Blog

  • Incognito

    Incognito

    Incognito, bilinmeyen bir yerde bekleyen beş insanın, varoluşlarını tutabildikleri yerden yakalamaya çalışmalarını, klasik anlamda bir metin akışı olmadan ve izleyicisine bir konu vaad etmeden pek çok durumla anlatan bir tiyatro oyunu. Çok mu gerçek çok mu hayal olduğu izleyiciye bırakılan bu tuhaf hikayede, içine atıldığı dünyaya dışarıdan yabancı gibi bakan ama yine de aynı dünyanın kurallarına göre yaşama zorunluluğuna uyum sağlayan yaşamları yalın bir anlatımla sahneleyerek beğeni topluyor.

    Fehmi Karaarslan’ın tasarlayıp yönettiği ve Birleşik Aksiyon Tiyatro Topluluğu’nun sahneye koyduğu oyunda Düzgün Aslan, Volkan Çıkıntoğlu, Hüseyin Urcan, Derya Yıldırım ve Uğur Cem Lalek oyuncu olarak yer alıyor.

    Oyun biletleri için www.bitiyatro.com veya www.biletix.com adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

    Oyun Hakkında:

    Oyun, izleyicisine bizi biz yapan şeyleri, bunları nasıl bulup çıkardığımızı, ne kadar sahiplendiğimizi, kişiliğimizi bulma yolunda emin adımlarla ilerlememizi ve parametreleri sürekli değişen bu sonsuz mücadeleye ayak uydurma çabamızı çarpıcı bir şekilde sunuyor.

    Aktör-Clown oyunculuk modeli arayışının ilk ürünü olarak ortaya çıkan ve  doğaçlamalar yoluyla kurulan Incognito, izleyicisini sarıp sarmalayan farklı bir anlatım gücüne sahip.

    Türkiyede yeni fark edilmeye başlanan ve örneğine az rastlanan bu cesur biçim, klasik yöntemlerin ötesinde kendine has teknikleriyle dikkat çekiyor.

    Incognito, izleyiciyi tuhaf bir maceraya katılmaya davet eden, ilginç ve aynı zamanda cok derin ve güzel bir oyun. Yarattığı geniş ve özgür anlatımı, çok titiz şeçilmiş sessiz anlarla, içinde yaşadığımız günümüz dünyasının gerçeklerinin sıradışı olduğunu gözler önüne seriyor.

    İnsanın dünyada varoluş meselesi hem oyunun ana hareket temasını belirliyor hem de sahneleme estetiği konusunda deneysel bir dil arayışını tetikliyor. Söz konusu olgu eğlenceli bir dille anlatılırken, trajik olan popüler ve ironik bir bakışla yansıtmak isteniyor. Bu yolla seyircinin oyunla organik bir bağ ve sempatik bir yakınlaşma kurması amaçlanıyor.

    Oyun kişileri için olduğu kadar oyuncular için de bir arayış “İncognito”. Sahnedeki varoluşlarını kurabilmek için clown-aktör diyebileceğimiz bir yapının üstüne tırmanmaları gerekiyor. Bu bakış açısı clown disiplinini bir oyunculuk metodu gibi görerek, aktörün oyun kişisini yaratmasını sağlıyor. Bu şekilde var olan oyuncu ve oyun kişisi, kendine clownesk olandan bir adım ötede bir alan yaratmayı başarıyor. Biçimsel olarak değil, düşünsel olarak clowndan temellenen oyun, komik olanı, hatta trajikomik olanı ilk bakışta yakalamayı hedefliyor.

    Uluslararası festivallerden de davet alan Incognito, Nisan ayında Fransa ve Almanya’da sahnelenecek.

    Yönetmen Hakkında: 

    İstanbul’da doğan Fehmi Karaarslan Paris Devlet Yüksek Konservatuarı Tiyatro Oyunculuk Bölümü’ndeki eğitiminin ardından Fransa’da birçok tiyatro oyununda oyuncu olarak yer aldı. Lyon merkezli tiyatro topluluğu Le Spoutnik’in kurucularından olan Fehmi Karaarslan çalışmalarını Türkiye, Fransa ve Almanya arasında sürdürmektedir. 

    Detaylı Bilgi:

    Mina Ertem
    Birleşik Aksiyon
    www.facebook.com/birlesikaksiyon
    mina.ertem@actionunie.com
    532 792 8766

  • Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz

    1983 doğumluyum. Yeditepe üniversitesi tiyatro bölümü mezunuyum, 1988’den beri yaklaşık 26 senedir kaykay kayıyorum. Türkiye’deki dört büyük şov takımından birinin kurucusuyum. X4’tune adında bir kaykay mağazam var. Yaklaşık 15- 16 farklı Amerikan kaykay markasının Türkiye distribütörlüğünü yapıyorum. Kaykayı geliştirmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum.

    Kaykayın gelişimini şöyle özetleyebiliriz: 1970’lerde Kaliforniya’daki sörfçülerin dalga olmayan günlerde karada da kayabilmeleri / kayma istekleri üzerine keşfedilmiş bir spor. Ülkemize gelmesi 1980’leri buluyor. Yurtdışına gidip gelen gençlerden tek tük kaykay getirenler oluyormuş. Yavaş yavaş da gelişerek 90’larda çeşitli mağazalar açılmaya başlandı Türkiye’de. 90’lı yıllarda kaykaya ulaşmak biraz daha zordu, bir iki mağaza vardı elbette burada ama bir kaykay alabilmek için, bilhassa istediğiniz kaykayı alabilmek için üç ay beklemeniz gerekiyordu. Günümüzle karşılaştırınca: Kadıköy’de belli merkezlerde, Türkiye genelinde ise yaklaşık 20 tane kaykay mağazası var. Bunlara “Skate shop” deniyor, işi gücü sadece kaykay olan mağazalar. Geçmişle kıyaslayınca: Geçen seneye kadar 2 tane kaykay parkı vardı İstanbul’da. Türkiye genelinde de yaklaşık 9-10 tane vardı. Şu anda İstanbul’da 11 tane park var ve Türkiye genelinde ise 30-35 tane kaykay parkı var. Bunların hepsi profesyonel kaykay parkları.

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz 2
    Sürekli bir yükseklikten aşağı düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz… Ve sonra oradan kaykay ile beraber düzgün bir şekilde inmeyi öğrendiğinizde büyük bir haz yaşıyorsunuz ve daha yüksekten atlamak için kendinizi zorluyorsunuz. Daha da yüksekten atlamaya çalışıyorsunuz.

    “Neden bir çocuk kaymak ister?” bir kere kaykay zaten öncelikle bir spor, ikincisi bir kültür, diğer ekstrem sporlardan ayıran ve onu bir kültür haline getiren şey de bunun bir yaşam tarzı olması. Yani kaykaycı gibi yaşıyorsunuz, sizi daha çok motive eden müzikler dinlemeye başlıyorsunuz,  o müziklere göre ya da kayma stilinize göre kıyafetler giyiyorsunuz. Kaykay: Kendini ifade etme biçimi. Egomuzla da paralel biçimde yürüyor, sonuçta bir şey yapıyorsunuz, bir hareketi öğreniyorsunuz. Bunu da diğer insanlarla paylaşmak istiyorsunuz. Ya da öğreneceğiniz zaman birilerine ihtiyaç duyuyorsunuz. Basılı ya da görsel değil, bire bir konuşup “ben nerede yanlış yapıyorum?” diyebilecek birilerini arıyorsunuz. Anlatmak istediğim bir önemli detayda öğrenme sürecinde sürekli bir yerden atlarsınız, tabi bunlar zıplatmayı “ollie” öğrendikten sonra. Sürekli bir yükseklikten aşağı düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz… Ve sonra oradan kaykay ile beraber düzgün bir şekilde inmeyi öğrendiğinizde büyük bir haz yaşıyorsunuz ve daha yüksekten atlamak için kendinizi zorluyorsunuz. Daha da yüksekten atlamaya çalışıyorsunuz. Daha da yüksekten atladıkça daha farklı teknikler öğreniyorsunuz ve o ‘bir şeyi başarmanın verdiği haz’ ile bu yaptığınız şeyi arkadaşlarınızla paylaşma arzusu duyuyorsunuz.

