woolf, Darwinlerin, Symondse’lerin ve Stratchey’lerin akrabasıydı. Oldukça kaliteli diye adlandırılan o beş kitabın yazarı olan Woolf, eleştirmenlere göre en az dört farklı düşünce ve yazım tekniği kullanıyordu. Bu nedenle kendisine “Çoğul Bayan Woolf” deniyordu.

    Üç Gine isimli kitabında Bayan Woolf, bir avukattan gelen “Sizce (yaklaşan) savaşı nasıl durdurabiliriz?” sorusunu şöyle cevaplıyor: Altı çizilen konu belki de insanların mektuplaşma tarihinde bir ilk. “Ne zamandan beri eğitimli bir erkek bir kadına savaşın nasıl durdurulabileceği hakkındaki görüşünü soruyor?”

    Romanlarından biri olan Yıllar için New York Times kitap eleştirmeni Ralph Thompson şöyle yazmıştı: “Bayan Woolf geçmişi ya da kendini geçmişe doğru yütürmeye başlamış şimdiye dair düşünürken mükemmeliyete en yakın olduğu yerde.”

    Romanlarına ya da uzun denemelerine çalışmadığı zamanlarda Bayan Woolf sıklıkla edebiyat dergileri için eleştiri metinleri yazıyor ve edebiyat tartışmalarına dahil oluyordu. Son kavgalarından biri de 1939 Aralık ayında kitap eleştirmenlerine karşı gerçekleşmişti.

    Kitap incelemesi yapanların ortadan kaldırılmasının “kamu yükümlülüğü” olduğunu söyleyen Woolf, bu kadar hızlı kitap inceleyenlerin, editörlerin kendilerine verdiği kitapların derinine nüfuz etmelerinin imkansız olduğunu söylüyordu. Woolf ayrıca kitap tanıtımı yazanların ortadan kaldırılması için Parlamento Kararı gerekmediğini, kendisinin serzenişlerinin yarattığı eğilimlerin yakında onların varlıklarını sonlandırabileceğini de söylemişti.

    Augustine Birrell ise 1930 yılında Woolf’u, “En zor anlaşılanlardan, orijinal biri, modernlerin moderni ve doğuştan yazar,” diye tariff etmişti.

    Bütün eğitimi evde, özel eğitmenlerle verilmişti. En büyük mutluluğu ise, Hogarth Yayınları kurucusu ve The Nation eski editörü kocası Leonard Woolf ile sürdürdüğü yayıncılık oldu.


    Bayan Woolf’un bedeni bulundu

    19 Nisan.

    Sussex, New Haven Adli Tabibi Dr. E. F. Hoare, bugün, daha önce evi iki kere bombalanan Virginia Woolf’un intihar ettiğine dair raporu açıkladı. Bedeni dün gece ailenin Lewes yakınlarındaki haftasonlarını geçirdikleri evin yakınlarındaki Ouse Nehri’nde bulundu.

    Adli Tabip Bayan Woolf’un kocası, Leonard’a bıraktığı notu da okudu.

    “Delireceğime dair bir his var içimde,” diyor notta. “Zor zamanları artık aşamayacağım*. Sesler duyuyorum ve çalışmama odaklanamıyorum. Buna karşı mücadele ettim ama daha fazla savaşacak gücüm yok. Tüm mutluluğumu sana borçluyum ama daha fazla böyle devam edip hayatını mahvedemem.”

    Kocası, Bayan Woolf’un uzun süredir depresyonla boğuştuğunu belirtti.

    Bloomsbury’deki evleri bir süre önce bombalanmıştı. Bay ve Bayan Woolf daha sonra yakınlarda başka bir eve taşınmış, ancak bu ev de bombalanmış ve oturulamaz hale gelmişti. Woolf ailesi daha sonra Sussex’teki bu yazlık eve geçmişti. 59 yaşındaki Woolf, 28 Mart tarihinden bu yana kayıptı.

    * ABD ve Britanya basını ısrarla, bu kısmı I feel we can’t go through another of those terrible times. ” cümlesini “I feel I can not go on any longer in these terrible times.” olarak yazmış ve yazarın dünya savaşının etkisiyle hayatına son verdiği yönünde anlamlar yaratmıştır. Eşi Leonard Woolf’u ısrarla bu yanlışlığı düzeltmeleri gerektiğine dair mektupları ise göz ardı etmiştir. Yaygın edebiyat yayıncılığı, bugün gibi o gün de, acıdan sömürüyü seçmiştir. Tam da bu yüzden, kitap tanıtımı yazanları ve hakkaniyetsiz edebiyat yayınlarını öldürmeliyiz.

  • Velimir Khlebnikov – Geleceğin Radyosu

    Velimir Khlebnikov – Geleceğin Radyosu

    Geleceğin radyosu – bilincimizin merkez ağacı- bize sonu gelmez girişimleri anlamamızda yeni yöntemler sunacak ve insanoğlunu bir araya getirecek.

    Ana radyo istasyonu, demir sığınak kale, öbek öbek kabloların sac gibi birbirine karıştığı yer, muhakkak ki bir kurukafa ve çarpı işaretinden oluşan, bilinen, ölüm tehlikesi işareti ve ‘Tehlike” yazısıyla korunacak. Çünkü en düşük derecedeki kargaşa, tüm ülkeyi zihinsel bir boşluğa sürükleyebilir, geçici bilinç kaybına neden olabilir.

    Radyo ruhsal, manevi bir güneşe dönüşüyor tüm ülke için, harika bir büyücü ve sihirbaz.

    İzin verin radyonun ana istasyonunu hayal edelim: Havada bir örümceğin ağının hatları, bir fırtına bulutunun çakan yıldırımları, bazı göçük ve seller, bazı canlanan alevler istasyonu bir uçtan diğer uca çaprazlamasına geçiyorlar. Mavi parlak bir toptan yayılan küresel ışık havanın ortasında asılıyor, birisi meyilli yüzeye kabloları geriyor.

    Dünyanın tam bu noktasında, her gün, tepki kuşların bahar zamanı uçuşları gibi, bir haberler sürüsü havalanır, hayatın ruhundan haberler verir.

    Aydınlatan kuşların akarsularında, ruh şiddete, birliktelik tehdite galip gelecek.

    Sanatçıların etkinlikleri, kim ki kalem ve fırça ile çalışır ve sanatçıların kesifleri, kim mi fikirlerle çalışır (Mechnikov, Einstein), insan oğlunu anında bilinmez kıyılara taşıyacak.

    Karlı dağların tepelerinde yasayan insan ruhları tarafından gündelik konulara verilen öğütler derslerle değişimli olarak işlenecek. İnsan irfanının denizindeki dalgaların tepeleri, tüm ülkeyi bölgesel Radyo istasyonlarının içinden boydan boya geçecek. Her gün mektuplar seklinde devasa kitapların karanlık sayfalarına yansıtılarak, evlerden büyük, her şehrin merkezinde durur, yavaşça kendi sayfalarını çevirir.

    Peki, sonrasında ne gelir? Nereden geldi bu harika ses dalgaları, tüm ülkenin olağan üstü şarki söylemesiyle oluşan sel, çırpınan kanatlardaki ses, bu geniş gümüş sel, ıslık çalarak sakırdıyor. Çıldırmış şahane çan sesleri bizim olmadığımız bir yerden dalgalanıyor. Şarki söyleyen çocuk seslerine ve kanat seslerine karışıyor.

    Her şehir merkezinin üstüne bu sesler boşanır, bir gümüş sesler sağanağı. Harika gümüş canlar ıslık seslerine karışır. Belki de bu sesler cennetin sesleri olabilir mi? Çiftlik evlerinin çatılarının üstünde ucan ruhlar olabilir mi? Hayır.

    Geleceğin Mussorgsky’si bir kıyıdan diğer kıyıya kendi çalışmalarının konserlerini veriyor. Radyo cihazını kullanarak muazzam bir Konser salonu yaratıyor Vladivostok’den Baltık’lara, cennetin mavi kubbelerinin altında.

    Bu tek akşamüstünde, o (Geleceğin Mussorgsky’si) insanları büyülüyor, onlarla ruhunun görüş birliklerini paylaşıyor ve bir sonraki gün sadece bir başka olumlu gün. Sanatçı topraklarının üstüne bir büyü serpiyor, ülkesinin şarki söyleyen denizleri ve ıslık çalan rüzgârları ona verilmiş. En küçük kasabadaki en fakir ev ilahi vınlamalar ve tatlı seslerle dolmuş.

    Çeviri: Burçin Ayebe

  • Oscar Kokoschka ve Alma Mahler: Gerçeksizliğe fetiş

    Oscar Kokoschka ve Alma Mahler: Gerçeksizliğe fetiş

    Gustav Mahler’in dul eşi Alma Mahler, 1911 yılında Viyanalı sanatçı Oscar Kokoschka ile bir araya geldiğinde, sanat ve seks kucaklaşmıştı. Günler sert sevişmeler ve çok sayıda izlenimci resimler yaparak geçiyordu. (Evet, böyle hayatlar da vardı.)

    1913’e gelindiğinde ise, ilişki tökezler. Çünkü, sevişmenin de sonu var. İnsan sonsuza dek bedenini yuvarlayacak değil ya. Alma hamile kalınca, Oscar karşı çıksa da, bebeğini aldırır. Deliyazan Oscar 1914 yılında, üzerimizde patlayacak dünya savaşına katılmak için Avusturya ordusuna gönüllü yazılır. Ah başını alıp nerelere gidersin. 1915 yılında Rusya toprağındayken ağır denebilecek yarasıyla kucaklaşınca, ülkesine döner. Döner ki dönmez olaydı. Alma, mimar kılıklı Walter Gropius ile evlenmiştir. Ressam Oscar, acıların şoförü Orhan’a dönüşür. O arada doktorla Oscar’ın aklının sağlıksız olduğuna karar vermeye yeltenirken, Oscar bir ressamdan beklenebilecek şekilde, acısını byük boyutlarda resimlere sindirir. Bir kukla sanatçısı Hermine Moos ile bir araya gelir ve Alma Mahler’in gerçek boyutlu, gerçek detaylarını taşıyan kuklasını yapmasını ister, emreder, yalvarır, rica eder.

    Mektup ve taslak

    “Dün aşkımın gerçek boyutlu resmini gönderdim ve bunu büyük bir dikkatle kopyalayıp gerçeğe çevirebilir misin diye sordum. Kafanın ve boynun ölçülerine özellikle dikkat et, göğüs kafesine, kalçasına ve bacaklarına da. Tabii ki konturlara filan da özenle yaklaş, boynun sırta inen çizgisine, belinin eğimine. Lütfen dokunma duyumun, yağ ve kas hatlarının olduğu bu noktalardan, derinin kapladığı sert yerlere aniden geçişini hissetmesini sağla. İçeride ilk katta lütfen oldukça iyi, kıvırcık at kılı kullan; belki bir eski koltuk ya da benzer bir şey almalısın; at kılını iyice temizlemelisin. Sonra üzerine, yumuşak ayva tüyleri, pamuk tıkalı keselerle kıçını ve memelerini yerleştirmelisin. Tüm bunların asıl amacı benim kucaklayabilmemi sağlaması! Acaba ağız açılabilir mi? İçinde diş ve dil yerleştirilebilir mi? Umarım mümkündür!”

    Hermine Moos’un uğraşısı altı ay sürdü. Sabırsız Oscar sürekli söyleniyordu, “Eğer bazı erkekler benim sahte kadınıma dokunmaya yeltenir hatta bakmayı bile denerse kıskançlıktan ölebilirim! Ne zaman ellerime alabileceğim?” Oscar aylar geçerken Hulda isimli bir hizmetçi kızı resimlerinde manken olarak kullanmaya başladı. Hulda,Oscar ne derse yapmasına, memelerini ve kasıklarını istediği açılarda sergilemesine rağmen, Oscar’ın aklını hazırlanmakta olan kukladan alamıyordu. “Kuklanın bir an önce ulaşması için büyük heyecan duyuyorum. Paris’ten elbiseler ve iç çamaşırı aldım. Şu Alma Mahler işinin bir an önce bitmesini istiyorum. Bir daha asla, asla bana bu kadar acı çektirmiş olan Pandora’nın ölümcül kutusunun kurbanı olmayayım.”

    Derken, 1919 Şubat ayında Alma Mahler Bebeği geldi. Oscar şöyle dedi: “Ateşli bir beklentiyle, Orpheus’nun Eurydice’i Yeraltı’ndan beklediği gibi, Alma Mahler’in oaketini açtım. Gün ışığında havaya kaldırdım, belleğimde saklı kalmış imgesi yeniden belirdi.”

    Hermine Moos, Alma Mahler kuklası üzerinde çalışırken

    Görüntüde tatmin olmuştu, lakin iş dokunmaya geldiğinde, kukla tüylerle bezendiğinden, büyük bir hayal kırıklığı yaşadı ve öfkesini Hermine Moos’a nefret mektupları yazarak gösterdi. “Gerçeklikle belirli bir mesafesinin olacağına her ne kadar kendimi hazırlamış olsam da, yaptığın kukla sana bir çok kez belirttiğim umutularım ve talep ettiklerimle zıt olmasıyla beni şok etti! Dış yüzeyi kutup ayısı gibi, bir kadının yumuşak ve hafif tenindense, sefil bir kıllı battaniye gibi. Neticede kuklayı giydiremiyorum bile. Biliyorsun ki amacım buydu. Bir çorap giydirmeyi denemek dahi bir Fransız dans ustasına kutup ayısıyla vals yapar mısın demeye benziyor!”

    Alma Mater – Kukla

    Oscar çözümün kendisinde olduğunu biliyordu. Tıpkı gerçek Alma’ya yaptığı gibi, kukla Alma’yı da çizip resmetmeye başladı. Hulda’ya kuklayla ilgili söylentiler yayması görevini verdi. Aralarında kuklaya “Sessiz Kadın” diyorlardı. Birlikte uzun yolculuklara çıkmaları, birlikte operaya gitmeleri, hatta kamuya pek açık olmayacak ama pek de lezzetli anların söylenmeden geçilemeyeceği söylentiler yürüdü gitti.

    Oskar Kokoschka, Kendi Portresi, 1921

    Bir kukla nereye dek gerçeğini yerini tutabilecekse, Alma Mahler kuklası fazlasını yaptı. Lakin kuklaların ömrünün insandan kısa olacağı anlar vardır. Oscar’ın arkadaşlarına açık ev partisinde, Dresden’de, aşk nefret ve arabesk nihayetine ulaşır. “Nihayet defalarca resmini yaptıktan sonra, onunla işim bitti. Arzumun iyileştirilmesini sağlamıştı. Bu yüzden büyük bir şampanya partisi verdim. oda müziği, arkadaşlar, Hulda’nın tüm o güzel elbiseleriyle birlikte sergilediği kukla da oradaydı. Partide, paramparça ettim ve kafasında şarap şisesi kırdım.”

    Partideki kukla – Alma isimli tiyatro oyunundan

    Oskar Kokoschka’nın kukla içeren resimleri üç farklı şekilde belirmiştir. Kukla bir sandalyede otururken, koltukta uzanırken ya da köpek veya tavşan gibi hayvanlarla birlikte poz vermişken. Partinin sabahında atölyeyi polis basar, cinayet ihbarı alınmıştır. Bahçede kan ve organ parçaları görenler vardır. Üzerinde geceden kalma oda orkestrası kıyafetleriyle Oscar iner ve “Evet” der, “Bu puslu havada, burada aslında bir cinayet işlendi, Alma’yı öldürdüm.”

  • Tarkovski’nin günlüğünden Dostoyevski notları

    Tarkovski’nin günlüğünden Dostoyevski notları

    30 Nisan, Moskova
    Saşa Mişurin ile yine Dostoyevski hakkında konuştuk. Tabii ki film hakkında önce yazılmalı, nasıl yönetileceği konusunu konuşmak için çok erken.

    Dostoyevski romanlarının filmini yapmanın hiç mi hiç anlamı yok. Adamın kendisi hakkında bir film yapmalıyız. Kişiliği hakkında, tanrısı, şeytanı, çalışması hakkında. Tolya Solonitsin’den harika bir Dostoyevski olur.

    18 Şubat
    Dostoyevski’nin Suç ve Ceza notlarından: “Estetik korkusu zayıflığın ilk belirtisidir.”

    “Sosyalizmin en yüce fikri makineleşmedir. İnsanı mekanik bir insana çevirir. Her şey için bir kural vardır. Yani insan kendi elinden alınmıştır, yaşayan ruhu götürülmüştür. İnsanın Doğu felsefesinin dinginliğinde sükunete ermesi anlaşılabilir, fakat bu adamlar buna ilerleme diyorlar! Tanrım! Eğer bu ilerlemeyse, eee peki Doğu dinginliği ne!”

    “Sosyalizm insanın oluşturulmasında başarılı olabilme umudu en az olan kurumdur. O, insan için Tiranlığı oluşturup adına da özgürlük der!”

    12 Temmuz
    Aydınlık Günü de yapabilsem ne iyi olur! Büyük bir olasılıkla o flashback ve normal sahnelere göre yan siyah-beyaz yarı renkli olacak. Dostoyevski için de en azından malzeme toplamaya başlamak iyi olacak.

    Karaborsadan kitap da temin eden “Hippopotam” adlı bir tip varmış. Dostoyevski’nin günlükleri de dâhil toplu eserleri 250 ruble. Mutlaka almalıyım.

    13 Eylül – Zvenigorod
    Liuka Fayt ilk Dostoyevski kitaplarım sete getirdi. : Cornfeld ve Remizov’un Dostoyevski üzerine yaşadıkları, makaleler (1921) Kızının yazdıkları, L. Dostoyevski (1922) 1883 basımı toplu eserlerinin ilk cildi. İkinci karısı A.G. Snitkina’ya mektupları evde.

    14 Eylül, Zvenigorod
    Dostoyevski mum ışığında okurmuş. Lamba sevmezmiş. Çalışırken çok sigara içip arada sırada da koyu demli çay içermiş. Karama zofun yaşadığı Staraya Russya kentinden başlayan ve monotonluk­ la devam eden bir yaşam. En sevdiği renk denizin dalgaları. Kadın kahramanları hep o renkte giysiler giyer.

    19 Eylül, Zvenigorod
    24’ünde Japonya’ya gidiyoruz ve hala güneşi çekmedik. Hava kötü. Güneş sahneleri biz gittikten sonra çekilmek üzere devredilecek herhalde. Japonya’da neyi ve nasıl çekeceğiz; buna karar vermeliyiz. Soru tam anlamıyla ne çekeceğiz?

    Yavaş yavaş Dostoyevski’nin olağanüstü ihtiyatlı ve bilgiç bir yaradılışa sahip olduğu izlenimine kapılıyorum. Aslında dışarıdan bakıldığında neredeyse kasvetli. Senaryoyu yazmak zor olacak.

    Senaryo için:

    Budala’dan bir sahneyle iç içe geçmiş bir gerçeklik- Rogoşin ve Prens Mişkin. Bahçe makası. Turgenyev’in Avrupalılaştırılmasına duyulan hiddet. Bir Düşmanlığın Öyküsü. Mektuplar…

    27 Ocak
    Aydınlık Gün ‘ü çekmeyi başarırsam, Dostoyevski filmi için bir tretman ya da en azından bir senaryo yazmalıyım. Bu iyi bir zaman… Ya da her şeyin canı cehenneme mi demeliyim?

    2 Şubat
    Budala birkaç bölüm yapılabilir. Dostoyevski de -Sergey Baba – televizyon için olabilir. Budala’yı yedi bölüm yapmak iyi olur.