    Bunun dışında, yüksekten düşme korkusunu da şuna benzetiyorum: Mesela işinizde başarılı olmak nasılsa iflas da edebilirsiniz fakat tekrar ayağa kalkıp yola devam edersiniz.  Sonuçta bir şekilde yaşamak gerekir. Kaykayda da böyle bir durum söz konusu, düşersiniz ama gidip tekrar, tekrar denersiniz. Başarabileceğinizi biliyorsunuz çünkü pratik yaparak. Yani şöyle, birazcık farklı olup kendinizi ifade etmek istiyorsanız, kaykay iyi bir spor. Bir kere bu bahsettiğim “başarma hazzı”, “kendini geliştirme duygusu” yanında bir yandan da şöyle bir şey var, kaykay şehri keşfetmenizi de sağlayan bir olay.  Yani, bir üç basamaktan atlarsınız, dört basamaktan atlarsınız  sonra beş basamaklı bir yer aramaya başlarsınız. Yeni insanlar keşfetmek için, yeni yerler keşfetmek için de kaykaycılar sürekli hareket halindedir. Belli merkezlerimiz vardır ama şehrin içinde her yere gideriz. Ben 12-13 yaşındayken çok yakın bir kaykaycı arkadaşımla otobüslere rastgele atlar, nereye olursa, son durak oraya gidip etrafı keşfetmeye başlardık. Bu sayede, büyüdüğümde şunu farkettim ki ben baya şehri biliyorum. Suadiye’de yaşıyorum, ta gidip Beylikdüzü’nden falan çıktığımı hatırlıyorum ki şimdiki gibi metrobüs falan da yoktu yani. Baya yurtdışına çıkmış gibi oluyorduk o yaşlarda. Serseri işi gibi gözükse de bizler bu işin spor kısmını, kültürel kısmını ve sosyolojik boyutunu göz önünde bulunduruyor “Neden olmasın?” diye düşünüyoruz ve bence Türkiye’den de çok yetenekli kaykaycılar çıkıyor, çıkmaya da devam edecek, bilhassa bu parklar sayesinde, bu ulaşılabilirlik sayesinde daha da gelişecek. Zaman içinde nereye kadar gideceğini göreceğiz.

    x4tune.com

    Tuncay Koçal kaykayı anlatıyor: Sürekli düşüyorsunuz, düşüyorsunuz, düşüyorsunuz 3Bu elimde gördüğünüz Türkiye’nin ilk kaykayı, ilk kaykay markası. Yerli bir kaykay markası, Tekno Play. 1979 yılında verilmiş ilanı var bunun. 79’da yerli bir kaykay yapılmış olması da beni ayrıca mutlu ediyor. Buna da çok sevdiğim bir arkadaşım benim için bir yerlerden bulup getirdi. Bildiğim kadarıyla şu an bu şekilde sağlam olan 3 tane var. Çok ilginç bir şey, kaykayın altında mesela kullanım kılavuzu koymuşlar. Diyor ki mesela: “Sporunuzu parklarda, düzgün ve meyilli sahalarda ve trafiğe kapalı olan yerlerde yapınız.” Böyle beş maddelik, altında açıklaması var. Bu bakımdan da özel bir kaykaya sahip olduğum için ayrıca mutluyum. Herkese nasip olmaz, size de göstereyim, Türkiye’nin ilk kaykayı. Tekno Play kaykay. Benim için paha biçilmez!

  • Periferi – İns

    Periferi – İns

    Periferi Kolektif, Asmalımescit’te bir dizi/seri sergi için bir mekân oluşturuyor. Mekânın ismi “İNS”. iNS kendileri için insan yanında sanatla hayatı yan yana getirmek isteyen perspektifimizin sokağa açılan bir kapısı olacakmış. Periferi, İns hacim olarak küçük bir alan olsa da yatay ve katılıma açık bir sanat tahayyülünün minör bir kapısı olabileceğine inanıyor. İns’in açılışında Sürrealist Eylem Grubu ve Periferinin 10 yıllık birikiminin edebi/yazınsal köklerine geri dönüyor ve bir üçleme sergi ile yola çıkıyor. Üçlemenina çılış sergisi Ece Ayhan’ın Yort Savul şiirinden yola çıkıp 2015’in distopik Türkiye’sinde estetik bir sorgulamaya kapı aralamayı arzuluyor.

    Yort Savul
    İns by Periferi
    9/30 Aralık 2015

    Sanatçılar: Mehmet Çeper, Alper T. İnce, Komet, Aytuğ Sertsarı, Ferhat Özgür, Olgu Ülkenciler, Emre Zeytinoğlu
    Sergi metni: Barış Acar

    9 Aralık 2015- Çarşamba 18:30, açılış etkinliği ve açılış performansı
    18 Aralık 2015 – Cumartesi 18:30, artist talk*

    İns’in açılış üçlemesinin devamında İkinci sergi “Uygarlığın Huzursuzluğu” 7 Ocak Perşembe , serinin 3. ayağı “interzone/Arabölge” sergisi ise 5 Şubat Cuma akşamı start alacak.

    Umutsuzluğu daha iyi günlere saklayın.

  • Overkill For Profit ve Azerbaycan’dan hardcore

    Overkill For Profit ve Azerbaycan’dan hardcore


    Sağanak Beyin Terörü: Merhabalar! Öncelikle birkaç klasik soruyla başlayalım: Kim kimdir? Grubu ne zaman kurdunuz?

    Timur: Merhaba, biz Bakülü hardcore grubu Overkill For Profit’iz. Azerbaycan ve bütün Kafkaslar’daki tek hardcore grubuyuz. Grubu 2008’in ekim ayında ben ve Dima beraber kurduk. O zamandan bu yana sayısız kadro değişiklikleri yaşadık. Gördüğünüz gibi bu durum hala devam ediyor. Eleman değişiklikleri en büyük sorunumuz. Bütün rock sahnesi aşırı derecede ufak olduğundan yeni müzisyenler bulmak akıl almaz derecede zor oluyor. Bütün bu üç yıl boyunca kalıcı bir kadro oluşturmaya çalıştıksa da gösterdiğimiz bütün çabalar ne yazık ki hala başarısız.

    SBT: Punk kültürüyle tanışmanız nasıl oldu?

    T: 2000’lerin başıydı. Ben ve Dima birçok farklı tarz rock müziği dinliyorduk. Fakat punkı keşfettiğimizde, gerek düşünce yapısı olsun, gerekse bu alt kültürün fikirleri olsun, bizim düşüncelerimizle ve bakış açımızla benzer olduğunu fark ettik. O andan itibaren punk ve punk gruplarıyla ilgili bulabileceğimiz tüm bilgileri aramaya, bulabildiğimiz tüm punk-rock kasetlerini, CD’lerini edinmeye koyulduk. Çok kolay olmadı çünkü dial-up internet bağlantısı o zamanlar Azerbaycan’da (internet kafeleri ve sıradan kullanıcıları kastediyorum) yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı ve çok pahalıydı. Punk-rock kaset ve CD’lerini çok zor buluyorduk ve müzik dükkanlarına da çoğunlukla tesadüfi bir şekilde geliyorlardı. Az birşey yeni ve ilginç bilgilere ulaşabileceğimiz, rock,rap ve pop-müzik içerikli sadece bir tane Rusça magazin bulunmaktaydı. Evet, tarih 2000’leri gösteriyordu! Sovyet Demir Perdesi’nin yıkılışından 10 yıl geçmiş olmasına rağmen yeraltı altkültürleri, müzik vs. hakkında hala yeteri kadar bilgi mevcut değildi! Nedeni basit – genç insanlardaki ilgi eksikliği. Bugün ise yıl 2011. Ama burada, ADSL’nin, torrentlerin, bedava dosya paylaşım serverlarının vs ortaya çıkması haricinde değişen hiçbirşey yok. Artık kolayca ihtiyacınız olan bilgiye, müziğe ulaşabiliyor, yeni kişilerle irtibata geçebiliyorsunuz. Tabi ki o da tek bir koşulla – eğer isterseniz…

    SBT: Şarkı sözleriniz ne ile ilgili? Grubun belli bir siyasi duruşu var mı?