    Bu aralar para kazanma yolları bulmam lazım. Saşa Mişurin’le senaryoları çabucak yazabiliriz. Fakat eğer üç saatlik senaryolar için iki ya da üç anlaşma imzalayabilirsek. Valeri K. yardımcı oluyor. Moldavya’dan biriyle konuştu bile.

    4 Şubat
    Budala’yı yeniden okuyorum. Bunu çekmek kolay diyemem. Senaryoyu yazmak zor olacak. Roman “kabaca” sahnelere ve “sahne betimlemelerine” ayrılmış. Yani olay örgüsünün gelişiminde önem taşıyan her ayrıntının yeri var. Bu betimlemeler”  tamimiyle atılamaz. Bazıları sahnelerde yer almalı.

    Fakat bu daha sonra yapılacak. Şu an için en önemli şey Aydınlık Gün. Aslında Dostoyevski’nin eserleri içinde yapısal olarak en oturaklı, kendi içinde en uyumlu ve uyarlamaya en uygun olanı Suç ve Ceza. Fakat bunu Lyova Kulidahanov yaptı.

    Aydınlık Gün’ü isim olarak beğenmiyorum. Çok zayıf. Martiroloji daha iyi, fakat onun da ne anlama geldiğini kimse bilmez. Öğrenince de izin vermezler zaten. Feragat bir parça düz. Vera Panova’yı andırıyor biraz. İtiraf da çok fazla tantanalı. Niye Böyle çok daha iyi, ama fazla belirsiz.

    ” … Kendi içinde değişmez sabit kuralları da olsa hemen hemen her gerçeklik her zaman olası olmayan ve umulmayandır. Aslın­ da gerçek ne kadar çok gerçekse o kadar da olasılıkdışıdır.”

    Lebedev, Budala

    18 Şubat

    Gün geçtikçe birlik (bütünlük adına) ilkelerinin sinemada büyük önemi olduğunu daha çok hissediyorum, belki de daha da ileri giderek diğer sanat formlarından bile çok diyebilirim.

    Demek istediğim, tek bir düşünceye inatla sarılmak sözgelimi. Kendimi daha anlaşılır kılmak için bir örnek vereyim: Suç ve Ceza bu yapısal ideale biraz yakın sayılırsa, o zaman Budala bundan oldukça “uzak” bir yerdedir. Çünkü onun zemini daha oynak.

    ” … Toplumun biz yazarlara vermeye hazır olduğu, yazarların da canla başla sarıldıkları avantajların keyfini çıkardık ve çıkarıyoruz. Bildiğimiz gibi yazarlar kafalarında ve vicdanlarında taşıdıkları dışında hiçbir şeye bağımlı değiller, hiçbir kimseye mecbur da değiller.”

    1862; 1861-1882 yılları arası, Strakhov

    ” … O zamanlar Herzen’e olan tutumu [Dostoyevski’nin] epey samimiydi, hatta Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları’ nda yazarın etkisi az çok hissedilebilir; fakat sonra, yaşamının sonuna doğru, nedense Herzen’e öfkelendi ve onun Rus insanını anlama ya da onların yaşam tarzlarındaki bazı unsurları takdir etme duyarlılığından yoksun olduğunu sık sık vurgulamaktan geri durmadı. Bilgili insanın sergilediği kibir, sıradan basit insana duyulan hor­ görü… Herzen’de tespit ettiği bu özelliklere Fyodor Mihayloviç çok sinirlenirdi. Ve sadece devrimciler ve küçük burjuvalar değil, Griboyedov bile bu öfkeden payını alınıştı.”

    ” … fransızlar sessiz, dürüst, kibar fakat sahte’ler ve para onlar için her şey.”

    Strakhov’a mektuplardan biri, Paris, 26 Haziran 1862

    ” … Fyodor Mihayloviç büyük bir gezginci değildi; en göze çarpanları dışında doğaya ya da tarihi anıtlara ya da sanat çalışmalarına ilgisi yoktu. İlgisinin tümü insanlarda yoğunlaşmıştı. Tek anlamak istediği onların doğası ve karakteriydi. Bir de sokaktaki yaşamın genel bir izlenimi. Bir keresinde hararetle bana, elinde gezi kitabıyla ünlü yerleri ve turistik mekânları gezmenin ona ne kadar sıradan ve banal geldiğini açıklamıştı.”

    Strakhov, Anılar

    27 Ocak, Moskova
    Budala. Smoktunovskiy projeyi takip ediyor. Bu yüzden Leningrad ‘a gitti. Niye Leningrad? Henüz hiçbir karar alınmadı, en azından Moskova kurulu tarafından.

    Budala için hiç vakit geçirmeden şahsen uğraşmalıyım.

    Pazartesi Yermaş’a gideceğim. Kuşnerev’e göre Almanların benimle Doktor Faustus hakkında konuşacakları varmış. Smoktunovskiy gidip “Dostoyevski” projesini mahvetmese! Buna mani olmak gerek. Hemen gidip Şauro’yu görmeliyim.

    Dün, Sovyet Kültür merkezinin yazı işlerinden, benden Soljenitsin üzerine bir şey yapmamı isteyen bir telefon aldım. Larissa (neyse ki telefona o cevap vermişti) benim çekimde olduğumu söyledi. Pazartesiye kadar bir kopya istiyorlar. Piçler! Yanlış insana çattılar.

    25Aralık
    Acaba Budala’yı gerçekten yapmak istiyor muyum? Uyarlama benim prensiplerim çerçevesine sıkışıp kalıp romanın organik yapısını bozmaz mı?

    Belki, titiz bir “güncelleştirmeyle İvan İlyiç’in Ölümü benim için, bana yardımcı olacak klasik bilgimle daha uygun olurdu. İçindeki her şey yeniden yaşanmak üzere hayata dönüştürülürdü. En önemlisi bu.

    Tabii ki “Dostoyevski Üzerine”, yapısal bazı eksiklere karşın benim için en uygunu. Kafamda olanı bir araya getirmek, aynı eskiden olduğu gibi. Değişik katları, şimdiyi, geçmişi ve ideali bir araya getirmek.

    17Ağustos
    Dostoyevski’nin notlarından:

    “Güç, kanın sıkıştığı yerde yatar. Fakat bu gücün kan akıtanlarda değil de kanı akıtılanlarda olduğunu yalnızca üç kâğıtçılar fark edemiyorlar. Bu dünyanın kan kanunu budur.”

    ” … Almanlar, Polonyalılar ve Yahudiler işbirlikçidirler ve birbirlerine yardım ederler… Bir tek Rusya’da böyle bir dayanışma yoktur, bir tek Rusya parçalanmıştır.

    İnsanlar toplumumuzun tutucu olmadığım söylüyor. Bu doğru, olayların tarihi seyri (Peter’den bu yana) bu sonucu doğurmuştur. Fakat önemli bir nokta da şu: Toplum neyi tutup muhafaza edebilir ki? Her türlü üstünlük de dâhil her şey elinden alınmıştır. Rus insanı yalnızca negatif haklara sahiptir. Ona pozitif bir şeyler verin de görün, nasıl tutucu olacağını. Yeter ki elinde koruyacak bir şey olsun Tutucu olmamasının tek nedeni koruyup saklayacak bir şeyi olmamasıdır. En kötü şeyler en iyi olanlarıdır. Bu tamamen boş bir söz değil bu ülkede, ne yazık ki gerçeğin ta kendisi

    Paris Komünü ve Batı sosyalizmi iyilik değil, eşitlik talep ediyor, Shakespeare ve Raffael’i kürsülerden aşağı indiriyorlar… ”

    18 Ağılstos
    Dostoyevski’nin notlarından:

    ” … Nasıl da kansız ve kibirliler. Bir-türlü basit yazmayı beceremiyorlar. Tanrıtanımaz derecede kibirliler, başkalarını aşağılayıp kendilerini şan şöhret bulutlarıyla sarıyorlar

    12Şubat
    Thomas Mann Tanrı’dan çok fazla şey “anlarken”, Dostoyevski Tanrı’ya inanmayı ister fakat beceremez; ilgili organ dumura uğramıştır.

    Tonino’yu görmeye gidip ona film konusuyla ilgili aklıma gelen fikri söyledim: Bir yazar, büyük spritüel derinlikleri olan bir adam, ölüme hazırlanmış, dürüst, erdemli, başarıyı da onunla birlikte gelen o kargaşayı da küçük gören tek başına bir adam; bir gün aynaya bakar ve yüzünde o korkunç hastalığın izlerini görür. Cüzam. Tam bir yıl hastalığın sessizce ilerleyen izlerinin kendini göstermesini bekler. Ve bir yılın sonunda, doktor ya da uzmanlar ona iyileştiğini söylerler. Eve, o her yerin toz altında kaldığı yere döner. Artık küflenmiş not defterine gider eli ve tam bir şey yazacakken kalemi kâğıdı delip geçer. “Boş ver!” der güçlü bir şekilde.

    “Boş ver!” diye tekrar eder yüksek sesle, gerçekten hayatta olduğunu onaylar bir tavırla aynadaki yaşayan aksine bakarak. Fakat bomboştur. Bir kelebeğin çıktığı koza kadar boş.

    Ve en büyük günahın gurur olduğunun farkına varır. Bir zamanlar kendinin ulu ruhani bir mertebeye eriştiğini düşlemişti ama şimdi o hiçbir şeydi. Hastalığı süresince onu ölümün bilgisi yiyip bitirmişti.

    Mukaddes Kitabı açar ve okur:

    “Ve Tanrı yere ait bütün yaratıkları topraktan yarattı ve havadaki tüm kuşları da; ve onları Adem’in huzuruna getirdi, onlara ne ad vereceğini görmek için …”

    “Başlangıçta söz vardı,” dedi mutsuz adam.

    16Nisan
    Sabahın ikisi. Rus dâhileri düşünüp taşınmışlar, kendi büyüklüklerinin dümdüz uzanan verimsiz topraklardan çıkıp gelişemeyeceğine karar vermişler ve hemen ülkelerini “büyük” ilan etmişler, geleceği de mesihvari.

    Kendilerini “halkın sesi” olarak gördüler ve “çölde haykıran” olmak istemediler ve madem halkın özünü temsil ediyorlardı o zaman halkın da “büyük” olması, ülkenin geleceğinin “parlak” olması gerekirdi.

    Puşkin diğerlerinden daha alçakgönüllüydü. Anıt ve Çaadayev’e mektuplarında Rusya’nın kaderinin Avrupa için koruyucu bir tampon olmaktan öte bir anlam taşımadığından söz eder. Bu böyle, çünkü Puşkin’in dâhiliği uyumlu.

    Bu huzur ve uyum ne Tolstoy ve Dostoyevski ne de Gogol’da var: onların dehası huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.

    Dostoyevski tüm isteğine karşın Tanrı’ya inanmadı. İnanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı. Puşkin geri kalan hepsinden daha üstündü çünkü Rusya’ya mutlak bir anlam yüklemedi.

    30 Ağustos, Roma
    Dostoyevski sahnesini yazdım. Senaryo bitti.

  • Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999

    Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999

    “Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999”, 80’li yıllardan, 90’lı yılların sonlarına Türkiye’de Punk’ın kendini somut olarak ifade ettiği müzik ve yeraltı kaynaklarını içeriyor. Döneme tanıklık etmiş belli başlı grup ve kişilerle yapılmış söyleşiler, 100’e yakın görsel ve o dönemlere ait grupların çoğu ilk kez gün yüzüne çıkan kayıtlardan oluşan tamamlayıcı CD’si ile konusundaki bu “ilk” kitap, Punk’ın Türkiye’deki kesintili tarihini merak edenler için gerçek bir kaynak niteliğinde. [Link]

    Editörler: Sezgin Boynik, Tolga Güldallı
    Kitap Tasarımı: Ali Cindoruk
    Yayıncı: BAS
    576 sayfa (Türkçe/İngilizce) + CD
    ISBN 978-605-0025-00-2
    16 cm x 23cm


    CMUK tayfa
    CMUK tayfa

    Türkiye’de Punk Olmak

    Tolga Güldallı

    Bilinen ve kabul gören ansiklopedik tarifi ile Punk, 70’li yılların ikinci yarısında İngiltere’de bir müzik akımı etrafında gelişen toplumun tüm değerlerini alt-üst eden, yıkıcı bir altkültürdür. Müzikal alt yapısını 70’li yılların ortasında New York’daki bazı müzik gruplarından almış, tavır ve tarzı ise İngiltere’de şekillenmiştir: Punk’un nihilist ve yıkıcı tavrı, zamanla gelişip olgunlaşarak, antifaşist, antikapitalist, antimilitarist, antiotoriter, cinsiyetçilik ve homofobizm karşıtı, derin çevreci, hayvan haklarını savunan, kendin yap’çı yıkıcı-yapıcı bir “ideoloji”ye dönüşmüştür.

    70’lerin ikinci yarısınnda öfke kendini, Avrupa ve Amerika’da Punk ile dile getirirken, Türkiye’de sokak çatışmalarına, grevlere ve devrim provalarında gösteriyordu. “Müzik dinlemenin” henüz “sırası” değildi. 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen “geleneksel” askeri darbe, işkenceler, zindanlar, idamlar, sürgünler, yasaklar, sansürler ve antidemokratik yasalarıyla gelmişti. 12 Eylül rejimi özellikle Sol muhalefeti tamamen susturmuş, günümüzde etkisi hala süren sistematik bir apolitizasyon ve kişiliksizleştirme çalışması ile, toplumun her kesimini, üniversiteleri, sanat ortamlarını sindirmişti. Devir, “Tonton amca”, “köşe dönmek”, “video kaset” ve arabesk devriydi.

    Böylesine sindirilmiş, kişiliksiz bir toplumda, kendisine dayatılan yoz arabesk kültürü kabullenmek istemeyen, kendisine nefes alabileceği bir yer arayan bir kesim gençlik için bir alan vardı, o d: Heavy Metal. Tek tük kaset kaydı yapan yerler ve yurtdışından gelen iki yabancı Heavy Metal dergisinin “alt yazısız” sayfaları sayesinde, kendini “farklı” hisseden bir kesim gençlik böylece Heavy Metal ile tanışmış oldu. Magazinel olmanın dışında, çoğunluk için Punk ile tanışma, Heavy Metal’den Punk müziğe bir “tarz” geçişi ile gerçekleşti.

    80’li yılların ikinci yarısından itibarı ile kendini metalci veya punk olarak lanse edenler, gündelik hayatın içinde de kendini göstermeye başlamıştı. 1977’lerde İngiltere’de punkların toplum düzenine karşı gerçekleştirdikleri “şok edici” taktikleri, kendini Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısında “özgür bir birey” olma nedeni olarak, uzun saç, küpe veya yırtık kot ile gösteriyordu. Bu hergün kavga anlamına geliyordu. Ancak yaşanan bu sokak sıkıntılarının dışında Türkiye’de Punk, kültürel ve politik anlamda gündelik hayatta kendine yer bulamamıştır.

    Türkiye’de gençlik, toplumun genel örf ve adet yapısına uygun bir şekilde, hiçbir alanda söz sahibi olamamıştır. Gerçek ekonomik, gerekse toplumsal baskılar nedeniyle gençlik bir alt kültüre ait olmak gibi “gençlik alışkanlıkları” sadece belli bir yaşa veya döneme kadar (İş hayatı, okul bitimi, askerlik veya evlilik) sürdürebilen, yaşanıp atlatılması gereken hiçbir zaman sağlam olmamış, gelenek sürdürülmemiş; bu yüzden kendilerini ifade edebilecekleri ve üretebilecekleri süregiden ortak bir yaşama alanı -altkültür- yaratamamışlardır.

    Punk’ın Türkiye’deki politik hayatla tanışmasının bir çok nedeni vardır. Bunlardan en önemlileri kuşkusuz 1980 askeri darbesinin genel toplum üzerindeki baskı ve etkileri, darbe sonrası yaralarını sarmaya çalışan ve toplumsal hayatta tekrar yer arayan Sol’un içine kapanık muhafazakar yapısı ve de Punk’ların genel anlamda politik hayata katılmak gibi bir dertlerinin olmamasıdır.

    Türk medyasında ve toplumunda Punk, başka ülkelerdeki genel bakış açısından farklı olmayacak şekilde- sapıklık, bi tip saç şekli, neo-nazi’lik ya da batı özenticiliği ile eş anlama gelmekteydi. “Resimlere bakmak” dışında Punk hakkında okunabilecek Türkçe kaynakların olmaması ve Punk’ın iletişim ve bilgi aracı olan fantazilerin ancak 90’lı yıllardan sonra ortaya çıkması nedeniyle, Punk çevresi içerisinde de Punk kavramının sığ kalmasına neden olmuştur. Kendini Punk olarak nitelendirenlerin çoğunluğu için Punk, öykünmenin ötesine gidememiş, sadece bir müzik tarzı, taviz verilmek zorunda kalınan dış görünümü ve Punk deyince akla ilk gelen aslında sadece Punk’a özgü bir durum olmayan bu olumsuz tablo, günümüzde de Türkiye’deki benzer tüm gençlik altkültürlerinin ortak açmazıdır. Türkiye’de yaygın bir altkültür olarak Punk’tan bahsetmesek de, hafızasını darbelerde yitirmiş, geçmişe ait bir belgesi olmayan bu depresif, muhazafakar ve “boya katılmış” ülkede, her türlü olanaksızlığın ve yalnızlığın içerisinde yaşanmış samimi bir dönemi belgelemek gerekiyordu.

    Elinizdeki bu -övünç kaynağı olmayan, konusunda “ilk”- kitap, 80’li yıllardan, Türkiye’de ilk “resmi” yerli Punk albümü olan Rashit’in Telaşa Mahal Yok‘un çıktığı 1999 yılına kadar olan süreçte, Türkiye’de Punk’ın kendini somut olarak ifade ettiği müzik ve yeraltı kaynaklarını içermektedir. Ancak bu kitap, o döneme tanıklık etmiş, “belli” kişi ve grupları içermekte, bir “Türkiye Punk Külliyatı” olarak algılanmamalıdır.

    Kitapta Punk ile birlikte adını sıkça göreceğiniz bir diğer akım Hardcore’dur. Hardcore, 80’li yılların başında Amerika’da, punk gibi giyinmeyen ve klasik punk müziğe göre çok daha hızlı müzik yapan Punkların kendilerini ayırmak için yarattıkları tarzdır. Hardcore günümüzde, özgünlüğü, disiplini ve sert söylemi ile Punk’la birlikte anılan ana bir akım haline gelmiştir. Yine de bu kitapta terim karmaşası yaratmamak için genel olarak Punk kelimesinin kullanılması tercih edilmiştir.

    Türkiye’de magazin köşeleri dışında Punk kelimesinin gözüktüğü ilk yer 1978’de Tünay Akdeniz ve Grup Çığrışım grubunun plak kapağında yer alan “Punk Rock” ifadesidir. Ancak bu ifade daha çok ticari amaçla yapılmış bir Punk şakasıdır. Aktif olarak Punk müzik yapan ilk topluluk 1987 yılında kurulan Headbangers’dır. Punk’ın iletişim kanalları olan fantazilerin, ilk görülmeye başlandığı yıl Türkiye’de fanzin kavramının da doğduğu yıl olan 1991’dir. Punk Müzik, Punk’ın “kendin yap” etiğine -zorunlu ve doğal bir şekilde- uygun olarak evlerde çoğaltılan demo kasetlerle yayılmış, Necrosis, Radical Noise ve Turmoil 1994 yılında ilk kez yurtdışında -Türkiye’de basımı yıllar önce bitmiş olan plak formatında- şarkılarını basma imkanı bulmuş, yerli müzik sahnesine bir çığır açmışlardır…

    Günümüzde Punk, müzik ve “moda”sı ile her ne kadar kapitalizm tarafından ehlileştirip, ambalajlanarak karlı bir ürüne dönüştürülmüşse de, Punk bir tavır olarak tüm dinamikleri, yeraltındaki paylaşım ve komünitesi ile muhalif bir altkültür olarak devam ettiği sürece yaşayacaktır.