    T: Sözlerimiz vahşi ve kör toplum, çürümüş ve satılmış politikacılar, beyinsiz dinciler ve çevremizde olup biten her şey ile ilgili. Evet, bu konular başka birçok hc ve punk grubu tarafından dile getirildi fakat bizim içinde yaşadığımız hakikat bu ve bizim de bunun üzerine sözlerimiz aracılığıyla ilettiğimiz bazı düşüncelerimiz var. Apolitik bir grup değiliz ama belli bir siyasi harekete de ait olduğumuzu söyleyemem. Tabi ki, kuramsal olarak anarşi insanların bütün sorunlarını çözebilecek mükemmel bir sosyo-politik oluşum olarak görünüyor fakat ben şu an için bunun mümkün olduğuna inanmıyorum. Bütün sorunların temeli insanın içinde, daha doğrusu, açgözlülüğünde yatmakta. İnsanlık şu anki haliyle kaldığı sürece hiçbir toplumsal düzen yardımcı olamayacaktır. Kölelik, feodalizm, kapitalizm – aynı şeyin birazcık farklı biçimleri. Hükümet binalarını yıkmaktan, linç etmekten, hükümeti değiştirmekten vs. ziyade bu kısır döngüden kurtuluşun ilk yolu insanların bilincindeki devrimden geçer. Temel siyasi duruşumuz budur.

    SBT: Azerbaycan’da punk kültürüne dahil olan aşağı yukarı kaç kişi vardır? Konserlerinize ne kadar insan geliyor?

    T: Ufak birşeyi açıklığa kavuşturayım – Azerbaycan’da punk/hc sahnesi yok. Hc veya punk tayfalarımız yok. Yaklaşık 10-15 hardcore ve 20-25 veya biraz daha fazla punk-rock dinleyicisi bulunmakta. “Hc-kids” ve “punklar” sözcüklerini kullanmadım çünkü o tür müzikleri dinlemelerine rağmen altkültürün kendisine dahil değiller. Evet, durum epey içler acısı…Şuan için Azerbaycan’da sadece 1 tane punk grubu – EDEM (pop-punk, Bakü) ve 1 tane de hardcore grubu (biz) bulunmakta. 2010 yılında, Edem elemanlarıyla beraber karışık bir kadro eşliğinde 1 şarkı (Your Faith) çaldığımız Bakü’deki “Total Devastation” rock festivali haricinde ne yazık ki hiç konser veremedik… Bütün bunların nedeni daha önce de söylediğim gibi bitmek bilmeyen kadro sıkıntımız.

    SBT: Konserlere giriş ücreti genelde ne kadar oluyor ve genelde nerelerde düzenleniyor?

    T: Giriş ücreti 5 ila 15 manat (4,5 – 14,5 avro) arasında değişiyor. Konserlerin çoğu artık bir seneden daha az bir zaman önce açılan Rock Club’da düzenleniyor. 2006/2007’ye kadar bütün rock etkinliklerinin büyük çoğunluğu, büyük sahneleri ve yaklaşık 300 kişilik salonları olan post-sovyet “Kültür Sarayları”nda düzenleniyordu. Fakat daha sonra bu Kültür Saraylarının bazıları kapatıldı. Bir tanesi askeri bakanlığa çevrildi, bir tanesi yeni Heydar Aliyev Merkezi’nin inşa edileceği bölgede bulunduğu için yıkıldı vs…Bunun yanısıra, konserlere gelen insanların sayısı düşüp kira ücretleri yükseldiğinden bu salonlarda konser düzenlemek karlı bir iş olmaktan çıkıvermişti. Bu yüzden gruplar konserlerini ufak klüpler ve barlarda düzenlemeye karar verdiler. Rock Club’ın açılmasından sonra ise bu mekan rock konserlerinin düzenlendiği ana yer oldu.

    SBT: Punklar veya standartlardan farklı gözüken kişiler polis ya da toplum tarafından çok fazla tacize uğruyorlar mı?

    T: Toplumumuzun zihniyeti hala Orta Çağı yaşıyor. Daha beş küsür yıl önce erkeklerin dışarda (şehir merkezinde gezen turistler hariç) şort giymeleri tehlike arz eden bir şeydi. Eğer uzun saçın veya keçi sakalın falan varsa hemen “gey” oluyordun. Seneler geçtikçe de durum da değişiyor. Birçok insan artık şortlara alışmış durumda. Fakat şehrin bazı bölgelerinde hala bu nedenlerden dolayı kavganın içinde bulabilirsiniz kendinizi çünkü “birisinin annesi veya kızkardeşi sizi o halde görebilir!”, ”şu müselmaçılığa uyğun değil!” vs…

    İki sene önce birini sırf uzun saçlı diye taciz eden kişiler artık kendileri uzun saçlılar. Görüntü her ne kadar değişse de durum özünde hala aynı… Alışılagelmişin dışında olmak için ayağınıza şortunuzu geçirmek, internetten aldığınız favori grubunuzun t-şörtünü giymek, şapkanızı ters giymek yeterli. Yani burada mohikanlı, vücudu tamamen dövmelerle kaplanmış, kulaklarında tünel bulunan vs. tipler göremezsiniz. Aslında bu unsurlardan sadece biri bile toplumdan “ölüm cezası” almaya yeterli. Neredeyse kimse bu riski göze alamıyor. Toplumun kendisi polis rolünü oynadığından, polis rüşvet alabileceği başka bir kaynak arayabilir.

    SBT: Grubunuzun ismiyle belli bir duruma mı yoksa genel olarak kapitalizme mi göndermede bulunuyorsunuz?

    T: Grubumuzun adı bütün dünyadaki durumla alakalı. Kapitalizm; insanın açgözlülüğünün, hırsının, salaklığının ve bencilliğinin sadece modern bir şekli. İnsanlık bütün hayatı, gelecek nesilleri düşünmeden, kendi açgözlülüğünden dolayı yok etmekte.

    SBT: Punk altkültüründeki insanlar arasında Ermenilere karşı genel yaklaşım nasıl? İnsanlar devlet politikaları tarafından zehirlenmiş durumdalar mı?

    T: Punk altkültürümüz olmadığından dolayı yerel rock sahnesini baz alacağım. Ermenilere karşı rockçılar arasındaki tavrın diğer Azeri nüfusundan farklı olduğunu sanmıyorum. Azerbaycanlıların çoğunluğu için Ermeniler ne kadar en büyük düşman ise, Ermeniler de aynı şekilde tüm kalpleriyle Azerilerden ve Türklerden nefret ediyorlar. Tabi ki, halklar arasındaki bütün bu nefretin sadece siyasi oyunlardan ibaret olduğunun farkında olanlar var fakat ne yazık ki bu insanların sayısı çok az…

    SBT: Azerice ile Türkçe arasındaki aşırı benzerliği göz önünde bulundurursak, sizler Türkçe’yi duyduğunuzda ne kadarını anlıyorsunuz? [gülücük]

    T: Hm… Yüzde olarak söylemesi zor…%70-80 olabilir [gülücük] 1990’ların başından itibaren yayınlanan Türk TV kanallarını izleyen diğer Azeriler için bu %90-100 olabilir [gülücük] Birçok insan “Kurtlar Vadisi” ve diğer başka Türk dizilerine saplantılı hale gelmiş durumda. Gruptaki iki elemanın Rus ve benim de Rusya doğumlu ve Rus kökenlerim olduğundan dolayı genelde (Bakü’de yaşayan birçok insan gibi) Rusça konuşuyoruz ve Türkçe’yi de “Kurtlar Vadisi”nin fanlarından biraz daha az anlıyoruz [gülücük] Bununla birlikte Türkçe tercümeli çizgi filmlerle büyüdük.

    SBT: Futbolla ilgileniyor musunuz? Bu arada İstanbul’daki arkadaşlarımızdan birinde Bakü takımı Neftçi’nin atkısı var.

    T: Evet, ilgileniyoruz. Ama yabancı takımları tutuyoruz: Ben ve Dima Inter Milan’ı, Vadim ise A.C.Milan ile Spartak Moskova’yı destekliyor. Neftçi, Azerbaycan’daki en ünlü ve eğer doğru hatırlıyorsam en eski (1937) futbol klubümüz. Şuanki rakipleri “Xəzər-Lənkəran”, “Qarabağ” ve “Bakı”. Ama taraftar hareketimiz hala emekleme döneminde Hiç taraftar grubu yok.Yerel taraftarlarımızın çoğu adeta bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Futbolumuz az gelişmiş olmasına rağmen büyük bir avantajı var, o da; herhangi bir Nazi hareketini barındırmayışı.