    * Punklar, Punk üzerine okuyabilecekleri Türkçe kaynaklar ile çok geç tanıştılar. Punk altkültürü ile ilgili Türkçe’ye çevrilen ilk kitap, Dick Hebdige’in, orijinal adı Subculture: The Meaning Of Style olan “Gençlik ve Altkültürleri”nin ilk basım yılı 1988. Punk ile ilgili diğer kitapların basım yılları ise 2000’li yıllardan sonra. Bu kitaplar arasında Punk’ı yaratan ve etkileyen müzikal ve sanatsal akımlar ile dönemin ekonomik ve sosyal koşullarını anlatan Tricia Henry’nin “Punk Bir Altkültürün Oluşumu” adıyla Türkçe’ye çevrilen Break All Rules: Punk Rock and the Making of a Style ve Punk felsefesi ile ilgili Craig O’Hara’nın “Punk Felsefesi: Gürültünün Ötesinde” adıyla Türkçe’ye çevrilen The Philosophy of Punk: More Than Noise! kitaplarını okumanız tavsiye edilir.


    Mandala
    Mandala

    Punk Hakkında Türkçe

    Sezgin Boynik

    1. Sağ Elle Sol Kulağı Göstermek

    Bize, özellikle sosyalbilimcilere ve teorisyenlere, Punk’ın öğretebileceği çok değerli bir şey vardır, o da basitlik ve dolayımsızlıktır. Sözü uzatmadan, güzelleştirmeden, sakınmadan, yüceltmeden ve korkmadan söyleyebilmeyi öğretir. Bu dersi alabileceğimiz bir dünya kültürü daha vardır, o da Punk ile çoğu zaman eşanlamlı olan anarşizm öğretisidir. Fakat anarşizm Punk’tan daha fazla bir kültür meselesi olduğu için onun basitliği kolayca Lacan ve Deleuze ile bulanıklaşmaya meyillenir. Bu yüzden bugün artık basitlik ve dolayımsızlığı buradaki anarşizmde aramayalım. Özellikle Türkiye’de bunu aramamak için iki neden bulunmaktadır. Birincisi, tarihsel açıklama, 70’lerden beri basılan ve anarşist kelimeleri olabilecek en aşağılayıcı anlamda kullanan faşist kültür endüstrisinin sistematik karşı propagandasıdır. (Bu dönemde basılan kitapların isimlerine bile bakmak yeterlidir; “İslam Açısından Anarşi ve Tedavi Yolları”, “Kainatın Düzensizliği Anarşizm”). Anarşizm kullanışsız bir şey olup çıkmıştır, eğer bir nebze kötü niyete müsaade edilirse, “çocukluk hastalığı” olmuştur. Fakat ikinci sebep daha gizli, daha sinsidir ve doğal olarak daha kültürlüdür. Bu basitliğe vurulan en büyük darbedir. Radikal düşünce bu sefer karalandığı için değil, fakat karmakarışıklaştığı için kullanışsız olmuştur. Sol kulağını sal elle göstermek anlamına gelen bu karmakarışıklığı Baudrillard’ın modasından (ilginçtir bir sürü fanzinde de bu moda boy göstermiştir), sırasıyla Deleuze, Zizek, sonra anti-Zizek ve bilumum post-modern düşünürlerin etkisiyle anarşizmin olası basit bir dolayımsızlığı bir kör düğüme dönüşmüştür. Bu durumu destekleyen ve anarşizmin basitliğini (devleti lağvetmek) anlaşılmaz bir dilbilgisi gösterisine dönüştüren tutumun tersini ben Punk’ta bulabileceğimizi düşünüyorum.

    Bunu tabii ki Punk’ı politik bir hareket olarak düşünerek değil, basit düşünerek yapabileceğimiz kanısındayım. Dediğimiz gibi Punk basitlik demektir. Tekrar aynı şeyi vurgulamak gerekir, özellikle Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde anarşist teori acayip bir hal almıştır. Anlaşılmazlık ve karmakarışıklık dilbilgisiyle el ele olup dönüştürme değerini yitirmiştir. Çünkü gösterdiğimiz gibi kullanılmaz bir hale gelmiştir. Bu söylemin can sıkan ve okuyucularda anlama kaygısı yaratan durumları kafamızda canlandırdığımızda bu resimler daha da netleşir: soyut bir yazarı anlamaya çalışan ve canı sıkılan genç bir anarşist mesela. Fakat bulanıklığı eleştirirken biz de işi neredeyse basitlik leyhine tamamen karıştırır gibi olduk. Sonuçta biz burada popüler olan Punk’tan bahsediyoruz ve popüler kültürün ve basitliğin devrimci gücüne inanan ilk yıllardaki Brecht ve Benjamin’i aklımızda bulundurarak modernizmden bahsediyoruz. Bu şekilde Punk’ı ele aldığımızda artık onu post-modernizmin eğlence ve hedonist yorumundan kurtartıp, dünyayı yorumlama üzerine ayrı bir imkan yolu açmış oluyoruz. Benim için Punk’ın önemi bu imkandan kaynaklanıyor.

    Basitliğe methiye olarak algılanan bu girişte Punk’ın felsefi olarak niye bana ilginç geldiğini ve eğer Türkiye’de ya da herhangi bir yerde Punk ile ilgileniyorsam sırf bu basitlik ve dolayımsızlık yüzünden olduğunun altını çizmek istedim. (Halil Turhanlı’nın yaptığı basitlik eleştirisine tamamen katıldığımı da belirtmem gerek, fakat bu basitlik eleştirisi daha fazla form ile ilgili olduğu için burda bizi ilgilendirmiyor)

    Türkiye’de örneğin, daha ileride buna daha fazla değineceğiz, “Suratına İşemek İstiyorum” kadar hem direkt, hem de bu kadar basit, hem de bu kadar net ve saldırgan bir şarkının ancak punklar tarafından söylenebileceğini tahmin etmek zor değil herhalde. Bizim teorisyenlerin ve sosyalbilimcilerin de Punk’tan öğrenebileceği şey de güçlü bir suratlara işemek isteyen teoridir.

    Tabii ki bu kitap böyle bir teoriyi üretmek için yazılmamıştır. Bu Türkiye’deki Punk ile ilgili bir kitaptır. Fakat kitabı hazırlarken, en azından yaklaşımımız ve seçeneklerimiz dahilinde, dikkatli bir şekilde entelektüel olmaktan kaçındık. Onun için bu kitap hiçbir şekilde bir sosyolojik vaka veya “şizoanket” ya da bir sözel tarih çalışması olarak okunmamalıdır. Kitabı hazırlama sırasında yaptığımız araştırmalar (genelde röportajlar) hiçbir yönteme göre yapılmamıştır. Olabildiğince kişisel olan bu yaklaşım, aynı zamanda benim için sadece Türkiye’deki Punk’ı değil, bir o kadar da hayatı ve insanları anlamama da çok yardımcı oldu.

    2. Sineği İnek Yapmak

    Özellikle her on yılda bir gelen askeri darbelerden dolayı zaten üstün gelme bir şekilde başlayan modernleşme Türkiye’de tamamen süreksiz bir seyir göstermiştir. Modernizmin tamamlanmamış bir proje olduğunu anlamak için burada ileri görüşlü ve çok zeki olmak gerekmiyor.

    Türkiye’nin bu modernleşme tarihinde Punk’ın izlerini aramak onun için belki biraz garip kaçabilir, daha doğrusu gariptir. Geçen bölümde Punk’ı aslında neredeyse felsefi bir kategori olarak ele aldık. Halbuki Punk bunun dışında bir de belli bir tarihi olan ve belli bir coğrafyada daha fazla görülen bir altkültür hareketidir. Öyle ki 1977 yılında Londra’da resmi olarak başladığı kabul edilen bu hareket Türkiye’de nasıl anlaşılmalıdır?

    Çünkü biliyoruz ki, daha doğrusu bu kitap ile bilinecek, Türkiye’de Punk 1987 yılında (artı/eksi bir yıl) İstanbul’da Headbangers grubuyla ilk defa tam anlamıyla kamusal bir anlam kazanmıştır. Eğer Tünay Akdeniz ve Çığrışımlar’ın ithal Punk-Rock’ını saymazsak o zaman Türkiye’de Punk normalinden on yıl sonra başlamıştır. İlk resmi Punk albüm ise bundan on küsür yıl sonra piyasaya çıkmıştır. Bu kitapta bu iki tarih arasında Türkiye’de Punk ile ilgilenmiş kişileri ele aldık. Kitaptaki röportajlar ve kimi yazılar okuyuculara bu bilinmeyen tarih hakkında bir fikir verecektir, onun için kimsenin hiçbir uzman sosyolojik değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum.

    Fakat yine de yöntem ve araştırma seyri hakkında birkaç söz; bu kitabı hazırlamak benim zannettiğimden çok daha zor oldu. Bunun birkaç nedeni olabilir: röportaj yaptığımız kişilerdeki konu hakkında isteksizlik, inançsızlık, sabırsızlık veya tembellik, röportaj yaptığımız çoğu kişinin bu konuda söyleyecek çok şeylerinin olmadığını iddia etmesi (her seferinde de zıddı gerçek oluyordu), bir takım psikolojik zorluklar (hafıza kaybı, yanlış hatırlama, abartma gibi ya kimyasallarla ya da ideolojik plandaki değişimlerle açıklanabilecek şeyler) veya doküman eksikliği, röportaj yapmak istediğimiz kişilere ulaşma gibi fiziksel zorluklar. Bu konuda hiçbir kaydın olmaması da en baştaki zorluktu. Ama biz en başından beri bu tarz “yeraltı” araştırmalarında görülen “sineği inek yapmak” hatasından kaçmaya çalıştık. Durduk yerde yeni bir şehir mitolojisi yaratmak değildi amacımız.

    Punk böyle bir şeye hem felsefi kategori olarak hem de tarihsel bir fenomen olarak müsaittir. Her yerde ve her koşulda farklı anlama gelebilir Punk, örneğin eski-Yugoslavya’da özyönetimli sosyalizmin üçüncü yol teorisini ve pratiğini destekleyen bir hoşgörü göstergesi iken (Emir Kusturica’nın ilk ve en iyi filmi “Do You Remember Dolly Bell?”i düşünün, sadece filmde kahraman Punk değil, Rock ‘n’ Roll çalıyordu), Letonya’da bağımsızlık sürecinde çoğulcu milliyetçi seslerden biri oluyor (Jri Podnieks’in “Is It Easy To Be Young?” filmi), fakat yine de Punk zamanına göre putkırıcı, anti-otoriter, saldırgan, eleştirel ve bununla beraber batıcı, şehirli, elitist ve kitsch karşıtı olan bir kültürdür de. Bugün en küçük ve en gelişmemiş ülkelerde bile Punk’ın izlerini aramak ve takipçilerini bulmak bu modern/şehirli kültürün ulaşabileceği etkinin sınırsız olduğunun göstergesi de olabilir. Eğer İran’da punklar varsa, bunların gürültüsü mollaların ezanı dışında başka sesler de olduğunun işaretidir ve bu gürültü “orda” bile modern şehirli bir kültürün olduğunu garanti eder. İşte bunu garantilemek için çoğu durumda ve yerde sineği inek yapma taktiği uygulanır. Böylece olmadık bir tarih ve gelenek icat edilir.

    Bu kitapta biz bundan kaçındık, en azından olabildiğince kaçındık. Ama aynı zamanda bu araştırmanın bir Sherlock Holmes davası olmadığını da söylemek gerekiyor. Dünyanın her yerinde punkları takip eden ve bu kitapta Türk Punk Camiası hakkındaki raporunu yayınladığımız Luk Haas’ın Tien An Men şirketi ile yıllardır yürüttüğü pratik, bir sineği inek yapmak meselesi olarak yorumlanabilir mi? Kimilerine göre evet, bu egzotizmin ulaştığı son basamaktır, Tacikistan’da Hardcore-Punk! (Herhalde bir oksimoron olmalı!)

    Fakat Luk Haas’ın samimiyetine ve pratiğinin içtenliğine inandığımız için (Üçüncü Dünya yer altı ürünlerini hiçbir büyük mainstream kanal kullanmadan dolaşıma sokması, tüm ürünlerini kendi hazırlaması, DIY vs…) bu örnekte kötü niyetin olmadığını ve bu plakların plak hammaddesi vinyl’den daha tehlikeli olmadığını varsayıyoruz. Luk Haas hakkında bu kadar.

    Biraz önce Punk’ın modernizm/şehirli kültürün garantisi olması hakkında başlattığımız tartışma çok önemlidir; çünkü bazı durumlarda Punk aynı zamanda çokkültürlü, demokratik, hoşgörülü ve “açık toplumların” test kağıdı olabilir. Karikatürize edersek eğer: “Tamam, sizin en karanlık ve karamsar döneminizde bile Punk’ınız vardıysa, Avrupalı olabilmeniz kolaylaşmıştır.”

    Türkiye’de Punk’ın olması, hem de 80’lerde olması, bugün bakıldığında çoğu kişi için politik doğruluğun bir göstergesi ve Türkiye’nin modern ve açık toplum olduğunun bir garantisi olarak yorumlanabilir. Sineği inek yaparak, Türkiye’deki Punk’ı olduğundan farklı ve fazla gösterdiğimizde, kolayca biz de bu neoliberal görüşün sözcüsü olabiliriz. Bu kitap dış mihraklı destekle basıldığı için bu konuda okuyucuları daha fazla uyarmamız gerekiyor. Punk, doğrudur, çelişkili bir şekilde yüksek kültürün sözcüsü olabilir (zavallı ölü Debord Fransız entelektüeli olabildiği gibi) fakat bu kitapta bizim herhangi bir ajandamız (gizli ve açık) olmadığı gibi, hiçbir şekilde de Punk’ı bir açıklama olarak kullanmadık. Eğer izin verirseniz teorinize işemek istiyorum, hem karmaşık olanlara hem de komplocu olanlara!

    3. Çekiç Değil, Ayna Değil, Pencere

    Karl Marx’ın “sanat ayna değil, çekiç olmalı” önerisi Türkiye Punk müziği için pek geçerli değildir. Türkiye’de Punk müziği bir penceredir. Bu bölümde bunu yavaş yavaş göstereceğiz.

    Punk müziği 1977’de Londra ve Kıta Avrupası ve ABD’de epey bilinen ve gençler arasında popüler bir altkültür hareketi haline geldiğinde, Türkiye’de o zamanlar Punk hakkında ve genelde Rock ‘n’ Roll hakkında yazılan yazılar eleştirel türdendir. Punk, emperyalizm, Batı dekadansı, çürüme ve apolitiklik ile eşanlama geliyordu. Punk’ı eleştirenler onun bir Batı demokratik kapitalizminin ajanı ve garanticisi olduğunu ve IMF ile (her ne kadar görünürde buna karşı ise de) el ele gidebileceğinin farkındaydılar. Türkiye’de 1977’de Sol hareket Punk’tan olabildiğince uzaktı, ama Punk’ın en anarşist görünümlerinden bile daha radikaldi. Aynı zamanda da Türkiye’deki Punk’ın hiç olamayacağı kadar da enternasyoneldi; Yar Yayınevi o meşhur yıl İtalyan Kızıl Tugayları, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu, İran, Kamboçya ve bir sürü ülkenin gerilla hareketlerinin manifestolarını en modern tasarımlar ile yayınlıyordu. Militanlar ve sempatizanlar Arnavutluk, Çin, Küba, Bulgaristan… tüm ülkelerin Sol teori ve pratiklerini takip ediyordu. Fakat Sol’un müziği hiçbir zaman çekiç değildi, daha doğrusu hiçbir zaman Punk’ın anladığı anlamda üç akorlu gürültü üreten bir rahatsızlık değildi. Sol müzik ya erkek köylülerin maço gür sesi olmuştur, ya da melankoli ile sızlayan kadın ana’nın ince sesi. Türkiye’de politik müzik gün bugün böyledir, hatta art arda gelen kayıplar ile bu kaderci formunu daha da pekiştirmiştir. Sol teori ne kadar enternasyonel olmuşsa da, pratikte de o kadar mahalleci (gecekonducu!) kalmıştır.

    Bana öyle geliyor ki, gürültüden arındırılmış bu melankolik Sol ses, garip bir muhafazakarlığı da beraberinden getirebiliyor, öyle ki bugün Otonomcular gibi hayli uluslararası teori ile beslenen radikal politik (Negri’den Balibar’a kadar) oluşumları ziyaret ederseniz, dünyanın en bayat ve sıkıcı halk müziklerine hazırlıklı olmalısınız. Bu yüzden Murat Belge’nin daha seksenlerin başında yaptığı Arabesk ve Punk müzik benzetmesi esasında yanlıştır. Eğer Arabeski yüksek sanat müziğinden farklı olarak daha amatörce bir ses ve devrime gebe bir Vox Populli olarak Punk ile eşanlamlı değerlendirirsek, o zaman Punk’ı temeli olan gürültülü basitliği salt bir muhafazakar feryada indirgemiş oluruz.

    Sol müzik çekiç değildi, ama ayna da hiç değildi. Müzikte ayna ve orta sınıf psikolojik dertler ve depresyonlar herhalde 80’lerde Sezen Aksu ve onu hala devam ettiren en aptal liberaller tarafından başlatılmıştır. Fakat 80’lerde Sol olmayan, bu yüzden de apolitik olan, ama hiç de orta sınıf ve vasat olmayan bir gençlik sesi de yükseldi bu ses tabii ki ilk heavy metal ile yükselse de kısa zamanda asıl radikalliğini Punk ile kazandı. 80’lerde Türkiye’nin nasıl bir yer olduğunu o dönemde burada yaşayan birçok kişinin röportajlarından görebiliyoruz; karartmalar, sürekli baskı, hiçbir şeyin net olmaması, garip ve iğrenç bir stil, muhafazakarlık ve vahşi kapitalizm. İşte bu dönemde belki de ayna olmayan ender radikal hareketlerden biri Punk’tı ve Marksist olmadıkları için de çekiç olma şansları yoktu.

    Bir de punkların sayısı az imiş o dönemde ve de tipik bir “yeraltı” partisi şöyle olurmuş; bir iki Metal grubu, ardından bir Punk ve arada da bir Break Dance show, hepsi de gündüz ve kiralanmış bir düğün salonunda. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemde yeraltı kültürü tüm o 80’lerin hafıza kaybından sonra kendini tekrar bulmaya çalışıyormuş, onun için o dönemde kimse kendini tam olarak Metal, Punk veya Hardcore olarak tanımlamıyormuş. Bu arama dönemi Türkiye’deki eksiklikler yüzünden yukarıda bahsettiğimiz parti gibi komik ve eğlenceli de olabiliyormuş. Bu yüzden biz Türkiye’deki Punk’ın çıkışını 80’lerin o politik ve kültürel (karanlık) ortamıyla açıklarken, Punk’ın bu duruma karşı oluşunu göz önünde bulunduruyoruz. Punklar ebeveynlerinin melankolik Sol’undan, etraftaki depresif pop’tan, yerel ve milli olmaktan, kapalılıktan bıkmış gençlerdi. Kesinlikle yeni alternatifler öğrenmek isteyen ve yeni şeyler denemek isteyen kişilerdi, eğer illa söylemek gerekirse açılmak istiyorlardı. Onun için 80’lerde Punk’ın (Türkiye’deki her şeyin olduğu gibi) karanlık tarafında Demokles’ın kılıcı gibi asılı duran liberalizm ve Turgut Özal figürü var. Kitapta birkaç yerde tartışmalı bir şekilde ismi geçen Özal, açılma teorisi için belalı bir isimdir. Çünkü hem Punk’ın özgürleşme isteği, hem de Özal’ın liberal kapitalist Pazar programı aynı açılma ve dünyaya ait olma isteğiyle birlikte okunabilir. Unutmayalım ki ilk İstanbul Sanat Bienali ve ilk Punk grubunun kurulması da aynı tarihe denk gelir. Özal kendi açılma isteği ile liberalizm ve vahşi kapitalizmi savunduğu kadar, aynı inatla da en gerici ve en muhafazakar kültürü de destekliyordu.