    SBT: Edem ile olan split 7”inizi çıkaran TAM89 ve Darbouka Records ile nasıl iletişime geçtiniz? Luk Haas Azerbaycan seyahatinde falan mıydı yoksa internet üzerinden mi ya da nasıl oldu?

    T: Yaklaşık 2 yıl önce Luk Haas ile internette, Tiflisli (Gürcistan) arkadaşım Temo’nun yardımıyla tanıştım. Bu arada arkadaşım Tiflisli “Skalioz” adında bir ska-punk grubunda çalıyordu. Luk Kafkasya punk ve hardcore toplaması basmak istiyordu fakat bazı nedenlerden dolayı bu proje askınya alınmıştı. Luk Kuzey Kore’den döndükten sonra Azerbaycan punk/hc 7” plağı basmaya karar verdi. O sıralar, bir tanesi daha önce Filipinler’den çıkan “Underground Asian Compilation” CD’sinde yayınlanmakla beraber, 2 adet demo şarkımız mevcuttu zaten. Tabi ki Edem’i de bu projenin içine çektim. İlk demo-albümlerini 2009’da ve 2010 yılında da bir tane EP çıkaran Edem’in şarkı konusunda herhangi bir sıkıntısı yoktu. Geriye sadece kapakların tasarımını hazırlamak ve bütün bunları Fransa’ya göndermek kalıyordu. Nihayet 5-6 ay sonra Azeri hardcore ve pop-punk’ının bu garip karşımı 7” plak formatında çıktı.

    SBT: Gelen tepkiler nasıl? Bence birçok insan plakta Azerbaycanlı grupların olduğunu duyunca 7”e epey bir ilgi göstermiştir.

    T: Birçok insan Azerbaycan’ın varlığından bile habersiz. Yakın zamanlarda Luk ile yazıştık da satışların biraz yavaş gittiğini söyledi. Olası nedenlerden biri; uçuk posta ücretleri ve insanların shipping ücretini ucuza getirmek için Suudi Arabistanlı grubun 7”inin DE çıkmasını beklemeleri…Bununla birlikte, artık dünyanın farklı yerlerindeki insanların bazıları Azerbaycan diye bir ülkeden ve burada da hardcore ve punk gruplarının olduğundan haberdarlar. Farklı ülkelerden bütün arkadaşlarımız bu üründen haberdar olunca gerçekten şaşırdılar. Bildiğim kadarıyla bu 7” bağımsız Azerbaycan tarihindeki ilk ve tek plak kaydı. İnanılmaz çalışmalarından dolayı Luk’a çok teşekkürler.

    SBT: Kolayca bulabileceğimiz bazı Azerbaycan yapımı filmler önerebilir misiniz?

    T: Sinema SSCB ile birlikte öldü. O yüzden Sovyetler zamanında yapılmış filmerden önereceğim. Bunlardan bazıları Azeri sinemasının klasikleri olarak nitelendiriliyor – “Arşın mal alan”, “Qaynana”, “Koroğlu”, “Babək”, “Bizim Cəbiş müəllim”, “Yaramaz” vs…Ama internette heralde sadece Rusça tercümeleriyle bulabilirsiniz. Bonus – bütün filmlerimize ulaşabileceğiniz bir link.

    SBT: Sizleri Türkiye’de birgün canlı izlemek güzel olurdu. Fakat zannerdersem Azerbaycan’dan Türkiye’ye yolculuk etmek epey masraflı. Van’a bir şekilde otobüsle falan gitseniz ordan da İstanbul’a uçsanız belki daha ucuz olabilir?

    T: İstanbul’a en ucuz tek yönlü bilet yaklaşık 240 avro. Pek iç açıcı değil [gülücük] Türkiye’ye otobüs veya trenle ulaşmanın tek bir yolu var o da Gürcistan üzerinden. Ama Van Gürcistan sınırından çok uzakta… Evet, harbiden zor iş. Ama eğer grubumuz bütün zorluklara rağmen ayakta durabilir ve İstanbul’da çalma gibi bir şansımız olursa, bu soruna kesinlikle bir çözüm buluruz.

    SBT: Bizden bu kadar. Son sözlerinizi tükürün.

    T: Bizle ilgilendiğiniz için çok teşekkürler. Umarım birgün ülkenize gelip yerel gruplarınızla konser veririz. İlginiz için tekrardan teşekkürler. Pozitif kalın! Kendinize iyi bakın.


    Azerbaycan’da punk/hc sahne raporu

    Timur [Overkill for Profit]

    Ne yazık ki herhangi bir sahnenin var olmadığını kabul etmek zorundayız. Eğer bütün rock sahnemiz bile güçbela ve en ilkel şekilde varlık gösteriyorsa punk/hc hakkında ne diyebiliriz ki. Şuanda bütün Azerbaycan’daki rock gruplarının toplam sayısı 10’un biraz üzerinde. Bu konuda bütün Azerbaycan’dan kasıt da sadece Bakü’den ibaret. Gəncə ve Sumqayıt (Azerbaycan’ın en büyük 2. ve 3. şehirleri) şehirlerinde bazen birdenbire ortaya çıkıp aynı şekilde kaybolan grupları saymazsak başkent dışında rock mevcut değil. Bu yüzden burada çok az punk ve hardcore grubunun olmasını anlamak çok da zor olmamalı.

    Azerbaycanlı ilk punk grubu olan “EDEM” ancak 2002’de kurulabildi. Elemanlar hala aktifler. “It’s alright” adında bir demo albüm ile “Dirty sex” adında bir tane EP’leri mevcut. Bütün bu materyaller kendi DIY stüdyolarında kaydedildi. DIY bizim kayıt yapabileceğimiz tek yöntem. EDEM elemanları kaliforniya tarzı pop-punk icra edip bunu da gayet kaliteli bir şekilde yapıyorlar. Fakat sözlerinin toplumsal konulara yönelik olmaması yazık. Çoğunlukla seks üzerine komik bir tarzda yoğunlaşmış bulunmaktalar. Tipik bir pop-punk.

    Azerbaycan punk-rock tarihinin bir sonraki safhası, ANTIFREEZE ile NO BRAKES adlı iki grubun aşağı yukarı aynı zamanlarda kurulduğu yıl olan 2008’dir. 2011’e kadar faal olup birkaç yerel konserde de çalmaya fırsat bulabildiler. ANTIFREEZE ayrıca 2009 yılında Tiflis’te (Gürcistan) ufak bir punk festivalinde bile çaldı. Müzikal unsurlara gelince, NO BRAKES punk ile metalin bir karışımını, ANTIFREEZE ise naive school punk rock icra ediyordu. İki grubun sözleri de oldukça kendilerine özgüydü. Diğer bir deyişle elemanlar sözleri çok fazla sallamadılar. Her neyse, iki grup da sahne raporunun yazım aşamasında dağıldılar.

    Biraz da hardcore’dan bahsedelim. Sadece bir tane hardcore grubu var o da gitaristinin ve kurucu elemanlarından birinin ben olduğum, 2008 yılının sonbaharında kurulan OVERKILL FOR PFOFIT. Müzikal olarak NYHC, oldschool hc, modern hc ve tabii ki punk-rock’un bir karışımı. Sözler tamamen toplumsal konulara değinmekte. Sürekli eleman değişikliğinden kaynaklanan sorunlara rağmen 2 tane demo şarkı kaydedebildik. İkisi de 2011’de Luk Haas’ın label’ı TAM89 Records ile Darbouka Records’un ortaklaşa çıkardıkları OVERKILL FOR PROFIT & EDEM – “Oiled Caspian shores” split 7”inde yer aldılar. “The Illusion Of Freedom” şarkısı aynı zamanda Filipinli labellar Delusion of Terror ile Love From Hate’in 2010 yılında çıkardıkları “Underground Asia” toplamasında da yer aldı. Bildiğim kadarıyla OVERKILL FOR PROFIT Güney Kafkasya’daki tek hardcore grubu. Kuzey Kafkasya’da başka grupların var olup olmadıkları ise meçhul.

    Punk konserleri üzerine de bir çift söz edelim. “Bir çift” diyorum çünkü bugüne kadar sadece iki punk konseri oldu. Her ikisi de Gürcistanlı punk gruplarının katılımıyla gerçekleşen konserlerin ilki 2009 yılının ilkbaharında, ikincisi ise 2013 temmuz ayında düzenlendi. Bütün zorluklara ve uzun bir araya rağmen, genel olarak, bu konserler pozitif birer adım olarak nitelendirilebilirler. Gelecekte bu eğilimin devam edip “hızını” arttıracağı umulmaktadır.

    Ancak bütün bu yukardakileri özetleyecek olursak, bütün Azerbaycan’da sadece bir tane punk ve bir tane de hardcore grubu bulunmaktadır. Gördüğünüz gibi buna hardcore/punk sahnesi denemez. Fakat bence hardcore/punk sahnesi sadece müzik ve gruplardan çok daha öte birşeydir. Bu, sanat olsun, müzik, fanzinler ve çeşitli etkinlikler olsun, tüm yönleri ve dışavurumlarıyla bütün bir alt kültürün yansımasıdır. Lakin ne yazık ki bütün bunların hepsi beraber burada mevcut değiller. Rock’ın herhangi bir popülerliğinin olmadığı, insanların bu tür müziği reddettikleri bir mentaliteden dolayı otoritelerin bunu yasaklamaya bile gerek duymadığı bir ülkede punk ve hardcore altkültürünün doğuşu şuan için neredeyse imkansız. Fakat bu durumun yarattığı umutsuzluğa rağmen davamıza devam etmekten başka bir seçeneğimiz yok. Hazır hiç birşey yoktur, herşeyin bir başlangıcı vardır.

    Bazı linkler

    OVERKILL FOR PROFIT facebookVK

    EDEM edemband.com

    split 7”i sipariş etmek için: Frederic Brahim – Darbouka Records : darbouka_records@yahoo.fr – Luk HaasTam89 Records

    Yazan: Timur Huseynov

    Çeviri: noizine crew
    Sağanak Beyin Terörü’nün Mart 2012 sayısında yayınlanmıştı.


  • :Comte de Lautréamont: Maldoror’un Şarkıları

    :Comte de Lautréamont: Maldoror’un Şarkıları

    SORUSU SORULMAMIŞ YANITLAR

     

                                                                                                                  On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek,
                                                                                                                  kendi şairini.” (Birinci Şarkı)
    Yukarıdaki dizeyi yazdığında ya yirmi ya da yirmi iki yaşındaydı Isidore Ducasse. Maldoror’un Şarkıları’nı yazmaya başladığında adı Isidore Ducasse’tı; ama, yazma süreci içinde Comte de Lautréamont’ a dönüştü. Poésies‘yi yazarken tekrar kılık değiştirip Isidore Ducasse oldu. Ne var ki, tanımlamaya çalışacağımız kişilik için bu iki ad da yeterli değil; çünkü, en azından, ikinci doğuşu olan bu yüzyılın yirmili yıllarından bu yana tek bir kişilik var: Ducasse-Maldoror-Lautréamont.

    Bu kendini beğenmiş(?), başta Gaston Bachelard olmak üzere kimilerine göre deli; bu adı alıntı, kitabının adı yapıntı ve yapıtının bir bölümü çalıntı; bu neredeyse dâhi liseli‘nin (A.Camus) ülkemizde tanındığını sçyleyemeyiz: Adını biliyoruz, edebiyat çevrelerinin bir kesiminde söylencesi dolaşıyor, birkaç çeviri sayesinde yapıtı biraz aralandı, o kadar. Ama, başta Fransızlarınki olmak üzere üstgerçekçilerin (sürrealistlerin) yapıtlarında ve çağcıl şairlerin önde gelenlerinin çoğunda bir parça Ducasse-Lautréamont bulmamız hiç de zorlama sayılmamalı. “Bugünkü şiirin sorumluluğunda en büyük pay bu adama düşer.” diyen André Breton, bu düşünceyi büyük ölçüde doğruluyor. Anlama biraz bulanıklık getiren “sorumluluğunda” sözcüğünü “oluşumunda” olarak algılarsak, bu delikanlının şiirsel eylemi çok daha belirginlik kazanmış olur. Öte yandan bu görüşü paylaşan yalnızca Breton değil:

    “Rimbaud’yu, Maldoror’un VI. Şarkısı’nı okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım.” (A.Gide)

    “Maldoror’un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor.” (Aragon)

    “Lautréamont’u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner.” (Francis Ponge)

    Kısacık ömründe geleceği yaşamış; “bugün” ü yadsıdığı, “bugün” de “yarın” ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığa kapanmış olan Lautréamont’un durumu birçok bakımdan çelişkili görünüyor. Marcelin Pleynet’ye göre, o olmaksızın Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı; Fransız edebiyatı, tümüyle, yüzü geçmişe dönük bir tekrar taslağı izlenimi uyandırırdı. Demek oluyor ki, Lautréamont ve yapıtı, Fransız kültür ve edebiyatının “olmazsa olmaz” bir öğesi durumunda. Ama, bunula birlikte, en temel dayanaklarına varıncaya kadar yadsıyarak, tersine çevirerek bu kültürün içinde kendine ancak bir yer açabildi (o da yarım yüzyıl sonra). Kendinin taraf ve nesnesi olduğu bir davada Fransız kültür ve edebiyatına meydan okudu. Ama, yalnmızca bu kültüre, bu edebiyata mı karşıdır bu benzersiz başkaldırı?

    :Comte de Lautréamont: Maldoror'un Şarkıları 1Poésies I’in başlarında “Anı bırakmayacağım arkamda,” dediğini, yayıncısı Verboeckhoven’e, ölümünden dokuz ay, üç gün önce yazdığı 21 Şubat 1870 tarihli mektubunda, “Biliyorsunuz, geçmişimi yadsıdım,” diyerek bu kararını pekiştirdiğini siz de okuyacaksınız. Nitekim, Maldoror’un birinci şarkısının ilk baskısında adı geçen lise arkadaşı Georges Dazet’nin adını ikinci baskıda kaldırıp yerine hayvan adları koyarak bizi Tarbes Lisesi’ne ve özel yaşamının bir dönemine götürecek yolun önünü tıkamak istemiştir. “On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini” diyerek sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek istediğini hiç de alçakgönüllü olmayan bir biçimde dile getiren (bu saplantıyla Şarkılar’ın birçok yerinde karşılaşacağız) ve arkasında anı bırakmak istemeyen, kısacık bir ömrü, üç dört yıllık bir edebi yaşamın geçmişini silmeye kalkışan bir bilinç: Uçurumla doruğun çelişkisi; uçurumla doruğun baş döndürücü çelişkin birliği.

    Ama, her şeye karşın geriye bir şeyler kaldı: İki ad, iki kitap, altı mektup ve ilk kez 1977 yılında yayınlanan bir tek fotoğraf.