    Punklar için bu açılma kültürü farklıdır, dünyayı hiçbir resmi temsilin dolayımı olmadan anlamaktır. Bu açılma hiçbir zaman tam anlamıyla olamayacağı için -taşra ve yerellikten kurtulup dünya kültürüne ait olmak anlamında (bunun hangi koşullarda mümkün olduğunu bir sonraki bölümde göreceğiz)- bunu daha çok dışarıya bakış veya dışarıyla ilgilenme olarak görebiliriz. Burada, yine, Punk’ı açık toplumun sözcüsü olma gibi bir yoruma indirgememek için dikkatli olmalıyız. Fakat İstanbul’daki punkların toplum nasıl daha elverişli bir yer olur gibi bir dertleri ve planları olmadığı için ve Punk tavrının ülkeyi daha açık göstermeyle ilgili hiçbir alakası olmadığı için yukarıdaki bu indirgemeci yorumdan kolayca vazgeçebiliriz. Bu çözüm punkların başkaları tarafından böyle yorumlanmayacağı anlamına gelmez, biz en azından bunu yapmayacağız, kitabın birkaç yerinde Özal ismi tehlikeli bir şekilde Punk ile yan yana getirilse de. Yukarıda geliştirdiğim önermeyi şöyle tanımlayabiliriz: Punkların temsil ile sorunları yoktur ama temsil edilmeye de sorunlu bir şekilde müsaittirler.

    Onun için Punklar’ın sanatına pencere diyoruz, sıkıcı ebeveynleri ve aptal politikacılar dışında başka bir şey aradıkları için. Bu arama ve öğrenme tabii ki çok komik sonuçlar da doğurabilir. Örneğin Tünay Akdeniz’in ithal Punk’ı ve bunu iğrenç (abject) olan sakatatlar ve moda olan çengelli iğneler ile sentezlemesi herhalde prototipik bir Punk komedi olarak kalacaktır. Türkiye’nin açılma tarihi Araba Sevdası kahramanı gibi bir sürü örnekle doludur, Barış Manço ve Kaygısızlar’ın “Helter Skelter”inden, Metin Erksan’ın “Şeytan” filmine kadar. Sanırım en komiği ve komik olduğu kadar da tehlikeli olanı bu kitapta Dead Army Boots’un vokalisti Tarkan ile yaptığımız röportajda ortaya çıktı. Bir konserde niye gamalı haç kullandığı ve heil selamı yaptığı sorusuna eski Punk, o zaman Türklerin Türk Punk’ı, Almanların Alman Punk’ı ve Amerikalıların Amerikan Punk’ı yapması gerektiğini söyledikten sonra biz de Dead Kennedys’in hep Amerikan karşıtı müzikler yaptığını hatırlattık. Tarkan’ın cevabı işte bu hikayenin en ilginç kısmı: “Biz Dead Kennedys’in hayranlarıydık, tüm şarkı sözlerini ezbere bilirdik ve biz de Amerika’dan nefret ederdik”.

    Marx’ın dediği gibi bazen anlama yanlış olabilir. Punklar politik olarak doğru olmayı iplemedikleri için, bu örneğin de öyle sanıldığı kadar tehlikeli veya milliyetçi olduğunu iddia etmek abartı olabilir. Zaten bu tarz Fellinivari örnekleri istediğimiz kadar arttırabiliriz, ne de olsa geç ve farklı bir modernleşme Punk’ından bahsediyoruz.

    Fakat bu kitaptan okuyucuların anlayacağı gibi 80’lerin sonundan ve 90’ların başına kadar (internetten önceki dönem) dünyada olup bitenleri takip eden inanılmaz bir kitlenin varlığının olmasıdır. Mektuplarla dünyanın her köşesindeki fanzin ve demolardan haberdar olan bu kitle, az da olsa, bir imkanı temsil ediyor, Türkiye’de şehirde alternatif ve eleştirel bir kültürün olabileceği imkanı. Kimileri için bu pencere yurtdışına çıkmak, yurtdışı ile mektuplaşmak veya Deniz Pınar’ın dükkanı olmuştur, fakat her ne şekilde olursa olsun farklı bir dünyaya açıldığı kesindir.

    3. Müslüman Mahallesi’nden Salyangoz Satmak

    Bariz muhafazakarlık olan bu deyim Türkiye’de bir imkansızlığa işaret eder; tam olarak Batıcı olamamak. Aynı zamanda bu alaycı bir şekilde batıcılığı, garpçılığı veya isterseniz oksidentalizmi eleştirir.

    Punk ve Türkiye’deki diğer altkültürlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzetilmesinin nedenlerini şimdiye kadar anlattıklarımızdan kolayca ortaya çıkarabiliriz. Bu nedenler muhafazakarlığın da çehresini ortaya çıkarır: Türkiye’deki sosyal ve kültürel gerçek Batınınkinden farklıdır, yeteri kadar olamaz mitolojisi. Milli değerler artı kültürel anti-emperyalizm eşittir bu muğlak muhafazakar bilinç. Tahmin edeceğiniz üzere Punk’ın burada yeri yoktur.

    Önceki bölümlerde sırayla incelediğimiz Punk’ın kategorik, tarihsel ve politik imkanlarının bu duruma nasıl bir alternatif getirebileceği üzerine bir görüş geliştirmek istemiyorum. Zaten bunu ancak laboratuar ortamında üretilmiş bir Punk’ın yapabileceği kanısındayım, ayrıca Punk için böyle bir ajandanın onun esas yapısını tamamen bozacağını düşünüyorum. Fakat Punk konusunu ele alarak bu konuyu tamamen zıt bir perspektiften de yaklaşabiliriz, garpçılığın zıddından, daha doğrusu şarkiyatçılıktan veya oryantalizm açısından bu konuyu ele alabiliriz. Böylece önceki bölümde cevapsız bıraktığımız soruya geri dönebiliriz, Türkiyeli bir Punk/yeraltı grubu hangi koşullarda dışarı çıkabilir, dünya kültürüne ait olabilir? İçeride modern, dışarıda geleneksel/folklorik olduğu sürece. Oryantalizm bakış açısıyla ele aldığımızda Punk ve ona benzer müzik ve yaşam türlerinin Türkiye kökenli olduğu zaman, Türkiye kültürel (daha doğrusu folklorik) kökenli olması gerektiğini de anlıyoruz. Eğer Türk bir Punk grubu başarılı olmak istiyorsa illa ki içerisinde bir saz veya zurna baharatı ya da bir arkaik ritim yapısı olmalıdır. Bu böyle olmadıkça yapılan müziğin anlamı olmaz. Veya röportajını yayınlamadığımız Türkiye underground müzik uzmanı Jay Dobis’in dediği gibi “Hiçbir ilginçliği olmaz. Bu kadar zengin halk müzik kültürü varken niye kullanılmasın, zaten İngilizler ve Amerikalılar yeterince bundan (underground’tan) yapıyorlar, niye aynısı eklensin”. Her zaman bu kadar olmazsa da DJ John Peel, Tim Hodgkinson, Thurston Moore’un da genelde “oryantal” kokan Türk underground ve Punk’ına ilgi gösterdiklerini biliyoruz (ama yine de kimse Dobis kadar Punk/Underground gruplara “saz” danışmanlığı yapacak kadar uzman ve net olmamıştır).

    Bunun en komik versiyonu da Türk gruplarının bitmek bilmez sentez yapma yetenekleridir, doğu ve batı arasındaki sentez. Einstürzende Neubaten’ın basçısı gözüyle yapılan en son film sanırım bunu en iğrenç ve çekilmez haliyle sunmuştur; artık Türkiyeli, İstanbullu yer altı müzisyen saz ve zurna ve sentez dertleriyle iyice içi boş bir türe dönüşmüştür. Aslında zavallı Piyer Loti Hacke’nin de bugün Türkiye’de istese de görebileceği pek öyle ciddi bir alternatif yoktur, müzik ve altkültür sahnesi iyice kendini oryantalize etmiştir, piyasada olan grupların çoğu neo-psychedelic hippi post-rock kafa karışıklığı ile ülkemizin güzel çok-kültürlü halk seslerini sentezlemekte yarışmaktalar. Yeraltı gruplar kendi müziklerinin yeniliğini The Can ile Müslüm Gürses ve Velvet Underground ile Orhan Gencebay arasında bir yerde bulunmakla tanımlamayı ve sentez durumunun olabileceği en muhafazakar haller almasından da çekinmiyorlar.

    https://www.youtube.com/watch?v=cbJdZEOXYgc

    Bu duruma nasıl böyle gelindiğini araştırıp, halihazırda bulunan post-kolonyal teorileri ile güzel bir beyin jimnastiği yapabilirdim, ama Türkiye’de bu değişimi çok iyi bir şekilde belgeleyebilen iki öğretici grup, fenomen vardır; Zen ve 2/5 BZ. İki grup da ortalama aynı zamanlarda başlayıp (80’lerin sonu ve 90’ların başı) o zaman Türkiye’de hiç olmayan Avant-Punk ve deneysel müziği tamamen politik bir şekilde yapıyorlarken, 90’ların ortalarında yavaş yavaş gitarı bırakıp saz’a yöneldiler ve kendi ülkelerinin halk ezgilerinin zenginliklerini tekrar keşfederken aynı zamanda hem müziklerindeki gürültüyü azalttılar, hem de gittikçe sentezleme amacıyla gösterisel bir ses mitolojisine yaklaştılar. Zen grubu kendi ismini Baba Zula olarak değiştirdi, ve en son (yine saz ile yaptıkları) Tanbul albümünden sonra oryantal olmayı iyice geliştirerek “göbek dansı, Punk, dada, pscyhedelic ve dub” müziğini sentezleyen en başarılı Türk grubu oldular. 2/5 BZ grubu ise bu oryantal durumu sahte bir “no turistik no egzotik” kinik kendi-eleştirisiyle örtmeye çalışırken, grubun yaptığı ilk albümlerle hiçbir alakaları kalmadığını da görüyoruz. (Burada şapkaları Bülent Tangay adına çıkarıyoruz!) Bu iki grubun ve onları takip eden bir sürü başka oluşumların oryantalizm ile alakalarının daha ciddi bir analizi yapılması gerekiyor, fakat burada en azından şundan bahsetmeden edemeyiz, bu iki grubun sesleri ve tavırlarının oryantalleşmesi ile dünyaya açılmaları ve saygın birer müzisyen olmalarını doğru orantılı olarak artması gerçeği gözümüzden kaçmıyor.

    Bu kitapta biz çoğunun gözünden kaçan, 80’lerin başından 90’ların sonuna kadar ki süreçte üretilen samimi ve güçlü yeraltı seslerine baktık. Umarız bu röportajları okuyan okuyucular bir imkanın farkında olurlar, bugünden farklı bir imkan; ne salyangozlara ne de Müslümanlara ait olan bir imkan.


    Kemal Aydemir

    Punk ile tanışman nasıl oldu?

    Ben İngiltere’ye grafik okumaya gittim. O zaman Türkiye’den bilgi alabileceğin çok kaynak yoktu. Bilgi sahibi olamıyordun. Gittiğimde bir baktım ki, okullar süper pahalı. Plan şöyleydi; yarım gün çalışıp, yarım gün de okula gidecektim.

    Hangi okul?

    Hangi okul diye bir şey yok. Giremedim ki, hangi okul olmadı.

    Kaç yılı?

    1977. Türkiye’de o zaman hippi hayatı vardı, saçlar uzundu. Böyle bir ortamdan oraya gittim. Orada film tamamen değişik. Hippilerin hepsi yaşlanmış, çoğu işgal evlerinde kalıyor. Bir süre sonra punkları görmeye başladım. Garip makyajlar, yırtık elbiseler, toplu iğneler falan. Tabii çok değillerdi başlarda. 77 yılı daha. Bunlar kafayı sıyırmış zannettim. Psikopat, tehlikeli adamlar diye düşündüm.

    Bende hippi kafası devam ediyor tabii o sıra, hâlâ Pink Floyd, Frank Zappa dinliyordum. Bir arkadaş, “Burada yeni bir akım çıktı. Bu gördüklerin Punk. Bunların kulüpleri var. Seni bir konserlerine götüreyim bak, ne biçim fark var” dedi. İyi dedim gidelim. Biz kalktık gittik. Marquee diye bir yer vardı. O gün Lurkers ve 999’in konseri vardı orada. İçeriye bir girdim, yani samimi söylüyorum bayağı korktum. Biz gayet düzgün kıyafetteyiz. Onların hepsi yırtık pırtık elbiseler, zincirler falan. Akıl hastanesi gibi içerisi. Biz nereye geldik diye bir taraftan korktum, bir taraftan da enerji bayağı hoşuma gitti. Çok renkliydi.

    Konser bir başladı, biz de tam öndeyiz, bir de içerde bira içiyorlar. Pogo falan derken bir kargaşa. O onun üzerine çıkıyor biralarla, millet birbirine tükürüyor. Herkes içki içinde. Biz korktuk kavga çıkar diye gittik arkaya, oradan seyrediyoruz. Müthiş bir elektrik vardı müzikte ilk gördüğümde. Nasıl karşılaştırma yapayım; bizim 60’lı yılların gruplarında, grup çıkar sahneye, belirli bir parçayı çalar. Sonra saatlerce gitar solosu car cur cur. Arkadan davul çalar gider gider. Bunlar bir şarkı çalıyor iki dakika, hop diyor ikinci parça. Hiç gitar solosu falan da yok. Ama müthiş bir elektrik de var. Ulan dedim ben bu müziğe bayıldım, her hafta gelelim buraya.

    Biz o zaman kuzey Londra’da oturuyorduk. Orası da hep işgal evleri. Orada da İngiliz Rock tarihinde önemli bir yeri olan bir pub vardı. Ama fazla da büyük bir yer değil. O mahallede oturuyorum ya ha bire bakıyorum kimler çalıyor diye. Pub’a sürekli gitmeye başladım. Dedim salla hippileri punklarda hayat var. Bu arada, adamlar ne istiyor, amaçları nedir, kültürü nedir hâlâ bilmiyorum. Fazla İngilizce de yok, anlayamıyordum.

    Kings Road’a giderdik. Orada punklar hava atardı. Giyinirler, millet onlara bakar, bunlar millete tükürür falan. Malcolm Mc Laren’ın Sex diye ünlü dükkânı vardı. Oradan geçiyordum bir gün, ama dükkân olduğunu bilmiyorum. Vitrine çürümüş bir postal koymuşlar. Kavramsal sanattan falan da anlamıyorum. Dedim burası neyin nesi. İçeri bir girdim, içerde Jordan, elinde de kırbaç, bana bakıyor. Eyvah dedim. Fakat dükkân hoşuma gitti. Kimse sana bir şey sormuyor, diğer dükkânlar gibi değil. Müzik olarak da Punk çalıyor. Ben de burası herhalde Punk dükkânı diye düşündüm. Fakat elbiselere falan baktım, hep fetişist. O zaman moda “bondage trousers” idi. Ulan bunları kim giyer. Tşörtlere falan baktım. İlk o grafikler var ya fosforlu renkler falan, bayağı hoşuma gitti. Her Kings Road’a çıktığımda o dükkâna uğrardım.

    Sonra aradan bir zaman geçti. Punklar o zaman çalamıyorlardı. Gazetelerde Sex Pistols çalıyor gözüküyor ama Sex Pistols’ın nerede çaldığı belirsiz. Gizli çalıyorlar. Bir olay oldu. Bir kızın gözüne konserde şişe atmışlar, kızın gözü çıkmış. Bütün Punk konserlerini yasakladılar. Marquee’ye gidiyoruz hiç konser yok. Flyer veriyorlar elden, gelin işte şurada şu saatte konser var diye. Kapıda flyer’ı gösteriyorsun, tamam gel geç diyor içeri. Bir gün kim olduğunu bilmediğim bir konsere gittim. İçeriye bir girdim. İçerisi nasıl kalabalık. Eski bir fabrika ya da depo gibi bir yer. Biz de hâlâ kafada şey var, konser deyince koltuklar olacak, herkes oturacak falan. Bir baktım içeriye herkes punk. Ben pardesü falan giyiyordum. Burada nasıl konser olur falan derken, bir çıktı grup: Sex Pistols. Ama bilmiyordum Sex Pistols olduğunu çünkü, isim değiştiriyorlardı. Mesela Sex Pistols çıkıyor ama isimlerine Adventures diyorlar yakalanmasınlar diye, yasaktı çünkü. Biri çıktı doktor kıyafetiyle. Ortalık cehennem gibi. Skinheadler vardı o zaman, onlar faşistti, karşılardı Punk’a. Bunlar konsere bir baskın yaptılar, ortalık karıştı. Adam birine bir jilet attı. Adamın dudak gitti. Polisler falan geldi. Kendimi sokağa attım. Ulan dedim bir daha bunların konserine gitmem.

    Sen tam Punk’ın patladığı yıl gitmişsin. Kaç yaşındaydın o zaman?

    O zaman 25. Aslında punklar için yaşlıydım. Punkların hepsi 16-17 en fazla 20 yaşındaydı.

    Punk dinleyenlerin hepsi İngiliz miydi? Yabancılar var da mıydı?

    Baştan sadece İngiliz’di Punk dinleyenler. 70’lerin sonunda, 80’lere doğru Fransa’dan, Danimarka’dan punk tipli kızlı erkekli insanlar gelmeye başladılar.

    Türk olduğunu söyleyince bir ayrımcılıkla karşılaşıyor muydun?

    Punklarda o zaman ırkçılık yoktu ki. Hatta Clash, en son Rock Against Racism (RAR) diye bir kampanya yapmıştı.

    Hangi grupları gördün?

    X-ray Spex, Siouxsie and the Banshees, Lurkers, çoğunu gördüm… 80’lerde müzikte yeni bir kapı açılmıştı Punk’la birlikte. Eski zaman müziğinde hep aşk vardır ya, o bitmişti. Artık şarkılar öfkenin dışavurumuydu. Ardından endüstriyel müzik çıkmıştı. Aynı dönemde bir de Two Tones Ska müziği de çıkmıştı. Londra’nın en fazla uçtuğu dönem o dönemdi. Sonra bir de yeni romantikler çıkmıştı. Aynı dönemde psychobilly. Yani o dönem hepsi ayrı ayrı yerlerde çalıyordu. Bir de 50’lerin Rock’n Roll’unu dinleyen Teddy Boy’lar vardı. Müziğin en güzel patlama yaşadığı dönemde Londra’da kaldım. Punk, New Wave ve New Wave’den sonra açılan bütün akımları yakaladım. Joy Division’lar, Sisters of Mercy’lar işte. Karanlık müzikler.