    ISIDORE DUCASSE’tan
    COMTE DE LAUTRÉAMONT’a
    Isidore Ducasse 4 Nisan 1846 günü, Arjantinlilerin kuşatması altında bulunan Montevideo’da (Uruguay) doğdu ve Prusyalıların kuşattığı Paris’te, Komün’den üç ay kadar önce, 24 Kasım 1870 günü öldü. Toplam olarak 24 yıl, 7 ay, 20 gün yaşadı.
    Isidore doğduğunda babası otuz yedi, annesi yirmi beş yaşındaydı. Annesi Célestine Jacquette Davezac (1821) ile babası François Ducasse (1809) Montevideo’da evlendiklerinde (21 Şubat 1846) Isidore’un doğumuna iki ay kalmıştı, yani annesi yedi aylık hamileydi.
    Güneybatı Fransa’da, Tarbes yakınlarındaki Bazet’de doğdu François Ducasse. Aynı bölgede bulunan Sarniguet adlı köyde ilkokul öğretmenliği yaparken, bu köyde doğmuş olan Célestine Jacquette Davezac ile 1837-1839 yılları arasında tanuştı. François Ducasse’ın 1839 yılında Güney Amerika’ya gittiği, bundan üç yıl sonra da Célestine Jacquette Davezac’ın aynı yolculuğa çıktığı tahmin ediliyor.
    1840 yılına doğru Montevideo Fransız Konsolosluğu’nda çalışmaya başlayan François Ducasse, oğlu Isidore’un doğumundan hemen sonra kançılar olmuştu. 1887 yılında öldü. O sıralarda, altı yedi bin dolaylarında Fransız göçmenin yaşadığı Montevideo’daki konsolosluk üstleri il Dışişleri Bakanlığı (Paris) arasında yapılan yazışmalardan, François Ducasse’ın çok başarılı, çok yetenekli, çok çalışkan bir memur ve yönetici olduğu, görevinde övgüye değer roller oynadığı anlaşılıyor. Böylesine işi başından aşkın bir babanın oğluyla yakından ilgilendiği düşünülemez, hele karısının erken ölümünden sonra.
    Annesi 9 Aralık 1847 günü intihar ederek (bu sava karşı çıkanlar da var) öldü. Demek ki, annesi öldüğünde Isidore yirmi aylıktı.
    Isidore Ducasse’ın doğumuyla, öğrenim için Fransa’ya gönderildiği Ekim 1859 yılı arasındaki on üç yıllık yaşamına ilişkin hiçbir bilgimiz yok, Uruguaylı Alvaro Guillot Munoz’un bulup 1925 yılında Lautréamont et Laforgue adlı kitapta yayınladığı 16 Kasım 1847 tarihli vaftiz belgesi (Montevideo Katedrali) dışında.
    Aslına bakarsanız, 1859-1863 Tarbes Lisesi, 1863-1865 Pau Lisesi yaşamından hemen hemen hiçbir bilgimiz yok, Pau Lisesi’nden sınıf arkadaşı Paul Lespés’in anıları dışında. Zaten Paul Lespés, etiyle kemiğiyle Isidore Ducasse’ı gördüğünü söyleyen, görgü tanıklığına dayanarak onunla ilgili bilgi veren iki kişiden biri.
    Ağustos 1865’te Pau Lisesi’nden ayrılan Isidore Ducasse’ın izini 21 Mayıs 1867 tarihine kadar yitiriyoruz; 21 Mayıs günü Tarbes Valiliği’nden bir pasaport ve 25 Mayıs günü de uruguay için vize aldığını kayıtlardan biliyoruz. Aynı yıl Paris’e döndüğü ve bir edebiyatçı olarak 23, rue Notre-Dame-des-Victoires adresine yerleştiği biliniyor.

    Ducasse’ın I. Şarkı’nın elyazmasını Ağustos 1868’de basımcı Balitout’ya teslim ettiği tahmin ediliyor. I. Şarkı’nın bu baskısı yazarın adı olmaksızın yayınlandı. Evariste Carrence’ın Bordeaux Şiir Yarışması’na katılan Şairlerden derleyerek Ocak 1869’da yayınladığı Parfums de l’âme adlı ortak kitapta ikinci kez ve gene imzasız olarak yayınlanan I. Şarkı’da bazı düzeltmeler yapıldığı görülüyor. Aynı metnin bazı değişikliklere uğramış kesin biçimi, aynı yılın yaz aylarında Les Chants de Maldoror I. II. III. IV. V. VI. başlığıyla yayınlanan tam metin içinde yer alacaktır. Lacroix ve Verboeckhoven adlı yayıncıların Brüksel’de yayınladıkları yapıtın yazarı olarak ilk kez Comte de Lautréamont adı görülmektedir. Ancak, şairin 27 Ekim 1869 tarihli mektubunda kabul ettiği anlaşmaya karşın, yayıncılar yapıtı depolarında tutacaklar ve yazar kitabının Paris kitapçılarında satışa çıktığını göremeden bu dünyadan göçüp gidecektir. İşin aslı şudur: Kitabın adı, Yurtdışında Basılmış, Yasak Yayınlar Bülteni ‘nde yer aldığı için basımcılar korkmuş ve kitabı dağıtmamıştır. Bununla birlikte yazarın eline 10-20 nüsha geçmiştir.

    İçişleri Bakanlığı’na Nisan 1870 günü teslim edilen Poésies I ve Haziran 1870’de teslim edilen Poésies II’nin yazarı olarak Isidorc Ducasse görünmektedir.

    Birkaç ay sonra, 24 Kasım günü, 7 rue du Faubourg-Mont-marte adresinde ölecek ve ertesi gün geçici olarak, Montrnartre mezarlığına gömülecektir. Belirtilen tarihte öldüğü kesin, çünkü Seine ili tarafından düzenlenmiş ve yirmi dört yaşındaki Isidore Lucien Ducasse adlı edebiyatçının saat sekizde öldüğünü bildirir bir belge var. İlkin, 25 Kasım 1870 günü kuzey (Kuzey-Montmartre) mezarlığının 35. bölümüne gömülen ceset, 20 Ocak 1871’de 49. bölüme aktarılacak ve nihayet kemikleri 1890 yılında Pantin kemikliğine taşınacaktır.

    Lacroix ve Verboeckhoven’in 1869 yılında bastığı, ama dağıtmayıp depoda sakladığı Maldorofun Şarkıları, Brüksel’deki _Ican-Baptiste Rozez kitabevi tarafından 1874 yılında satışa çıkartıldı, ama hiçbir başarı kazanmadı. Şarkılar, ölüm belgesi üzerinde Ducasse’ın doğum ve ölüırı tarihlerini saptayan ve onun bankacı Darasse’a yazdığı iki mektubu bulan Leon Genonceaux tarafından yeniden basıldı (1890), ama Lacroix-Rozez baskısı henüz tükenmemişti.

    1870 yılında yayınlanan Poésies I ve II’nin, 1891 yulında Remy de Gourmont tarafından Ulusal Kitaplık’ta bulununcaya kadar, yirmi bir yıllık bir dönemde herhangi bir yerde izine rastlamıyoruz. Léon Genonceaux’nun yayınından sonra, bu sırada Ulusal Kitaplık’ta çalışmakta olan Remy de Gourmont, Isidore Ducasse’ın yapıtı üzerine yaptığı araştırmaları Mercure de France’ın Şubat 1891 sayısında yayınladı. Birçok değerli bibliyografik bilgiyi ona borçluyuz. Bundan yirmi sekiz yıl sonra André Breton Ulusal Kitaplık’a gidecek (1919), birinci ve ikinci kitabı eliyle kopya edecek ve bunlar Littérature dergisinin nisan ve mayıs sayılarında yayınlanacaktır.

    Poésies I ve II tek kitap olarak 1920 yılında, Philippe Soupault’nun önsözüyle Au Sans-Pareil’de yayınlandı.

    Sonuç olarak, Isidore Ducasse/Comte de Lautréamont’un ve yapıtlarının okurla gerçek tanışmasının 1920’den itibaren, yani ölümünden elli yıl sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

    İKİ TANIKLIK

    Isidore Ducasse’a ilişkin ve çoğu hâlâ varsayımdan öteye gitmeyen birkaç bilginin toplanması için tam yüz yıl gerekti. Şarkılar’ın üçüncü yayıncısı L. Genonceaux’nun, ilk yayıncı Lacroix’nın (Isidore Ducasse’ı gördüğü bilinen iki kişiden biri) tanıklığına dayanarak verdiği bilgiye göre, “Isidore Ducasse Paris’e Politeknik Okulu’nda ya da Madencilik Okulu’nda okumaya gelmişti. 1867 yılında, 23, rue Notre-Dame-Des-Vistoires adresinde bulunan otele yerleşmişti Güney Amerika’dan gelir gelmez. Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı. Ancak geceleri ve piyanosunun başında yazardı. Cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak müzik eşliğinde kurardı.” Gecenin herhangi bir saatinde başlayan çalışmalardan, yataklarından fırlayarak uyanan öteki otel müşterileri şikâyetçiymiş. Isidore Duccasse’ın ölümünden  yirmi yıl sonra yayınlanan bu satırların doğruluğunu (ya da tersini) kanıtlamak olanaksız. Buna karşın Gomez de la Serna’nın (1925), André Malraux’un (1920), Philippe Soupault’nun (1946) bu kaynaktan yararlandıkları görülür.

    İkinci tanık, François Alicot’nun kendisiyle söyleşi yaptığı yıl (1927) 81 yaşında olan, Ducasse’ın okul arkadaşı Paul Lespês. Ducasse’ı 1864 yılında Pau Lisesi’nde tanıdığını söyleyen Lespês, onunla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:

    “Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnının üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hâlâ gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün… Kederli ve sessizdi, içine kapalıydı. Mutlu ve özgür bir yaşam sürmüş olduğu denizötesi ülkelerinden bana birkaç kez heyecanla söz etti.”