    Dünyaya bakış açım tamamen değişti. Ben de çoğu zaman işgal evinde kalıyordum. O zaman serbestti. Boş bir binaya giriyorsun, kapıyı kırıyorsun, orası artık senin. İngiltere’de öyle bir kanun vardı. Kalacak yerin yoksa kapıyı kırıyorsun, kilidi değiştiriyorsun ondan sonra gidiyorsun belediyeye. Benim kalacak yerim yok buraya girdim diye bildiriyorsun. Elektriği açtırıyorsun. Parasını veriyorsun onların. Ama kira vermiyorsun. Orda kalanların çoğu da zaten hippiler, punklar, gotikler.

    Orada müzikle uğraşıyor muydun?

    Yok. Orada en kötü işlerde çalışıyordum. İnşaatta çalıştım. Lokantada, restoranda çalıştım. Mutfakta bulaşıkları yıkıyordum.

    Oturma iznin var mıydı yoksa kaçak mıydın?

    Kâğıt evliliği yaptım. Yakalandıktan sonra da sınır dışı edildim.

    İstanbul’a dönünce nasıldı burası?

    Sorma işte en kötüsü de oydu. Buraya geldim bir baktım sıkı yönetim var burada. Havaalanına bir girdim bir baktım her yerde askerler, makineli tüfekler… Dedim herhalde biz yanlış yere geldik. Afrika’ya mı geldik lan? Burası Türkiye olamaz. Özgür bir ülkeden geliyorsun, bir bakıyorsun her taraf asker dolmuş.

    Askerin biri git pasaport işlemlerini yap diye bağırıyor. Saat 2’de karartma var, sokağa çıkma yasağı var dedi. Çabuk buna araba bulun dedi. 2 bavul vardı bende plak dolu içerisi. Taşıyamazsın yani. Plakları görseler beni içeri koyarlar. Çünkü o zaman yasaktı öyle şeyler. Mesela aralarında Alien Sex Fiend’in plağını görse yırtar atar çöpe. Bizim birader orada çalışıyordu o zaman. Bavula baktırmadım.

    İstanbul’a gelince burada tamamen depresyona girdim. 6 ay geçti. Ben dayanamadım, yaşayamam dedim burada. Alışıyorsun ya oradaki rahat hayata. Çok ters geldi. Bu kadar askeri sistem hoşuma gitmedi. Dedim bir an önce kaçıp gideyim. O sıra bir de pasaportu almasınlar mı? Sana pasaport yok dediler. Eyvah eyvah haydi buyurun. Bir sıkıntı, bir depresyon…

    Peki hiç arkadaşın yok muydu Punk dinleyen?

    Hayır, hiç yoktu. Bir kişi bile yoktu. Çok yalnız kaldım. Plakları dinliyorum, böyle gençlik de var ya, bayağı üzüntülü zaman, hep ağlıyorum. Kendi kendime evde pogo yapıyorum. Bayağı yıkılmıştım. Burada hiç kimse Punk dinlemiyordu. Daha yeni British Metal çıkmıştı. Bazen onların yanına gidiyordum değişiklik olsun diye. Punk diyordum, Punk neymiş lan diyorlardı.

    Herkes punkları faşist, ırkçı zannediyordu. Oysa durum tam tersi. Hiçbir ırkçı punk grubu ben hatırlamıyorum. Zenciler bile vardı yani. Ha sonradan çıkmış olabilir, ama Punk’ın ilk çıktığı dönem, 77-80 yıllarında ben hiçbir ırkçı Punk grubu hatırlamıyorum. Zaten ırkçı olsalar ben niye böyle bir akıma kendimi kaptırayım?

    Bakırköy Meydan’da tren istasyonunun yanında Hakan’ın bir tezgâhı vardı. Bende de çılgın bir şey vardı herkeste olmayan. Kasetleri zorla getirirdim, önüne koyardım çal çal diye. O da derdi, ulan bırak şimdi Punk’ı, bizi kesmez Punk. Biz Megadeth dinliyoruz. Gitar solosu hafif kalıyor ya sevmiyorlardı Punk’ı. Yine mi sen geldin derdi bana.

    Bayağı zaman geçtikten sonra 90’lara gelince punk çocuklarla tanıştım. Bunlar dediler ki bizim grubumuz var, biz Punk dinliyoruz.

    Bunlar dediğin kim?

    Noisy Mob.

    Hangi sene?

    90’ların başı.

    Zamanında bir dergide Headbangers ile yapılmış bir röportajda senden bahsediyorlar. Senden epey bir şey öğrendiklerini söylüyorlar.

    Doğrudur. Ben anlatıyordum bazen. Çocuklar soruyordu. Ben de anlatıyordum şöyle şöyle gruplar var şöyle müzikleri var diye. O zaman yurtdışından yavaş yavaş gelmeye başladı punk etkileri. Doğru dürüst bir dinleyici veya kaynak da yoktu.

    Sen o zaman neler dinliyordun?

    Punk’tan başka Gotik, Endüstriyel, Test Department, Foetus, Clock Dva ve daha şimdi hatırlamadığım bir sürü şey vardı. Sonra hepsini Deniz’e (Deniz Pınar, Deniz Kitabevi) sattım.

    Deniz’le tanışman nasıl oldu?

    Hatırlamıyorum doğrusu. O zamanlar hep Narmanlı Han’a gidiyorduk. Orası buluşma yeriydi, hep kalabalıktı. Gidecek başka yer yoktu. Herkes Deniz’in dükkânına gidiyordu. Gazeteler Esat diye birinin mondo trasho dergisini tek başına çıkardığından bahsediyordu. Bazıları da merak ediyordu, neymiş bu mondo trasho diye, Deniz’in dükkânına gidiyorlardı.

    Sen Esat’ı tanıyor muydun?

    Yok, burada tanıştım. Hatta ben dergiyi gördüm. Bayıldım. Dedim ne kadar güzel bir dergi. Başka fanzinler de vardı ama benim hoşuma gitmiyordu. Adam 10 sayfa şiir yazmış mesela… Esat’la bir tanıştım, dedim bravo sen bu işi nasıl çözdün. Çünkü şaşırdım. Yurtdışına gitmeyen bir adam hakikaten bazı şeyleri bilemez. O zaman internet de yok. Türkiye kapalı bir dünya. Dergi yok, kitap yok.

    Naki Tez, Murat Ertel, Gamze Fidan, Nalan Yırtmaç, bir fotoğrafçı çocuk vardı, onun ismini hatırlayamıyorum. Çevre kalabalıktı bayağı aslında. mondo trasho’nun çevresi ayrı, Deniz’in çevresi ayrı. Bizim Noisy Mob da giderdi oraya. Bakırköy tayfası ayrı, bir de Kadıköy’den gelenler vardı, bu da İsmail’in tayfası, Headbangers.

    İngiltere’ye gitmeden önceki buradaki arkadaş çevrenle tekrar geldiğinde görüşme imkânın oldu mu?

    Görüşemedim. 60’larda uyuşturucular vardı, çoğu zaten onlardan öldü gitti. Ya da çoğu terör yüzünden yurtdışına kaçtı. Dayanamadılar. 70’li yıllarda uzun saç hazmedilir bir şey değildi. Bir de kıyafet olarak bol paçalı pantolonlar, yamalı pantolonlar falan. İyice cozutmuştuk. İnsanların yaşaması zordu. Çoğu yurtdışına kaçtı özgürlük için, çok az insana rastladım gençlik yıllarımdan…

     

     

  • Dostoyevski  Devrim ve Sosyalizm

    Dostoyevski Devrim ve Sosyalizm

    Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerinde yeraltı devrimi olarak nitelendirebileceğimiz bir çağ başlangıcının hem düşünürü hem de ressamıdır. Yüzeyde değişen bir şey yoktur. Eski yaşam biçimi son kez Aleksandr çağında toparlanmak istenmiş ve görünüşte kalan bir refah ortamı yaratmıştır, oysa alt katmanlarda güçlü bir hareketlilik söz konusudur.

    Ancak, ne kuramcıların, ne de akıma yön veren eylemcilerin haberi vardır olup bitenden; onların yarattığı bir durum değildir bu. Aslında onları yaratan durumdur bu. Bu insanlar dış görünüşlerinde hareketlidirler, ancak ruhen edilgindirler ve arkalarından gelen akımların önünde sürüklenirler.

    Dostoyevski hazırlanmakta olan Rusya’nın ve belki de evren çapındaki bir devrimin ideolojik temellerinin niteliğini o üstün sezgisiyle görmüştür. Tam bir kâhin gibi, devrimi önceden sezmişti. Zaten devrim tam onun öngördüğü biçimde oluşmuştur. Dostoyevski, devrimin iç diyalektiğini açığa çıkarıp, ona biçim verir; esas niteliğinin, çevredeki deneysel gerçeğin oluşturduğu dış koşullardan değil, ruh evriminin derinliklerinden kaynaklandığını kanıtlar. Ecinniler, yaşadığı zamanın romanı değil, geleceğin romanıdır. 1860-1870 yıllarında Rusya’da henüz bir Stavrojin, ya da bir Kirilov, bir Şatov, ya da Peter Verhovenski, veya Şlgaliyev yoktur; bu tipler, sonradan, yirminci yüzyılda çıkmışlardır ortaya; insan ruhu karmaşıklaştıktan ve din ilhamları ülkeden geçip gittikten sonra. Ecinnilerin konusunu esinleyen Neçayev olayının kitapta anlatılanla ilgisi yoktur; çünkü Dostoyevski yüzeydeki olaylarla ilgilenmez ruhun derinlikleri ve son ilkeler ilgilendirir onu.

    Dostoyevski, devrimin iç diyalektiğini açığa çıkarıp, ona biçim verir; esas niteliğinin, çevredeki deneysel gerçeğin oluşturduğu dış koşullardan değil, ruh evriminin derinliklerinden kaynaklandığını kanıtlar.

    Bu ilkelerin anlamı sadece ileriye yönelik düşünerek anlaşılabilirdi. Dostoyevski, tüm dikkatini, kaynaşmaktaki devinimin er geç varacağı noktada, var olacak olan üzerinde de toplamıştı. Onun gibi bir sanatçı dehasında, geleceği görme zaten kendiliğinden vardır. Dostoyevski’nin devrim karşısındaki tutumu, kötüye olan yaklaşımında da görülen bir çatışkıya dayanır. Devrimleri oluşturan sahte ve haksız ruha Dostoyevski’den daha güçlü karşı çıkan görülmemiştir; devrimlerde, Deccal’in gizil güç halindeki ruhunu ve insanı Tanrı’ya dönüştürmenin bir safsatadan ibaret olduğu gerçeğini görmüştür. Onu bir tutucu ya da bir gerici olarak nitelendirenleyiz. O çok daha geniş ve derin bir anlamda ruh devrimcisiydi. Devrim ruhunun doğuşundan önce var olan, statik ve devinimsiz bir yaşam kavramına dönme olanağı görmüyordu. Bir vakitler var olan o dinginliğin geri geleceğini düşleyemeyecek derecede ileri görüşlüydü. Akımların, güçlerini nerden aldıklarını ve nereye yöneldiğini ilk gören oydu. «Dünyanın sonu geliyor» diye yazıyordu günlüğünde. Tutucu bir tutum değildi bu. Devrime karşı düşmanlığı, eski toplum düzenine düşkün, gerici zihniyetli bir kimsenin düşmanlığı değildi; Deccal’a karşı giriştiği büyük çabasında, İsa’dan yana çıkmış, ileriyi gören bir adamın düşmanlığıydı. Yüzünü, mahşer gününün son kavgana çevirmiş İsa’yla birlikte yürüyen kişidir geleceğin adam; kendiyle birlikle, her zerresi Deccal İle birlikte yürüyen ve mahşer günü Deccal’in saflarında çarpışacak olan geçmişin adamı değil Devrimcilerle karşı devrimciler arasındaki çatışma, genelde yüzeysel bir sorundur. Karşıt çıkarlar vardır: Bir yanda yerleri başkaları tarafından alman, «bir zamanlar var olmuş olanlar», Öte yanda, şölenlerde artık baş köşeye geçen, onların yerine gelenler vardır. Taraflardan herhangi birine bağlanamayan bütün büyük adamlar gibi Dostoyevski de, bu yarışı dışarıdan seyretmiştir. Nietzsche’ye «devrimci» ya da «karşı devrimci» denebilir mi? Demagoglar açısından bakılacak olursa, belki bunlar, Dostoyevski gibi «karşı devrimci» görülebilir: Ruhun ilk bakışta «devrimci» diye nitelendirilen her şeye düşman olması gerektiğinden, genellikle de ruh devriminin devrim ruhuna karşı olmasından kaynaklanır bu, Dostoyevski, bu tür ileriyi görenlerdendi; normal, devrimci, ya da karşı devrimci gibi kalıplaşmış nitelendirmeler yakıştırılamaz ona. Onun için devrim, herhangi bir tepkiydi. Özgürlüğün, bozulup, keyfi davranışlara dönüştüğünde, başkaldırı ve devrime yol açtığım göstermişti Dostoyevski. Tanrısal çıkış noktalarını yadsımış olan insanların kaçınılmaz yazgısıydı bu. Devrim, dış nedenlerden ve koşullardan kaynaklanmaz, içte oluşur: İnsanın başlangıçtaki, Tanrı’yla, dünyayla ve hemcinsleriyle olan ilişkilerinde baş gösteren, felâketle sonuçlanacak değişiminin bir belirtisidir. Dostoyevski bu ilişkilerin nasıl devrim yolunu açtığım göstermiş, diyalektiğini ortaya koymuştur: İnsan yaradılışının sınırlarının ve insanın yaşam biçimlerinin antropolojik bir incelemesidir bu. Dostoyevski, bireylerin yazgılarında karşı karşıya geldiği şeyleri, başka ulusların yazgılarında da görmüştü; «Acaba her şey mubah mıdır?» sorunu, toplum için söz konusu olduğu çapta, bireyler için de söz konusuydu; bireyi suç işlemeye götüren yol, toplumu da devrime götürüyordu. Bireyler olsun, uluslar olsun, sınırlarını aştılar mı, özgürlüklerinden yoksun kalıyorlardı. Dostoyevski, devrimin izlemek zorunda olduğu süreci görmüştü, özgürlük eninde sonunda inanılmaz bir tutsaklıkla sonuçlanıyordu; bu tutsaklığın en ince ayrıntılarını dahi açığa çıkarmıştı. Dostoyevski. Devrimi sevmeyişi bundandı, insanları tutsaklığa götürdüğü, ruhun özgürlüğünü yitirdiği için: Temel ilkelerine karşı çıkmasının nedeni, tutsaklık sonucu insanlar arasında eşitliğin ve kardeşliğin yadsınması olgusundan kaynaklanıyordu. Devrimin düş kırıklıklarını, verdiği sözleri hiçbir zaman gerçekleştiremeye-ceğini göstermişti: Deccal ile İsa yer değiştirdi mi, İsa’yla birlikte yürümek istemeyen kişiler, karşıt ruhla birleşmek zorunda kalıyorlardı.

    «Devrim» nitelik açısından Dostoyevski için her şeyden önce bir sosyalizm sorunuydu. Sosyalizmin ortaya koyduğu sorun, kafasını kurcalayan baş sorundu. Nitekim Sosyalizm üzerinde söylenmiş bulunan önemli sözlerin kaynağı odur. Sosyalizmi dinsel bir sorun olarak, Tanrı ve ölümsüzlük sorunu olarak görmüştür. «Sosyalizm», diye yazıyordu, «bir emek sorunu, ya da dördüncü sınıf diye nitelendirilen bir sınıf sorunu değildir; daha çok, tanrıtanımazlık sorunudur, tanrıtanımazlığın çağımızdaki somut görünümüdür, Tanrı’sız, kurulan Babil Kulesi’dir, yeryüzünü göğe çıkartmak, değil, göğü yeryüzüne indirmektir amacı.» Sosyalizm, insan varlıklarının dünya çapındaki her zamanki sorusunu cevaplandırmaktadır; bu dünya cennetinin örgütlenmesidir sorun. Dinsel niteliği, özellikle Rus Sosyalizminde görülmektedir. Rus sosyalizmi tamamıyla apokaliptiktir, tarihin sonunda faciayla sonuçlanacağına inanır. Devrimci Sosyalizm, Rusya’da hiçbir zaman toplumun ekonomik ve siyasal geçici bir süreci olarak görülmemiştir; belirgin ve mutlak bir durum gibi davranmıştır. Bunu, insanlık yazgılarının çözümü, yeryüzü cennetinin kuruluşunun başlangıcı olarak görmüşlerdir. «Rus gençleri ne başardı ki şimdiye kadar? Aralarında hiç var mı bir iş başaran, hadi hepsinden vazgeçtik?» der İvan Karamazov. «Örneğin» şu kokuşmuş meyhaneyi ele alalım; burada buluşurlar, bir köşede toplaşırlar. Bunlar birbirleriyle önceden karşılaşmış değillerdir, dışarı çıkıncı da, kırk yıl birbirlerini görmeyeceklerdir. Pekiyi, burada oldukları sürece neden söz eder bunlar sanırsınız? Yalnızca evrensel sorunlardan: Tanrı var mıymış, ölümsüz ruh diye bir şey olur muymuş? Tanrıtanımazlar Sosyalizm ile anarşizm konusunu tartışırlar ve insanlığın yeniden düzenlenmesi sorununa eğilirler; hep aynı sorunlar,» işte bu, Rus gençlerinin apokaliptik niteliğini gösteren, Rus Sosyalizmi ve Rus devrimi işte bu «kokuşmuş meyhaneler »deki tartışmalardan kaynaklanmıştır. Dostoyevski ise, bu konuşmaların nelere yol açacağım görmüştü. «Şigaliyev’in dünyanın sonunu bekliyormuş gibi bir tutumu var, bu dünya sanki aslı çıkmayan kehanetlere dayanıyormuş, sanki sonu yarın değilse, öbür gün saat tam onu yirmi beş geçe gelecekmiş gibi». Bütün Rus Sosyalist Partisi devrimcileri, tarihsel yöntemleri yadsıyan, apokaliptik, ya da nihilist bakışlarla kültür çabalarını ve kültürün ağır gelişimini tıpkı Şigaliyev gibi büyük bir iç genişliğiyle seyretmişlerdir. Rus Sosyalizmi’nin mayasında nihilizm vardır, buysa kültür değerlerinin ve tarih öğretilerinin baş düşmanıdır, ancak sosyalizmin niteliğini, genelde Avrupa’daki daha ılımlı ve incelmiş biçimlerinden çok bu aşın biçiminde, saptamak daha kolaydır. Sosyalizm bir ruh durumudur. En azından nesnelerin sonuyla ilgilidir, daha aşağı düzeydeki şeylerle uğraşmaz, yeni bir din olmak hevesindedir; insanın dinsel gereksinimlerini karşılamaktır amacı. Değişmez bir öğe olarak insan toplamıma egemen olan entegral Sosyalizm, herhangi özel maddi ve ekonomik bir düzenle ilişki kuramaz. Kapitalizm yerine geçmek niyetinde de değildir, çünkü aynı etten kemikten olup, aynı zemin üzerinde yürümektedir onunla. Ancak söz konusu, Hıristiyanlığın yerine. Sosyalizmi geçirmek olduğu kesindir; çünkü kendinde de, baştanbaşa kurtarıcılık ruhu egemendir ve sefalet ile acı çekmeden insanlığı kurtaracak kutsal bir kitap getirdiğini savunmaktadır; üstelik Musevi toprağında filizlenmiştir.

    Museviler ’in o eski bin yıllık barış ve selamet dönemine olan inançlarının bir biçimidir; İsrail’in mucizevi yeryüzü cenneti ve zaman içre mutluluğa olan umududur. Karl Marx’ın Yahudi olması bir rastlantı değildi. Gelecekteki bir Kurtancı’ya inanılıyordu, bu kurtarıcı, İbraniler’in horlamış olduğu İsa’nın tersiydi. Ne var ki, Marx için, Tanrı’nın seçkin ulusu Kurtarıcı’yı bekleyen halk, proletarya idi. Bu işçi sınıfına, seçkin ırkın bütün sıfatlarını aktarıyordu, Dostoyevski’nin karşısında, Sosyalizm’in kusursuz kuramsal biçimleri yoktu; Marx’ı tanımıyordu; bütün bildiği Sosyalizm Fransa’daki Sosyalizm idi. Ne var ki dehası onun Sosyalizm’in Karl Marxçı gelişimi sonucu ortaya çıkacak hareketleri görmesini engellememişti. Marxçı Sosyalizm’in öyle bir yapısı vardır ki, her bakımdan Hıristiyanlığa karşıttır; ancak bu iki öğreti arasında, karşıtlıklarda görülen bir benzerlik vardır. Bununla birlikte, Marxçı Sosyalizm’ in en bilinçlisi bile, kendi derinliklerinde yatan niteliğini tanımaz, yüzeyde kaldığı sürece, ruhundan habersizdir. Dostoyevski, Sosyalizm’in gizli niteliğini açığa çıkarmakta daha ustaca davranmıştır ve devrimci tanrıtanımaz Sosyalizm’in altında Deceal ruhunun, Deccal ilkesinin varlığını görmüştür. Bunun nedeni olaya burjuva ilkeleri açısından bakmasından kaynaklanmaz; tersine, aslında burjuva sınıfının tutsağı olan sosyalistlerden çok daha kökten karşı çıkmıştır o, burjuva ruhuna. Kendi de bir bakıma sosyalistti: Her konuda devrimci Sosyalizm’e karşı Ortodoks Hıristiyan bir sosyalist, kendini Babil Kulesi’ni kurmaya değil, tamamıyla Tanrı ülkesine adamış biriydi. Sosyalizmle ancak ruhsal düzeyde savaşılabilirdi; Dostoyevski de böyle yaptı, hiçbir bakımdan benimsemediği «burjuva çıkarları» düzeyinde bakmadı soruna. Maddeci Sosyalizm’in içinde yatan ilke, insan ruhunun ölümsüzlüğüne, özgürlüğüne inanmamaktır. İsa’nın ıssız çölde inzivaya çekildiği zaman karşılaştığı ve onu ayartmayı başaramayan üç şeye Sosyalizm dininin kucak açması bundandır, Bu Üç, taşın toprağın ekmeğe dönüşmesi yeryüzü cennetinin kurulması, bir de toplumsal mücizedir. Tanrı’nın özgür kullarının dininde yoktur bu üç şey. İnsan ruhunun özgürlüğü elinden almaktadır. Gereksinimlerinin tutsağı olmuşların dinidir. Hamurları topraktan olan çocukların dinidir.

    Yaşamın mutlak bir anlamı yoksa eğer, sonsuzluk diye bir şey yoksa o zaman, Versilov’un hayal dünyasında olduğu gibi, insanlara bir araya gelip dünya mutluluğunu düzenlemekten başka yapılacak bir iş kalmamaktadır.

    Yaşamın mutlak bir anlamı yoksa eğer, sonsuzluk diye bir şey yoksa o zaman, Versilov’un hayal dünyasında olduğu gibi, insanlara bir araya gelip dünya mutluluğunu düzenlemekten başka yapılacak bir İş kalmamaktadır. Sosyalistlerin dinini Engizisyon Baş Yargıcı şöyle özetler: «Milyonlarca insan mutlu olacak. Onları çalıştıracağız, ama boş zamanlarında yaşamlarını çocuk oyunlarıyla, çocuk şarkılarıyla, korolarla, saf danslarla bezeyeceğiz. Bu denil zayıf ve çaresiz olduklarını bildiğimizden, onlara günahı bile mubah kılacağız. Budala olduklarından, onlara coşkuşuz, bir örnek biçilmiş mutluluklar sağlayacağız.» Bu din, Hıristiyanlığa şöyle seslenmektedir: «Sen seçkin kullarınla övün, biz herkesin rahatını sağlarken sen seçkinlerinle avun… Bizimle herkes mutlu olacak. Sadece özgürlüklerinden vazgeçtiklerinde, özgür olabileceklerine inandıracağız onları.» Gökten inecek ekmek dini, seçkinlerin dinidir, « on bin kadar hali vakti, gücü kuvveti yerinde olan insanın dinidir.» Denizdeki kum taneleri kadar sayısız, milyonlarca insanın dinidir. Sancağına «İnsanların karnını doyurduktan sonra iste erdemli olmalarını», diye yazılı, yeryüzü ekmeğine tapanların dinidir. Sosyalizm dinine kanan insan maddi bir ekmek hayali için, ruhsal özgürlüğünü satmak durumundadır. Temsilcileri «İnsanları yalnızca mutlu kılmak amacı güderek özgürlüğü ele geçirmiş olmalarını, bir erdem olarak görmektedirler.» «İnsan ve toplum için, özgürlükten daha dayanılması güç bir şey, hiçbir zaman, hiçbir yerde olmamıştır. Ama bu sıcaktan, susuzluktan kurumuş, çatlamış ıssız topraklardaki taşlan görüyor musun? İşte al onuları, ekmeğe dönüştürüver, bak nasıl koşuşuyor insanlar arkasından, koyunlar gibi; müteşekkir, boyun eğmiş, ancak nimetini her an geri alacakmışsın gibi korku içinde. En sonra da şöyle diyor İsa’ya: «Altında sorgu sual etmeden toplanacakları tek sancak olan sana sunulan yeryüzü ekmeği sancağını geri çevirdin. Bunu özgürlük ve gök ekmeği adına yaptın… Bilesin ki zavallı yaratığın dünyaya gelirken birlikte getirdiği bu özgürlüğü devredeceği birini bulmak başlıca kaygısıdır.»

    Demek ki sosyalist dinin ilk amacı» insan yaşamına, sayısız acının yanında akıldışı bir ilke de getiren insan ruhu özgürlüğünü yıkmaktır. Yaşam, kolektif bir yargıya bırakılacak ve hiç bir eksik iş kalmaması koşuluyla, tek bir işe indirgenecektir. Buysa ilkin özgürlüğe son vermeden yapılamaz; bunun yapılması için, insanın ilk önce taşların ekmeğe dönüştürüleceği yalanma inandırılması gerekir. İnsan mutsuzdur; tarihi trajiktir, bunun nedeni içinde ruhsal özgürlük tohumu taşımasından kaynaklanır. Onu bundan vazgeçirtin; aldatıcı bir öneride bulunarak, ekmek vereceğim diye gönlünü elde edin, dünyada mutluluğu yarattınız gitti, demektir. Yeraltından Notlar’da, «geçmişte yaşayan sırıtkan yüzlü beyefendi» toplumsal uyumun ve refahın düzenini bozan akıldışı etkenin temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Çünkü başlangıçtaki özgürlük duygusu içinde yaşamaya devam etmekte ve ona yiyeceği şeyden daha tatlı gel-mektedir. Dostoyevski’nin sosyal felsefede pek önemli bir buluşu olmuştur. İnsanlığın çektiği acılar, çoğu kimsenin günlük ekmeğe dahi muhtaç olması, (sosyalizmin savunduğu gibi) insanın insan, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesi sonucu değildir, insanın özgür bir yaratık olarak doğmasındandır; böyle bir kimse ruh özgürlüğünü yitirip ve dünya nimetlerine ram olacağına aç kalmayı yeğler, insan özgürlüğü, seçim özgürlüğü demektir: İyiyi kötüyü seçme, dolayısıyla da akıldışılığı, acıyı ve yaşamda trajik durumu seçmek demektir. Burada da her zaman olduğu gibi, Dostoyevski, gizli bir diyalektiği açığa çıkarmaktadır. Ruh Özgürlüğü demek yalnız iyiyi değil, aynı zamanda kötüyü de seçmektir. Ne var ki kötüyü seçmek sonunda dahi keyfi davranışlara götürmekte, keyfi davranışlarsa, insanın İçindeki ruhsal özgürlük kaynağına başkaldırması sonucunu doğurmaktadır. Böylece, dizginlenemeyen keyfi davranışlar sonunda insan Özgürlüğünü yadsımış, insan özgürlüğünden ayrılmış olur. Yıkıcı keyfi davranışlar ve öz-gürlüğe son veren «kendi kendini kanıtlama» yatar Sosyalizmin yüreğinde, özgürlük bir yüktür, çizdiği yol, çarmıh yoludur, başkaldıran insansa, ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Böylece Özgürlük, sonunda zor ve tutsaklık içinde, ölüp gitmektedir. Dostoyevski’ye göre bu çelişkiden kurtulmanın tek yolu vardır; o da Hazret-i İsa’dır. İsa’da özgürlük, tanrısal lütfa erişmekte, sonsuz sevgiyle birleşmekte» karşıtına dönüşme gereksiniminden kurtulmaktadır; oysa toplumsal mutluluk ve mükemmellik hayali bunun kısıtlanıp sınırlanmasını gerektirmektedir. Bunu, Şigaliyev’in düzeninde, Peter Verhovenski’de ve Katoliklik maskesi arkasında gerçekte Sosyalizm’in maddi ekmek dinini ve toplumsal karınca yuvasını salık veren Engizisyon Baş Yargıcı öğretisinde görmekteyiz. Dostoyevski tek iyinin toplumsal refah olduğu inancına, sonuna kadar var gücüyle karşı çıkar; bunun, özgürlüğü nasıl yok edeceğini gösterir.

    Dostoyevski Devrim ve Sosyalizm 1Dostoyevski, Sosyalizm ile Katoliklik arasında var olduğunu sandığı ilişkiden sık sık söz eder. Katoliklik’te olsun, Papa teokrasisinde olsun, aynı Sosyalizm’deki baştan çıkartıcı öğeyi görmektedir. Sosyalizm onun için laikleşmiş bir Katoliklik’tir. Engizisyon Baş Yargıcı bölümünün temeli budur Katolikliğe yalnızca dış biçimi söz konusu olduğundan karşı çıkılmak-tadır» Engizisyon Baş Yargıcı’nın düşünceleri inşam şaşırtacak derecede Verhovenski’nin Şigaliyev’in ve devrimci Sosyalizmin başka temsilcilerinin düşünceleriyle uyuşmaktadır. Bunun nedeni, Dostoyevski’nin, papalığın, sonunda komünizm ile anlaşacağına inanmasıdır. Papalık hem de Sosyalizm düşüncelerinin, zorlama bir yeryüzü cennetinin kurulması kavramına dayanmasından kaynaklanır bu. Onun gözünde iki sistem de, vicdan özgürlüğünü yadsımaktadır. Katolikliğin ortaçağdaki «iki kılıç» öğretisini yanlış anlaması Roma Kilisesi’nin Sezar’ın kılıcına sahip çıkarak yeryüzü nimetleriyle esrikleşmesi, yeryüzünde bir hükümdarlık kurmak istemesi sonucunu doğurmuş; böylece Avrupa uluslarını, sonu Sosyalizmi varan bir sürece sürüklemiştir. Günlüğünde, «Konvansiyon devrimcilerinden, tanrıtanımazlara sosyalistlerden komünistlere, Fransa hep Katoliklik ülkesi olmuştur, şimdi de öyledir onun hem sözüne, hem de ruhuna bulaşmıştır bu», diye yazıyor. «En açık sözlü tanrıtanımazların Liberté, Egalité Fraternité ou la mort-Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik, ya da ölüm sözleri, Papa’nnın Katoliklik’teki, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği özetleyen sözleri gibi çalınıyor kulağa: Sözler aynı sözler, ruh, aynı ruh; ortaçağ Papaları’nın sözleri bunlar, onların ruhu. Bugünün Fransız Sosyalizmi, Katolik Düşünce’nin, bu düşüncenin çağlar boyu süregelen gelişiminin kaçınılmaz sonucu, en sadık en kesin ifadesidir. Çünkü Fransız Sosyalizmi, Roma’dan miras kalan ve sonradan Katolikliğin tümüyle kendine düstur yaptığı «zorunlu bir birlik» düşüncesi üzerine temellendirilmiştir. Dostoyevski’ye göre, —pek de o kadar iyi tanımadığı— Katoliklik, sınırlamalar, varlıklar arası birlik, insanların yeryüzündeki hayatlarının düzenlenmesi gibi Eski Roma kalıntısı olan birtakım evrensellik fikirleri üzerine kurulmuştu. Bu fikirler aynı biçimde Sosyalizm’in de temelinde olan düşüncelerdi. Gerek Katoliklik’te, gerek Sosyalizm’de olsun, insan ruhunun özgürlüğünü yadsıma sonucuna varıyorlardı. Ne zamanki, yeryüzünde, herkese ekmek, yeryüzünde cennet gibi düşünceler ortaya çıkar, insan özgürlüğü başarısızlıkla sonuçlanır. Dostoyevski için Fransız Devrimi, antik Roma düsturu olan evrensel «birlik» düşüncesinin yeniden yaratılmasıydı; onun yeni bir biçimiydi. Bu düstur önceden gördüğü toplumsal devrimlerin de belli başlı Öğesini oluşturacaktı. Zamanında patlak veren Fransa-Prusya savaşında, Protestan Almanya’nın yanını tutması, insanların zorunlu birleşmesini savunan Roma düşüncesinin, yani Katoliklik ve Sosyalizmin temelini oluşturan düşüncenin ortadan kalkmasını istemesinden kaynaklanır. Dostoyevski’nin yaşadığı dönemde, Sosyalizmin en çok geliştiği yer Fransa’ydı. Hemen söyleyeyim; Dostoyevski, Almanya’da serpilmeye başlayan Sosyal Demokrasi’den ve Marxizm’den tümüyle habersizdi. Zaten bundan ötürü bu konudaki yargılarının büyük bir bölümü geçerliklerini yitirmiş bulunuyor. Ayrıca, olağanüstü bir zenginliğe ve düşünce çeşitliliğine sahip bulunan Katolikliği, teokratik düşüncenin hayallere dayanan birtakım eğilimleriyle bir tutamayız; bu da bir gerçek. Bu Katolik dünya, saymakla bitmeyen azizler, mistikler, hatta Saint François d’Assise’ler çıkarmıştır içinden ve Hıristiyan bir yaşam tarzı önermiştir. Ayrıca, Doğu Ortodoksluğu da aşamamıştır, Bizansçı Sezar düşüncelerinin yoz biçimlerini; Doğu Ortodoksluğu’nda da yoktur Dostoyevski’nin Hıristiyanlık’ta gördüğü ruhun özgürlüğü. Kısaca söylemek gerekirse, iki karşıt ilke olan Katoliklik ve Sosyalizm arasında belirgin bir benzerliğin olduğunu göstermek istemiştir Dostoyevski. Onun düşüncesinde, Sosyalist devlet lâik bir devlet değil «dinsel» bir devlettir. Bu devletin verdiği haklardan sadece bu inanca bağlı olanlar faydalanabilirler. Sosyalist devlet, insanları zorunlu olarak tek bir gerçek etrafında birleştirmek ister; onda seçime yer yoktur. Oysa Ortodoks Bizans İmparatorluğu’nda durum değişik değildir. Karşıtlıkların yaklaştığını görüyoruz burada. İnsan ruhunun özgürlüğü bu iki karşıt kutupta aynı biçimde yadsınmaktadır. Gelip geçici erekler göğün ve Tanrı’nın ereklerinden ayrı tutulduğunda bu hep böyle kaçınılmaz olacaktır.

    Dostoyevski devrimci Sosyalizmle kaçınılmaz sonuçlarını niteliğini Şigaliyev’in sisteminde incelemiş ve açıklamıştır; bu sistemdeki ilke, sonradan Engizisyon Baş Yargıcı tarafından geliştirilecektir, ancak Şigaliyev’de, onun romantik hüzün ve kişisel oturaklılığını göremeyiz. Şigaliyev’ in devrimci düşüncelerinde sonsuz bir bayağılık söz konusudur. Peter Verhovenski bu düşüncenin temelini Stavrojin’e şöyle anlatır: «Dağları düzenlemek büyük bir düşünce, saçma da değil üstelik. Eğitim’e gerek yok bunun için. Bilim şu kadarıyla yeter bu işe. Bilimin yardımı olmadan binlerce yıl gereç toplayabiliriz ancak bize gerekli olan örgütlenmiş bir boyun eğiştir. Kültür gereksinimi gerçekte aristokratik bir susuzluktur. Ailenin ve aşkın ortaya çıkmasıyla sahip olma, mülk edinme isteği de çıkar. Bu arzuyu öldüreceğiz işte: ayyaşlık, iftira, müzevirlik, gırla gidecek; en işitilip görülmedik ahlak düşüklükleri buyur edilecek; dâhileri daha beşikteyken boğacağız, her şey ortak paydasına indirgenecek. Tam eşitlik… Sadece gerekli olan gerekecektir; gelecekteki tüm dünyanın düsturu bu olacaktır. Bunalımlar çalkantılar da gerek elbette, onun için biz yöneticiler bunu eksik etmeyeceğiz. Çünkü kölelerin yönetilmeye gereksinimi vardır. Tam bir boyun eğiş kişinin yadsındığı tam bir eşitlik… Her otuz yılda bir Şigaliyev onları şöyle bir silkeleyecek, böylece birbirleriyle boğuşup ferahlayacaklar: Bunun da bir haddi var elbet; amaç, sıkıntı duyulmasını engellemek. Sıkıntı aristokratik bir duygudur… Herkes birimiz, birimiz herkes için. Tüm köleler köleliklerinde eşittirler. Yapılacak ilk şey, eğitim, bilim ve yetenek düzeyini indirmek olacaktır. Yüksek bir bilgi ve yetenek standardı ancak üstün zekâlar için gerekli olabilir.»

    İnsanda kişiliğin yerle bir edilmesi işleminden sonra bu zorlamalı genel öğüt, bu öldürücü «entropi» yasasının toplumsal alana aktarılmasındaki başarı, demokrasi için bir başarı değildir. Herhangi bir demokratik özgürlük olmayacak; çünkü demokrasi, devrimlerde hiçbir zaman başarı elde edemez. İnsanda kişiliğin yerle bir edilmesi işleminden sonra egemen olacak sınıf, zorba bir azınlık olacaktır. «Sınırsız özgürlük, beni sınırsız zorbalığa götürüyor» der Şigaliyev, «Ancak şunu da şöyleyeyim ki benim önerimden başka bir dünya, sorununun çözüm yolu yok. Burada yanlış bir saplantıdan doğan bağnazlık söz konusu dur, bu saplantı sonucu kişilik kökten çürümekte ve sonunda insanlığın yok olmasına yol açmaktadır. Dostoyevski, bu süreci, devrimcilerin ve Rusya’daki ‘gençliğin’ düzensiz hayal dünyasında incelemiştir; varlık kavramının bile tüm zenginliğiyle yıkıldığını görmüştür. Toplumsal hayal kurmaların saf bir eğlence olmadığına, Rus ruhunda yaradılıştan var olduğuna, bir hastalıktan ileri geldiğine inan-mıştır. Bu hastalığı betimlemiş, seyrini çizmiştir.