    Lespés’ın verdiği bilgiye göre, Gustave Hinstin’in belagat dersine büyük ilgi gösterirmiş Ducasse; Racine ve Corneille’i ve özellikle de Sofokles’in Kral Oidipus’unu severmiş; Edgar Poe ve Théophile Gautier’ye hayranmış. Birinde kendisine garip ritimli, karanlık düşünceli birkaç şiir göstermiş. “Ducasse Latin koşuğundan tiksinirdi” diyor Lespés.

    Lespésîn konuşmasının tümünü buraya aktarmamızın olanağı yok. Ancak onun yaptığı tanım, Genonceaux’un betimlemesini doğruluyor: “Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı.”

    Okul belgelerinden, lise birinci sınıfta aritmetik, geometri ve resim derslerinde sınıf birincisi, Latinceden Fransızcaya çeviride beşinci, Fransızcadan Latinceye çeviride dördüncü, dilbilgisi dersinde dördüncü olduğu anlaşılıyor. Sınıf onur listesinde üçüncüymüş. Öteki sınıflarda da aşağı yukarı aynı düzeyi tutturduğu görülüyor.

    Fen derslerine, özellikle de biyolojiye yatkınlığına Şarkılar’da sık sık tanık olacağız. Bu alanlardaki bilgilerini bir şiirsel metne geçirmekten alaylı bir kıvanç duyuyor gibidir.

    LAUTRÉAMONT-MALDOROR-DUCASSE

    Max Chaleil’e göre şöyle bir denklem yazılabilir

    Ducasse + Maldoror = Lautréamont

    Isidore Ducasse’ın Lautréamont’a dönüşmesi ve Maldoror sözcüğü uzun süre bilmece olarak kaldı. Maldoror bilmeceliğini sürdürüyor, ama Lautréamont’un kaynağını biliyoruz artık: Eugéne Sue’nün LATRÉAUMONT adlı romanı. M’nin önündeki “U” harfi, birinci T`nin önüne gelerek Lautréamont’u oluşturuyor. Bu seçim ayrıca Maldoror’un Şarkıları’nın yapısal ve yöntemsel bakımdan halk romanı (roman populaire) ve kara romanla (roman noir, korku romanı) ilişkisini de açıklamış oluyor.

    Basit bir ödünç alma (kimlik, ad, kişilik) olayıyla mı, yoksa bir değişim, bir başkalaşımla (metamorphosis) mı karşı karşıyayız? Ducasse’ın, ikinci yapıtı Poésies’yi bir geriye dönüş yaparak kendi adıyla imzaladığı göz önünde bulundurulacak olursa, “metamorphosis” anlamında sürekli bir kimlik değişiminden söz etmek oldukça güç görünüyor. Bu değişim söz konusu olsa bile Maldoror’un Şarkıları’nın sınırlarını aşmıyor gibi. Ancak J.M.G. Le Clézio’nun ‘Maldoror et les Métamorphoses” (Maldoror ve Değişimler) adlı incelemesinde, “Şarkılar’da en önemli özellik değişimdir. Hiçbir XIX. yüzyıl şiirsel yapıtı bu yöntemi bunca ısrarla kullanmadı. Bu, gerçekten bir yöntem mi, bilinçli bir kullanım mı? XIX. yüzyıl dağarcığında sık başvurulan bir sözcük olmamasına karşın değişim (métamorphose) sözcüğü düzenli aralarla yedi kez kullanılıyor.” cümlesini okuduğumuz ve altı şarkıda insanın birçok kez hayvana, altıncı şarkıda da Tanrı’nın gergedana dönüşümüyle karşılaştığınız zaman, Comte de Lautréamont adının bir ödünç alma (takma ad, müstear ad) eyleminden çok bir kimlik değişimine yakın olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan, birinci şarkının iki kez yazarın adı belirtilmeksizin (anonim) yayınlandıktan sonra, tamamlanmış altı şarkılık yapıtın yazarlığını Lautréamont’un yüklenmesi, yukarıdaki “Ducasse + Maldoror = Lautréamont” denkleminin olasılık payını güçlendiriyor. Nitekim, Maldoror aradan çekilince, P0ésies’de yerini lsidore Ducasse’a bırakıyor Lautréamont, Ancak Poésies’de Maldoror’un kendisinin değilse bile gölgesinin bulunmadığını ileri sürmek de acelecilik olur: Çünkü, Poésies’de Maldoror’un köktenci, alaycı ve “günahkar” tutumunu tanımakta güçlük çekmiyoruz. Maldoror’un Şarkıları yazı’ya, rahat’a, uygun’a ne kadar karşı ise Poésies de o kadar karşıdır.

    Isidore Ducasse’ın aralanmaz karanlığı bu ad bağlamında da direnmesini sürdürüyor. Yorum olanaksız, bir ödünç alma mı yoksa bir değişim mi? Hâlâ soruyoruz. Bildiğimiz en kuşkusuz gerçek, bu adın bir halk romanının adından bir harfin yer değiştirmesiyle türetilmiş olduğu.

    MALDOROR’a gelince, bu ad bir çoğul yoruma açık görünüyor:

    Roland Derche’e göre, “Maldoror, kinin oğlu, bir şeytanın adıdır.”

    René Crevel’e göre, “Maldoror, Kötülüğün şafağıdır” (Maldoror, aurore du mal). Robert Amadou’ya göre, “Maldoror, şafağın şeytanıdır” (Maldoror, le Mauvais de l’aurore).

    P.O. Walzer’e göre, Tanrı’nın bağışı anlamına gelen Théodore’un olumsuzlanması, tersine çevrilmesidir Maldoror: “Don du Mal” yani Kötülüğün bağışı. Albano Rodrigués’e göre, İspanyolca “Kötü acı”nın (Mal dolor) dönüştürülmüş şeklidir.

    Marcel Jean ve Arpad Mezei’ye göre Maldoror, mald (lanetli) ve oror (aurore, şafak) sözcüklerinden oluşmuştur, yani şeytandır (Lucifer).

    Marcelin Pleynet’ye göre Maldoror, “Şafak bunalımı” ya da “şafağın kötülüğü”dür (maldoror, le mal de l’aurore).

    Philippe Sollers de “La Science de Lautréamont” başlıklı yazısında Pleynet’nin görüşünü desteklemektedir.

    Şu ya da bu yorum; hiçbiri ne yeterli, ne de yetersiz. Şarkılar’ı okurken tek tek bu varsayımların hepsini doğrulayabilecek nitelikte dizelerle karşılaşacağız. Maldoror, yorumu ne olursa olsun, Baudelaire’nin Les Fleurs du Mal’i Rimbaud’nun Illuminations’u kadar çoğul bir bilmece sunuyor bize.

    Bütün görünüşlere ve yazarın birinci şarkıdan sonra geçirdiği değişime (la mutation) karşın ne Lautréamont, ne de Maldoror tıpatıp benzeri ya da suretidir Ducasse’ın. Maldoror’un değişimleri; eylemlerin kip ve zamanlarının durmadan değişmeleri; öznenin “ben” den “sen”e, “sen”den “o”na dönüşümleri; teatral konuşmalar ya da aktarılan konuşmalar; dolaylı ya da doğrudan biçem, bize, gerçek ve tek kılavuzun okur olduğunu gösteriyor. Kendini okuma ortamında bir yere yerleştirecek ve kendisine bir bakış açısı seçecek olan okurdur.

    İyi ama, yazar ve yarattığı kişinin eytişimine ilişkin olarak Faust’da “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız” diyen Goethe’nin, Ducasse, Maldoror ve Lautréamont ilişkisine bir parçacık olsun aydınlık getirmediğini ileri sürebilir miyiz?