    Gözü pek bir biçimde kendi kendiyle yetinmek isteyen, kendini beğenmişler, Tanrı’nın insanı sevip acıdığından daha çok insanı sevip insana acıdığını söyleyenler, Tanrı tarafından yaratılmış bir dünyayı yadsıyanlar ve içinde kötüyle acıya yer olmayacak daha iyi bir dünya yaratabile-ceklerini ileri sürerek böbürlenenler, ister istemez, Şigaliyev’in düşlediği ülkeye doğru yol almaktadırlar; çünkü Tanrı yapıtının düzeltilebilmesi için tutulacak tek yol budur. Staretz Zosima şöyle der: «Doğrusu, onların hayalleri bizimkinden daha geniş. Adil bir biçimde düzen kurmak istiyorlar, ancak İsa’yı yadsımışlar onlar: Yeryüzünü kana bulayacaklar eninde sonunda, çünkü kan dökenin kanı dökülür, kılıca sarılanın yaşamı da kılıçla son bulur. İsa’nın Mishak’ı olmasaydı, insanlar tek kişi kalmayıncaya dek birbirlerini boğazlarlardı.» Bunlar ileriyi gören sözlerdi.

    Dostoyevski, Rus Devrimci Sosyalizminin kökünde duygusallıkla onursuzluğun bulunduğunu söylüyordu: «Sosyalizm, aramızda daha çok duygusallıkla yayılıyor.»

    Dostoyevski, Rus Devrimci Sosyalizminin kökünde duygusallıkla onursuzluğun bulunduğunu söylüyordu: «Sosyalizm, aramızda daha çok duygusallıkla yayılıyor.» Ancak duygusallık, sahte bir hoşgörü, daha çok zalimlikle son bulan bir tür acıma duygusudur. Peter Verhovenski, Stavrojin’e şöyle der: «Bizim öğretimize bakacak olursanız, temelde onur denen duygunun yadsınmasıdır, açıkça onursuzluğu benimseyerek herhangi bir Rus’u kolayca bizden yana çekebiliriz. Stavrojin de şöyle der: «Onursuzluğu paylaşmak sorunudur bu. Bunun uğruna herkes bize gelecek bize koşacaktır.» Ayrıca, Verhovenski Fedka Katorjnik ile benzeri alçakların devrim için önemli olduklarını söyler; Bunlar, gerektiğinde oldukça İşe yarayacak olan hoş bir topluluktur, ancak gözlerinizi onlardan ayırmakla vakit kaybetmiş olurdunuz » Verhovenski, devrimci öğeler incelemesine devam eder ve şöyle der: «En Önemli öğe, her şeyi birbirine bağlayan harç, kişinin, kendine özgü düşüncesi olmadığı utancıdır. Gerçek bir güçtür bu, kimsenin kafasında herhangi kişisel bir düşüncesi olamayacağı, varsa, utanacağı duruma doğru iten bir etkendir. Devrimin bütün psişik öğeleri bireysel kişiliği, onun değerini, sorumluluğunu ve mutlak değerini yadsır. Devrimci ahlak, kişiliği, ahlaksal beğeni ve yargının temeli olarak görmüyor; tamamıyla kişidışı; her türlü ahlaksal özerkliği yadsımakta; insanların araç ve gereç olarak kullanıldığım kabul ediyor, devrimci nesnenin zaferine katkıda bulunacak her aracı mubah görmekte. Devrim, nitelik bakımından «ahlakdışıdır», kendini her türlü iyi ve kötü kaygılarının yukarısında görür (bu bakımdan, karşı «devrim dıştan ona benzer). Dostoyevski, insan kişiliğinin saygınlığı ve ahlaksal değeri uğruna, devrime ve devrim ahlakına karşı çıkıyordu. Çünkü devrimci akımlarda kişiliğin etkin bir ahlakçı rolü yoktur.

    Devrim bir saplantı, bir deliliktir kişi özgürlüğünü tümüyle felce uğratan ve onu tamamıyla kişidışı ve insandışı bir gücün tutsağı kılan bir saplantıdır. Yöneticileri bile bilmez neye uğradıklarını; etkin sanırlar kendilerini, ama aslında, içlerinde dizginlerini koyuvermiş bulundukları kötü ruhların elinde, edilgen bir durumdadırlar. Joseph de Maistre Considérations sur la France adlı yapıtında, Fransız Devrimi’nin başarılarının edilgen niteliğini vurgulamıştı. Başkaldıran adam Özerkliğini yitirir: kişidışı, insandışı bir gücün hükmü altına girer. Buradadır devrimin gizi, onursuzluğu doğuran insandışılıktadır, özel düşünce sahibi olmayışta, küçük bir topluluğun zorbalığı ile geri kalanların boyun ekşindedir. Dostoyevski’nin dünya kavramı, kişidışı kolektivizmin, Hıristiyan – karşıtı yaşam ile Sosyalizm dinlin sahte evrenselliğine karşı, kişilik ilkesini, kişiliğin mükemmelliğini ve mutlak değerini koymaktadır.

    Ancak «Smerdiyakovculuk»un olsun, Şigaliyevcilik’in devrimde yeri vardır, İvan Karamazov ile Smerdiyakov, Rus nihilizminin İki aynı olgusudur. Başkaldırının iki biçimidir, aynı gerçeğin iki ayrı görünümüdür. İvan nihilist başkaldırının evrim durumundaki düşünsel belirtisidir: Smerdiyakov, bunun aracı ve aşağı düzeydeki ifadesidir; biri zihin düzeyinde, ötekiyse yaşamın zeminlerinde devinir. Smerdiyakov, üvey kardeşinin tanrı tanımaz diyalektiğini dile getirmekte, içteki cezasını simgelemektedir. (İnsanlar arasında genel olarak İvan’da çok Smerdiyakov’1ar vardır, kitlesel halk hareketleri olan devrimler için de aynı durum söz konusudur). Smerdiyakov, «her şey mubahtır» ilkesini gerçekleştirmektedir. İvan babasının ruhunu öldürmektedir, Smerdiyakov, düşünceyi uygulamakta ve suçu fiilen işlemektedir. Bu durumda, devrim ister istemez baba katli suçuna dönüşmektedir, her türlü baba oğul bağı ortadan kalkmakta, baba zayıf ve kötü bir adam olduğundan, oğulun babadan şiddet sonucu ayrılmasını haklı çıkarmaktadır. Baba ile oğul arasındaki bu kanlı ilişki «Smerdiyakovculuğu» oluşturur. İvan’ın düşünce düzeyinde gerçekleştirdiği eylemi fiilen yaptığı zaman Smerdiyakov, sorar ona: «Her şe-yin mubah olduğunu sen kendin söyledin, o halde neden korkuyorsun?» Böylece, her şeyin mubah olduğu önerisini fiilen uyguladıklarında, devrim Smerdiyakov’larının, İvan’lara «Şimdi neden korkuyorsun o halde?» diye sormaya hakları vardır. Smerdiyakov’la İvan arasındaki karşılıklı ilişki, bir devrim çağındaki «halk» ile «aydın sınıf» arasındaki ilişkinin çok güzel bir örneğidir; Rus Devrimiyse, Dostoyevski’nin kâhinliğini gerçekleştirmiş ve doğrulamıştır. Seyis Smerdiyakov kendisine tanrıtanımazlığı ve hiçliği öğretmiş olan İvan’dan nefret eder ve başkaldırıp da «her şey mubahtır», düşüncesini uyguladığında, ülkesi ölüm tehlikesiyle karşı karşıya geldiği bir anda: «Rusya’dan da, Rusya ile ilgili her şeyden de nefret ediyorum,» der. Çünkü kişinin devrimci yadsıması sonucu, atalarımız ve geçmişimizle tam bir kopuş baş göstermiştir, ölümden sonra diriliş yerine, bir öldürme dini hüküm sürer olmuştur. Şatov’un öldürülmesi devrimin somut bir sonucudur.

    Dünyada cennet ve iyiliğin kesin zaferine dayanan uyum sorununa üç olağan çözüm vardır: Bir, iyilik içinde kurulan, yaratıcı güçten, acıdan ve evrensel trajediden arındırılmış seçim olanağı tanımayan uyum; iki, dünya tarihinin zirvesinde yer alan, ölüme mahkûm nesillerin onulmaz acı ve gözyaşları pahasına elde edilen, «mutlu yarınlara» araç olmaktan başka geleceği bulunmayan uyum; üç, insanın, acı çekerek ve özgürlüğüyle vardığı ve Tanrı’nın önünde yaşayıp acı çekmiş olanların tümünün er ya da geç ulaştıkları uyum. Dostoyevski bunlardan ilk ikisini bir yana bırakıp sadece üçüncüsüyle ilgilenir; yalnızca üçüncüsünü kar bul eder. Kendisinin tam nerde olduğunu anlamayı bazen güç kılan, bir karmaşıklık vardır diyalektiğinde. Yeraltından Notlar’ın kahramanının, ya da İvan Karamazov’un dile getirdiği düşüncelerin ne kadarı kendisinindi? Versilov’un yeryüzü cennetine karşı tutumu neydi, ya da «Tuhaf Bir Adamın Düşü» adlı hikâyesine karşı tutumu neydi?» Düşünce düzenleri son derece dinamik ve çelişkiliydi: Devinim içinde olan birini durdurup, kesin bir «evet», ya da «hayır» yanıtı istemek boşunadır. Yeraltı adamının ya da İvan Karamazov’un, «gelişmeyi» bir tür din haline getiren düşünceye ve gelecekteki evrensel uyuma karşı tepkisinde kesin bir gerçek görüyordu; öyle ki, onlardan yana çıkıyor ve onlarla birlikte başkaldırıyordu. «Gelişmeyi bir tür din haline getiren doktrinlerde temel çelişkilerin bulunduğunu söylüyordu. Bu, gelecekte onlardan yararlanacak kişiler için, evrensel bir mutluluk demek olabilirdi, ancak, yolu emekleriyle ve acılarıyla hazırlayan sayısız kuşaklar için ölüm demekti. Dinsel ve ahlaksal bir bilinç böyle bir fiyata satın alınan uyumu kabul edebilir mi, bu koşullardaki bir «gelişmeyle» işbirliğinde bulunabilir mi? Dostoyevski’nin sesi İvan Karamazov’un ağzından şöyle çıkıyor: «Kesinlikle kabul etmiyorum bu Tanrı işi dünyayı, var olduğunu bilmeme karşınonu tanımak istemiyorum, Tanrı’yı kabul etmediğimden değil; onun yarattığı dünyayı kabul etmiyorum. Açıklayayım, bir çocuğun tüm temizliği ve saflığıyla inanıyorum ki, acı giderilecek, ortadan kaldırılacak, İnsan çelişkisinin şaşırtıcı gülünçlüğü, zavallı bir serap gibi, öklitçi zihnin bir parçası gibi, yok olup gidecek ve dünyanın sonunda sonrasız uyum anında, öyle görkemli bir şey oluşacak ki, her yüreği baştan çıkartacak; tüm öfkeyi dindirecek; insanın her suçunu, dökmüş olduğu tüm kanlan bağışlatacak ve bunu o kadar iyi yapacak ki, insanın başına gelenler, bağışlanmış olmakla kalmayacak, aynı zamanda doğrulanmış olacak. Bütün bunlar yer alacak ama gene de bunu kabul etmiyorum, etmeyeceğim de… Acılarım ve günahlarım gelecekte oluşacak bir uyumu zenginleştirsin diye değil… Sorarım size, sonrasız uyum için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukların bununla ilgisi ne? Ne çekmeleri gerektiğini, bedelinin ne olması gerektiğini, kesinlikle almıyor aklım. Neden onların da gübre gibi kullanılması gerekiyor? Daha yüksek bir uyuma yokum ben. Minik yumruğuyla göğsüne vurarak işkence çeken ve gürültülü bir kulübede yerde yatmış, iyi ve merhametli Tanrım diye suçsuz hıçkırıklarla ağlayan bir tek çocuğun bile gözyaşlarına değmez, çünkü bu gözyaşlarının kefareti yoktur, olmadıkça da, herhangi bir uyum sağlanamamaktadır. Böylece İvan Karamazov iyiyle kötü arasında herhangi bir ayırımı kabul etmemektedir; insan yazgısı yapısının suçsuzlara bedel ödeten mimarı olmayı istememektedir. Evrensel uyuma giriş biletini Tanrı’ya geri vermektedir. Dostoyevski, İvan Karamazov’un düşüncelerini olduğu gibi benimser mi? Hem evet, hem hayır. İvan’ın diyalektiği «öklitçi bir fikrin», yaşamın üstünde herhangi bir fikir kabul etmeyen bir tanrıtanımazın diyalektiğidir. Ancak başkaldırışında Dostoyevski’nin kendine ait olan bir gerçeği saklayamamaktadır. Tanrı olmasaydı, Kurtarıcı ve bağışlanma diye bir şey olmasaydı, tarih sürecinde bir anlam bulunmasaydı o zaman dünyanın gelecekteki uyumunu yadsımamız ve «gelişme» fikrine iğrenç bir şey olarak bakmış gerekecekti. İvan Tanrı’yı yadsıdığı gibi dünyayı da yadsıdığı için «gelişme» ve devrimci Sosyalizm dininin sıradan peygamberlerinin üzerine çıkmaktadır. Bu bir kâhinlik başyapıtıdır. Genellikle dünyaya aşın tutkunluk tanrıtanımazlık kavramıyla bir gider: bu dünyanın dışında herhangi bir şeyin olmadığım saptayan bir düşüncedir. Yaşamda gerçekleşmeyen üstün bir düşünce gelecekteki bir uyuma aktarılmaktadır. Ancak Dostoyevski, Tanrı’ya başkaldırmanın sonucunu ve nesnelerdeki tanrısal anlamı göstermektedir: «öklitçi fikir» tanrıtanımazlığı, aynı zamanda dünyayı da yadsıyacak, uyuma başkaldıracak ve en son din olan «Gelişmeyi» de yadsıyacaktı. Dediğine göre, bu son aşama, olumlu bir gerçekle uyuşmaktadır: Başkaldırının, dünyayı ve varlığı yadsıyan sürecinde devrimci «Gelişme» dininin bir aldatmacadan ibaret olduğu gerçeğinin bilincine vardığımızda, tek bir yol kalıyor: Hazret-i İsa’nın yolu. Bu bakımdan, İvan Karamazov’la Dostoyevski bir bütünün iki yarısı. Tanrısal bir anlam varsa eğer, «öklitçi fikrin» göremediği bir kurtarıcı varsa, yeryüzü yaşamının kendi bir kefaretse, dünyanın kesin uyumu bir yeryüzü cennetinde olmayıp, Tanrı katındaysa işte o zaman, bu dünya kabul edilebilir ve sayısız acılarla dolu tarihi haklı çıkartılabilir.

    Keyfi davranışın gelişmesi ve başkaldırı, eskiden tuttuğunu sonradan yadsımak zorunda kalacağından, kendi kendini öldürmek demektir. Tarih mirasını yadsırsak, erek ve amaçlan, «gelişmeye» dayanan sosyalizm dinini de yadsımamız gerekecektir. Olmuş olanın haklı çıkarılması ve kabulü olmadan, olacak olan haklı çıkarılamaz ve kabul edilemez: Geçmişle gelecek aynı yazgının bölümleridir; «Zaman dilimi» yenilmeli ve geçmiş, şimdi ve gelecek tek bir sonrasızlıkta birleşmelidir. Ancak o zaman dünya tarihi ve çocukların gözyaşları doğrulanabilir: Ölümsüzlük diye bir şey arsa eğer, tarih sürecinin kabul edilmesi gerekir; yoksa geri çevrilmelidir. Bu bakımdan Dostoyevski, yukarda verien çölüm yollarının, «gelişmeyi» evrensel uyumun tek koşutu durumuna getiren, ikincisini geri çevirmiştir; özgürlüğün yitirilmesine dayanan bir uyumu, iyiyle kötü arasında ayırım yapmayan dünya tragedyasının ilişmediği bir uyumu kabul etmemiştir. Yitirilmiş bir cennete dönüş söz konusu olamaz. İnsanın uyuma seçim özgürlüğüyle erişmesi gerektir. Kötüye Özgür olarak üstün gelecektir; zorlama uyumun değeri olmadığı gibi tanrısal varlıklar soyunun saygınlığına yakışmaz bu. «Gülünç Bir Adamın Düşü»ndeki cennet betimlemesinin kanıtladığı budur. İnsanın sonuna kadar acı çekeceği özgür bir yoldan yürümesi gerekmektedir ve Dostoyevski bu yolun sonuçlarını gösterir bize. Dünyanın ve insanın gereğinden fazla büyütülmesi ve abartılması, yıkıma ve varlığın yok olmasına neden olur. İnsanın «Tanrı İnsan» haline dönüşmesi kaçınılmaz olmaya başlar. İnsan özgürlüğü ve tanrısal uyum ancak İsa’nın varlığında bağdaşabilir. Evrensel sorunun üçüncü çözüm olanağının belirlediği nokta budur. Son uyum ve cennet sorunları Dostoyevski’de Kilise aracılığıyla çözüme ulaşır. Dostoyevski’nin, Katolik teokrasi ve Sosyalizm’in «yeryüzünde cennet» ütopyasına karşı geliştirdiği teokratik bir ütopyası vardır. Kilise dünyaya hükmetmelidir buna göre. Rahip Payisyus, «Kilise bir devlete dönüşmemelidir» der. «Roma’nın hayali hep bu olmuştur. Tersine Devlet, Kiliseye dönüşmelidir, ona ulaşabilmeli, dünyadaki Kilise olabilmelidir. Bu düşünce Ortodoksluğun temelini oluşturur ve Roma’ya da ultraromantizme de ters düşer. Işık Doğu’dan doğacaktır.» Kilise henüz bir Krallık, bir Tanrı Krallığı olmamıştır. Aziz Augustin’den sonraki Katolik öğretisinin söylediği şey gerçekleşmemiştir henüz. Kilise’nin içinde, bir Krallığın kendinden gelişebilmesi gerekir. Dostoyevski, Hıristiyanlığın yeni bir Tanrı esini yaratacağına inananlardandır. Bu dinsel yenilik, onun düşüncesinde, apokaliptik bir ulus olan Rus ulusundan kaynaklanacaktır. Dostoyevski’nin gelecekte gördüğü bu yeni Hıristiyanlık çağı, yine onun düşüncesinde, İsa’da gelişecek bir kardeşlik ve özgürlükle temellenmelidir. Dostoyevski, toplumsal sevgiyi toplumsal nefretin karşısında görmüştür hep. Öbür bütün Rus düşünürleri gibi o da «(burjuvazi» egemenliğindeki uygarlıklara karşı çıkmıştır; Bundan ötürü de Batı Avrupa’da gelişen ve serpilen burjuva uygarlıklarına düşman kesilmiştir. Dostoyevski’nin kendine özgü teokratik ütopyalarında, tanrıtanımaz Sosyalizm ve Anarşizm’den ayrılan, Hıristiyanlığa bağlı özgün bir Sosyalizmin ve yine özgün bir Anarşizmin öğelerini buluruz. Onda Devlet kavramı tam olarak geliştirilmiş bir kavram değildir; monarşizmiyse anarşik bir yapı göstermektedir. Tüm bu saptamalar, Dostoyevski’nin dinsel nitelikteki toplumsal kuramlarının görünürdeki kadarıyla dinsel bir mesihçiliğe bağlanabileceğini gösteriyor; Ruslar’ın dinsel «popülizm»’i de bunun bir göstergesidir zaten.


    Nikolay Aleksandroviç Berdyaev – Dostoyevski
    Çeviren Ender Gürol
    Adam Yayınları 1. Baskı 1984

  • Bataille – The Wolves Amongst the Flower

    Bataille – The Wolves Amongst the Flower

    Evet, Georges Bataille etkisiyle konuşan anti-punk, noise rock vakasıyla karşı karşıyayız. Gölgeli müzik: Deleuze, Nietzsche, Blanchot ve Bataille’den müphem, varlığın silikleştiği anlarda konuşan içimizdeki başka ben’lerin yankılı gürültüsünü icra ediyorlar. Albümlerinden tuhaf videolar yapmışlar. Yaptığımız punk değil, teoloji diyorlar. Haydi canım.

    Vampirlerin mezarı, Bataille tipolojisine biraz daha uyumlu gibi. Karşıt geçişli, bir belirsizlik ses kalabalığında çarpışan gürültü.

     

    Dilin kaybolduğu anlarda ortaya çıkan müzik. Georges Bataille’in söylediğine uyumla: “Bu dünyada iki kesinimiz var: Her şey değiliz ve hepimiz öleceğiz.”

  • Yukio Mishima

    Yukio Mishima

    1963 yılında yazar Yukio Mishima ve fotoğrafçı Eikoh Hosoe, Mishima’nın kitabı “Güllerin Öldürdüğü” için birlikte çalışırlar. Kısmen fotoğraf performansı, kısmen gerçeküstü biyografik bir çalışma olan kitap hakkında Hosoe bir kısım detay anlatmıştır:

    Ba-ra-kei, Güllerin Öldürdüğü, 1961 yılında bir eylül gününde başladı. Japon yayıncı Kodansha, Mishima’nın fotoğraflarını çekmemi istedi. Kendisini ismen tanısam da, yüzyüze hiç görüşmemiştik. Bu işe neden seçildiğimi de anlamış değildim. Mishima’nın evine taksiyle gittik. Tokyo merkezden yarım saat sürdü. Taksi bir halk hamamının önünden ufacık bir yola girdi, aniden keskin bir dönüş yapıp Mishima’nın etkileyici evinin önünde durdu. Demir bir kapı, kapının ardında birkaç basamak, oradan da kapıya doğru kırk elli metre yol vardı. Sol tarafa doğru geleneksel Japon evi, sağ tarafta ise düz bir çimenlik vardı. Çimenliğin ortasında siyah beyaz mermerden bir zodyak heykeli dikilmişti, beş metre civarında çapı vardı. Verandada Mishima bekliyordu. Yarı çıplaktı ve kara gözlükler takmıştı. Beyaz bir sandalyeye oturmuş, güneşleniyordu. Masasında çay fincanı ve yarısı içilmiş greyfurt suyu vardı. Öğleden sonra saat iki civarında olmalı, demek ancak kahvaltı etmişti. Resmi bir selamlaşam sonrasında Mishima’nın ilk sözleri, sanki merakımı anlamış da cevaplamak için konuşmaya başlamış gibi geldi: “Tatsumi Hijikata ile çalışmanızı çok sevdim, bu nedenle editörümü arayıp sizinle çalışmak istediğimi söyledim.”

    İnancıma göre, insan ruhu varlığını sürdürür. Özellikle de sanat nesnelerinde, sanatçının ruhlarıyla yaşarlar. Bu nedenle Mishima ile çalıştığım altı ay boyunca onu çok sevdiği rönesans portrelerinde resimledim, bunun sorumluluğu bana aittir. Altı ay boyunca hiç bir edebiyat devi gibi hareket etmedi. Küçük bir seyahat çantasıyla geldi, içine neye ihtiyacı varsa koyuyordu. Bir kez bile kibirli bir tavrını görmedim. Her zaman sevimli ve cana yakın davrandı.

    Mishima evinde yazarların, editörlerin ve sanatçıların toplandığı kapalı partiler verirdi. Ben de davet edildim. 1965 ya da 66 baharı olmalı. Yirmi kişi vardı. Aralarında ünlü bir solcu yazar ve Mishima’nın da sevdiği popüler bir yazar da vardı. Herkes kafayı bulunca, sohbet koyulaştı. Bahsettiğim romancı Mishima’ya geldi ve “Bay Mishima, bana roman yazmayı öğretin,” dedi. Herkes şaka sanıp güldü. Romancı ciddiydi oysa, Mishima da zaten soruyu ciddiye almıştı. “Ben de yaşadım aynısı,” dedi Mishima, “Bir gazete için roman yazmam istendiğinde, tecrübeli bir romancıya gidip yardım istedim. Beni yok saydı. Şaka yapma dedi.” Mishima sonra popüler romancıya dönüp, “Gel köşeye çekilip konuşalım,”dedi. Uzaktan gördüğüm kadarıyla uzun uzun konuştular ve romancı da sürekli kafasını sallayıp, dinlediklerini onayladı.

  • Captain Cavern: İlkel Kaçak

    Captain Cavern: İlkel Kaçak

    Captain Cavern: İlkel Kaçak 18

    Söyleşi: Paskal Larsen
    Paris, Aralık 2011
    foutraque.com
    Türkçesi: Ebru Erbaş

    Fransa’nın underground grafik aleminin ele avuca sığmaz bir kişiliği ve sesi olan sanatçı Captain Cavern, 30 yıldan uzun zamandır pop, kübist ve saykodelik desenleriyle bakışlarımızı büyülüyor. Onun dünyasında küçük, yeşil adamlar halüsinasyonlar görüyor.

    Çizer, illüstratör ve ressam olan Captain’in bizi renkli, yüksek evrenlere taşımak için çizgi roman kahramanlarının tokmaklarıya kafamıza vurmasına gerek yok; onun mürekkepli kalemleri, kurşun kalemleri, keçeli kalemleri ve fırçaları var. Serbest figürasyon akımına (Di Rosa, Kriki, Kiki Picasso, Speedy Graphito) yakın duran Captain Cavern, tıpkı gemisine bağlı bir viking gibi, fırçasıyla grafik fanzinleri çevrelerinin bakir topraklarını sürüyor. 30 yıl boyunca, sınırlı sayıda çoğaltılan işlerden gazete bayilerinde satılanlara kadar, kağıda baskının tüm badirelerinden geçmiş sayılır. O “Do It Yourself” ruhunun kağıda uyarlamasının bir nevi hafızası.

    Captain; Paris’in gece kulüplerinde, barlarında ve tıpkı onun kalem darbesi gibi leke bırakan punk rock sound’una vakfedilmiş diğer işgal mekanlarında gerçekleşen konserlerde sık sık karşılaşırsınız onunla. Captain grafik sergilerinde, elinde bir kadehle ve hem eğlenceli hem de eleştirel olabilen zihniyle tartışırken de görülebilir. Zira Captain’in hoşuna gitmeyen bir sürü şey vardır! Çevresini saran tüm sanatçılara ve rock’çulara yağcılık yapacak bir tip değildir o, bir karakteri vardır. Ama her şeyden öte, o bir tutku insanıdır. Desen ve rock onun yaşam kaynaklarıdır. Desenin ve rock’un olmadığı bir gün yoktur onun hayatında. 


    Neden müstear ad olarak bir çizgi roman karakterini seçtin? Hanna & Barbera çizgi filmlerinin hayranı mısın?

    82’den 84’e kadar Der Pim Pam Poum isimli bir grupta saksafon çalıyordum. 1983’te Blank adlı grafik dergisine katıldım ve bu sayede daha sonraları Ripoulin Kardeşler ve  Placid ile Muzo olarak tanınacak tiplerle tanıştım. İlk çizimler Der Pim Pam Poum imzasıyla yayınlanıyordu ama sonra topluluk dağıldığından benim de başka bir şey bulmam gerekti. Önceleri D. Sonic (Duck Sonic) takma adını kullandım ve ilk kişisel grafik fanzinim olan Vertèbres Comics’i bu isimle yayınladım. Ama aynı dönemde Dominic Sonic de kendinden söz ettirmeye başlamıştı ve ben de Captain Cavern adını seçtim. Adı geçen çizgi romana özellikle bayılıyor değildim ama bu ismin hoşuma giden, tarih öncesi rock’a dair, ağır, şapşal bir tarafı vardı  (Primitive, The Crusher) ve bu bilhassa ahmak görünüşünün ardında, Yunan mitolojisinde ölülerin ruhlarını toplayan cehennemler gemisinin kaptanını çağırştırıyordu bu isim bana. Bu ismi ilk kez 1985 Mayıs’ında, Ripoulin Kardeşler’in Opera mahallesinde gerçekleştirdiği 4×3 bir korsan afişleme sırasında kullandım.

    Senin çizim dünyasına atılmaya iten ne oldu?

    Annem. Hayali moda desinatörü olmaktı ama hayat kendisini farklı bir mecraya savurmuştu. Dolayısıyla küçüklükten itibaren benimle birlikte resim yaparak tutkusunu bana aktardı. Sonrasında daha okumayı öğrenmeden çizgi romanları büyük bir açlıkla yalayıp yutmaya koyuldum. Olay örgüsünü ancak görsellere bakarak takip ediyordum ve tek çocuk olarak çizim, hayatımda gerçekten belirleyici oldu. Sadece bir kalem ve bir kağıtla önümde hayal dünyasının tüm imkanlarını açarak beni çevremi kuşatan sıkıntıdan kurtardı.

    Kendini nasıl tanımlıyorsun; grafiker, illüstratör, çizer, sanatçı?

    Benim açımdan çizimin temel önemine rağmen kendimi her şeyden önce bir kaçak olarak kabul ediyorum. Çizim de bana kaçış imkanı sunan ilk şeydi.

    Sanatçı bir ailede mi doğdun? Bir sanat ortamında mı büyüdün? 

    Kuşkusuz ki bu canavarı ailemin sanat alanında yaşadığı hüsran besledi.

    Sanat eğitimi aldın mı? Aldıysan okulda öğrendiğin teknikler işine yaradı mı? Yoksa kendi kendini mi yetiştirdin? 

    Çizimi toplumdan kaçmanın bir yolu olarak benimsediğimden, ergenlik çağlarımda bir sanat okuluna gitmenin beni yönlendiren ilkel gücü tehlikeye atabileceğini düşünüyordum. Ve ben de kendimi boşluğa saldım.

    Bize kariyerinin önemli aşamalarından, önemli anlarından bahsedebilir misin? Karşılaştığın insanlar, grafik çevrelerindeki yerin?

    1977’de Philippe Manœuvre’le tanışmak için Métal Hurlant dergisine gittim. Her iki girişimimde de baştan savıldığım için iki yıl boyunca çizmeyi bıraktım. 1980’de kendimi toparladım ve her gün çizim yapmaya zorladım. Belirttiğim gibi 83’te grafik fanzinleri çıkartan insanlarla tanıştım. 1984’te Xavier Veilhan sayesinde ilk çizimlerimi Zoulou’da yayınladım. Sonra Blank’ın kurucusu olan Jissé beni pentür yapmaya yönlendirdi. Serbest Figürasyon hareketinin fıkır fıkır kaynadığı zamanlardı.  Pentür bendeki cevheri açığa çıkarttı. Başlarda Nina Childress’den çok etkilenmiştim. Onun eseri olan televizyon yıldızlarının sinir bozucu portreleri, en eğlenceli konuların kapısını aralıyordu.

    Sen Bazooka ile birlikte grafik fanzinlerinde çizen/ editörlük yapan ilk sanatçılar arasındasın. Bize bu medyada, bu düşük tirajlı basılı mecrada hoşuna gidenin ne olduğunu söyleyebilirsin. Grafik fanzinlerinin 80’li yıllardan (Bazooka), 90’lara (Le Dernier Cri) oradan da günümüzde infografik alanındaki çok ileri yazılımlara kadar gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? Yani kısaca bu underground basın/dergi/ fanzin ortamının neyini seviyorsun?

    İlk çizimlerimi grafik fanzinlerinde yayınlamam gayet doğal bir durumdu. Bununla birlikte Bazooka’ya daha 1976’da telefonla ulaşmıştım: “Çizerlerle görüşme yapmıyoruz.”
    Fanzinlerin sevdiğim tarafı, iki zımbayla tutturuluveren, gayet ucuz, salaş fotokopiler olmalarıydı. Bu şıpın işi halleri hoşuma gidiyordu, daha o zamanlarda kişisel üretim kasetlerde son derece gelişmiş olan ve sonrasında da grafik fanzinlerinde yaygınlaşacak olan elişi sanat objesi tarzı değil.

    Günümüzde grafik sanatlarına nasıl bakıyorsun? Hey gibi bir dergi hakkında ne düşünüyorsun?

    İşin şıklık tarafı beni dehşete düşürüyor.

    Biz 80’li yıllarda grafik çevrelerinin atmosferini anlatabilir misin? Zira sen Bazooka, Ripoulin Kardeşler, Speedy Graphito ile haşır neşir oldun. 

    Halen punk ve Do It Yourself patlamasının etkisi altındaydık. Bir takas ruhu vardı ve işbirlikleri yaygındı. Gerçek bir rekabet pek hissetmedim. Serbest figürasyon akımı sanatı daha da matraklaştırıyordu. Sanat pazarı, bir müddet için de olsa, bir özgürleşmenin mümkün olduğu yanılsamasını yansıtıyordu.

    Geçenlerde Bilan Provisoire 1 isimli yeni bir grafik dergisinin yapımında yer aldın. Bize bu sanat dergisini tanıtabilir misin, nasıl bir konsepti var ve senin nasıl bir katkın oldu? 

    Bilan Provisoire’ın ilginç tarafı, disiplinlerarası ve kuşaklararası bir dergi olarak Dada, Panique hareketi, benim kuşağım ve gençler arasında bir bağ kurması. Gerçek anlamda bir konsepti, teması, belirli bir yönelimi olmamasını da takdir ediyorum ama sanki bu değişecek gibi.

    Gazete bayilerinde satılan dergiler hakkında ne düşünüyorsun? NMPP sistemi “marjinal” dergiler açısından sürdürülebilir mi?

    Ben de Vertige adında, yedi sayı süren bir dergi çıkarttım (Editörün notu: 2005 Ekiminde, Paris’teki Art Factory’de bir sergisi gerçekleşti). Başlangıçta her katılımcıya ödeme yapılıyordu ama sonunda editör ortadan kaybolunca kimseye para verilemedi.  Journal de la Haute-Marne’ın rotatiflerinde, tabloit formatında basılmak rüya gibi bir şeydi.  En umulmadık bayilerde tesadüfen Vertige’le karşılaşmak mümkün olduğu gibi pekçok bayide aranıp bulunmadığı da oluyordu. Denize salınmış, kısa ömürlü bir mesaj şişesiydi o ama yine de Paris Turf’ün ya da Femme actuelle’in yanında onunla karşılaşmak eğlenceli sayılırdı.
    Ancak NMPP sistemi hiçbir zaman maceraperest yapılara pek uygun olmadı. Üstelik basının yaşadığı bozgun, süreç içinde giderek daha ağırlaştı. Buna karşılık dijital baskıda yaşanan ilerlemeler, internet ve birkaç cesur kitapçı üzerinden yayılan daha esnek bir üretimi destekledi.

    Senin çizim tarzın insana çocukluğu, “küçük mikileri” hatırlatıyor. Çocukluğun senin için bir ilham kaynağı mı? Çocukken neler okurdun, ne tür yayınları severdin? Kimleri örnek aldın, favori sanatçıların, çizerlerin kimlerdir?

    Çocukluğum, toplumsal yabancılaşmayla kıyasıya bir mücadeleden ibaretti ve bu durumun yol açtığı eksiklikler ve zorluklara rağmen gücümü de buradan alıyorum. Söylediğim gibi, daha okumayı öğrenmeden çizgi romanları yalayıp yutuyordum. Genellikle küçük formatlıydı bunlar (Blek, Akim, Tartine, Battler Britton…) ve ayrıca Mickey dergileri, Tenten dergileri (albümleri değil, onlar çok pahalıydı). Okuduğumu hatırladığım ilk kitap Oz Büyücüsü’ydü. O kadar hoşuma gitmişti ki bitirir bitirmez tekrar okumuştum.

    Televizyonda Pierre Tchernia’nın sunduğu Jeux du jeudi programına bayılırdım; sonunda Club Mickey ve Zorro olurdu. Ayrıca Cinq dernières minutes programının da büyük bir hayranıydım ve Raymond Souplex’in ölümüne kadar takip ettim. Ve sonra tabii Belphegor, Les Shadoks, Le Prisonnier

    Hayatımı değiştiren iki görsel şok yaşadım: 1974’te Kraftwerk’in Autobahn albümünün kapağı ve 1975’ten itibaren de Bazooka grubu. O noktadan sonra işin esasına dalmak gerektiğini hissettim.

    Sen Picsou magazine’de de çalıştın. Bize bu deneyimden bahsedebilir misin?

    Küçük bir düzeltme: Ben Picsou Magazine’in eki olan ve baş editörlüğünü Charlie Schlingo’nun yaptığı Coin-Coin’da çalıştım. (Editör notu: Schlingo, Profesör Choron’nun arkadaşıydı ve lanetli Hara-Kiri’de çizmişti).

    Tarzına geri dönersek, ben senin işlerindeki pop renkleri çok seviyorum. Bize işin tekniğinden bahsedebilir misin? Nelerden ilham alırsın? Kendini Di Rosa gibi sanatçıların serbest figürasyon hareketine yakın hissediyor musun?

    Başlıca ilham kaynaklarımdan biri de Villemot, Savignac, Jean Carlu gibi sanatçıların 50’li yıllarda ürettikleri reklamlar oldu. Bu görsellerdeki yaşam sevinci, basitlik, savaş sonrası dönemin coşkusu hoşuma gidiyordu. Giscard’lı yılların hıncıyla karışık bu neşe ve onları kuşatan belli bir siyahlık pentürlerimin renkleri oldu.

    Sen Art Brut’ü de seviyorsun. Bu akım senin için bir ilham kaynağı sayılır mı? 

    Televizyon yayınlarında keşfettiğim Le facteur Cheval ve Picassiette, basit bir hayalden yola çıkarak dünyaya meydan okunabileceğinin kanıtlarıydı. Art Brut’te muzaffer olmuş aykırı tiplerin örneklerini buldum. Ancak bazı Art Brut severlerin ve özellikle de hiçbir kitabının sonunu getiremediğim Jean Dubuffet’in diktatörlük yanlısı ve sekter yönlerini keşfedince kuşkuya kapıldım.

    İster çağdaş ister eski olsun, kurumsal sanatla savaş halinde olmadığımı da belirtmek isterim. Marka, sadece sanatçının ultra şifreli niyetinin sezilebildiği bir salonun boşluğu kadar dehşete düşürmüyor beni.

    Punk-rock’ı ve endüstriyel brutal müziği de seviyorsun. Rock müziği, onun evreni, konserleri senin çalışmalarını etkiliyor mu? 

    17 yaşımdan önce müzik dinlemezdim. Bir akşam televizyonda Dossiers de l’écran programını izlerken Blackboard Jungle filminin jenerik müziği olan, Bill Haley’in Rock Around the Clock şarkısına denk geldim. Beni tetikleyen bu oldu. Çok geçmeden Gene Vincent’ı, Velvet Underground’u ve Alman rock’unu (bilhassa Kraftwerk, Neu! ve Cluster) keşfettim ve hayran oldum. Ve sonra da devamı geldi.

    19 yaşımda ilkel bir free punk endüstriyel tarzda saksafon çalmaya başladım. O zamanlar her şeyin birden yapılabileceği düşünülüyordu ve hatta şimdi hala bile bu düşünce geçerli ama bence bu bir hata. Yine de kötü de olsa müzik yapmak bana imgeleri kavramsallaştırmanın farklı bir yolunu kazandırdı. Ve bence imgelerin bu müzikalitesi temel önemde.