    TARİHSEL ORTAM

    İlerde belki bir kez daha tekrarlayabiliriz, ama Şarkılar ve Poésies’nin alnacında şu tanımı okuyabiliriz: Bu iki yapıt, güç’e (otorite) karşı açılmış savaştır; kaynağı ne olursa olsun (T anrısal, doğal, toplumsal, yazınsal ve ruhsal…) Güç’e karşı dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak, Tanrı, III. Napoléon ve burjuvazinin işbirliğine ve bu işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırıdır. Bu nedenle, bu başkaldırı ve savaşın oluştuğu tarihsel ortamı tanımak, Ducasse’ın yapıtının çözümlenmesine büyük ölçüde yardımcı olabilir.

    1846 yılında doğup 1870 yılında ölen Isidore Ducasse, XIX. yüzyılın ikinci yarısının siyasal ve toplumsal bakımdan olumsuz, bilimsel gelişmeler bakımından olumlu ikinci yarısına tanık oldu:

    İkinci Cumhuriyet’e son verip İkinci İmparatorluk’a yol açan III. Napoléon’un 1851 darbesi devleti küçük burjuvazinin hizmetine sundu. 1852-1870 yılları arasını kapsayan İkinci İmparatorluk ülke içinde demokrasiyi geriletip III. Napoléon’u, bu çağdaş diktatörlerin ilk örneğini, bir “proto-faşist” durumuna getirdi. Bu dönem, yurtiçinde kapitalist sömürünün doruklara tırmandığı, sınıf bilincinin biçimlendiği; yurtdışında emperyalist politikanın iyice hızlandığı yılları kapsamaktadır. Emperyalist politikanın yurtiçine aktardığı bolluk, sınıfsal çelişkileri törpülemek yerine daha da keskinleştirmekteydi. Kuzey Afrika, Hindiçin ve Senegal’e yerleşen Fransız sömürgeciliği ülkeyi zenginleştirirken, Paris Komünü’yle noktalanacak toplumsal çalkantıları da mayalandırıyordu. Bu yıllar Ortaçağ Parisinin yıkılıp günümüz Parisinin kurulduğu; Printemps, Samaritaine gibi büyük mağazaların açıldığı; Uluslararası İşçiler Birliği’nin kurulduğu yıllardır. Bunların yanı sıra sanayi gelişmekte ve sanayi toplumu kurulmaktadır. Bunlara koşut olarak Mendeleev kimyasal maddeleri sınıflandırarak bilimsel çalışmaların önünü açmış, Darwin de Türlerin Kökeni (l 866 yılında Fransa’da ikinci baskısı yapıldı) ile insan kavramına zihinleri ve ruhları sarsan dindışı bir görüş getirmiştir. İnsan artık “kutsal” değildir, Tanrı’nın sureti değildir. Klasik dünya yıkılırken, burjuvazinin öncülük ettiği çağcıl dünya kurulmaktadır. Lautréamont’un Şarkılarda biyoloji ve bilimlere başvurmasının Ducasse’ın Poésies’de başta Pascal olmak üzere klasik dünyanın yazar ve düşünürlerine saldırmasının nedenlerini bu köklü değişimlerde aramamız gerekmektedir. Toplumsal değişimlere koşut olarak, romantik estetik iki bin yıllık klasik estetiği parçalamış, yerine burjuvazinin yeni estetik değerlerini getirmiştir; romantizme yol açan “çağ bunalımı” (le mal du siécle), aynı zamanda gerçekçiliği de (1815, 1830, 1848 ve 1851 olaylarından geçerek) hazırlamıştır. Devrimler, bastırılan devrimler, karşı-devrimler: Tam anlamıyla bir kaos! Klasik estetik parçalanırken Grek-Roma ve Yahudi-Hıristiyan insan anlayışı da yıkılmış, felsefede pozitivizm konuşmaya başlamıştır. İnsanın iç ve dış dünyası bir sarsıntı yaşamaktadır; insan, nesnel gerçeklikler karşısında, bir atılım ve kaçış ikilisini ve ikilemini birlikte duyumsamaktadır. Bu kaosun Ducasse-Lautréamont’un yapıtına yansımadığını kim ileri sürebilir?

    Isidore Ducasse’ın bu dönemdeki yaşamına ilişkin somut bilgilerimizin bulunmamasına karşın, yapıtının muhalif yapısı, onun toplumsal muhalefetin içinde olduğunu düşünmemize olanak veriyor. Bu görüşü güçlendiren bazı veriler de var: Bir düelloda III. Napoléon’un amcası Prens Pierre Bonaparte tarafından öldürülen ve yüz bin kişinin katıldığı cenaze töreni bir ayaklanmaya dönüşen gazeteci Victor Noir’ın adı Poésies I’de geçmektedir. Yayıncısı Lacroix, İmparatorluk sansürüyle başı dertte olan bir muhaliftir  (Bkz. Darasse’a 12 Mart 1870 tarihli mektup); Poésies’yi ithaf ettiği dergi yöneticisi Frédéric Damé, Komün’e katıldığı için Romanya’ya sığınmak zorunda kalmıştır; gene de ithaf listesinde bulunan Joseph Durand’ın da Komün’e katılmış olduğu ileri sürülmektedir. Ducasse’ın bu dönemde yaşadığı “Grands Boulevards” çevresinde bulunan “Madrid” ve “Suéde” kahveleri, çoğu Komü’e katılacak olan gazeteci ve yazarların toplandığı yerlerdir. Şarkılar ve Poésies’nin yıkıcı zihniyeti, yazarın bu muhalif çevreyle bir ilişkisi olduğunu düşünmemize yol açıyor. Yoksa, yapıtlarının efsane yıkıcı (démystification) girişimi nasıl açıklanabilir?

    KAYNAKLAR VE YÖNTEM

    Lautréamont yorumcularının çoğunun düşüncesini Maurice Blanchot’nun şu cümlesi özetliyor gibidir”. “Onun imgelem gücü kitaplarla kuşatılmıştır.” Marcelin Pleynet, bu Önsözün en Önemli kaynaklarından biri olan Lautréamont adlı kitabında “hangi kitaplar?” diye sorduktan sonra bu sorunun yanıtını arıyor. Poésies’de romana karşı olduğunu açıklayan Isidore Ducasse’ın en önemli kaynağının kara roman (korku romanı, tale of terror) olması da onun çelişkili tutumuna ters düşmüyor. André Breton, Edmond Jaloux, Julien Gracq ve Paul Eluard, kaynaklar arasında aslan payını kara romana ve halk romanına ayırıyorlar. Bu romanlar arasında İrlandalı romancı Charles Robert Maturin’in (1782-1824) Melmoth the Wanderer’ı ile İngiliz romancı Horace Walpole’ün (1717-l797) The Castle of Otranto’su en önemli yeri tutuyorlar. Bunların arasına adını romanından ödünç aldığı Eugéne Sue’nün, Walter Scott’ın ve Ann Radcliffe’in yapıtlarını da katabiliriz. Ne var ki, şiir sanatının Racine’den sonra bir milimetre ilerlememesinin sorumluları kabul ettiği “Çağımızın Büyük Uyuşuk-Kafaları” arasında “Kafadan Çatlak Hayalet” Ann Radcliffe’in ve “Karanlıklann Dalavere Ortağı” Maturin’in de adlarını sayması son derece ilginç olsa gerek. Şarkılar’da kara romanın yalnızca gerçek ve doğaüstünün (fantasmagorie) oluşturduğu içeriğin değil, aynı zamanda okurun merakını gıdıklayan yöntemin de etkili olduğunu (özellikle VI. Şarkı’nın bölüm sonlarında) saptayabiliriz.

    Lautréamont’un kaynakları üzerine bir tez hazırlayan Pierre Capretz onun bir Sade okuru olduğunu ileri sürer; Maturin’in Bertram’ını, Goethe’nin Faust’unu, Klopstock ve Leconte de Lisle’i okuduğu kanısındadır. Capretz kaynaklar arasında İncil ve Tevrat’ı, dönemin dergilerini ve özellikle Doktor Chenu’nün Encyclopedie d’Histoire Naturelle’ini anar. Maldoror’un Şarkılarındaki kuş ve hayvan betimlemeleri neredeyse sözcüğü sözcüğüne Dr. Chenau’nün “Doğabilim Ansiklopedisi”nden aktarılmıştır.

    Daha ileride bir kez daha değineceğiz: Ducasse’ın yazılı kaynaklardan yaptığı “kolaj”ın başlıca amacının, değerlerin tersine çevrilmesi olması gerekir (Hubert Juin). Poésies I ve II’yi yazarken tekrar lsidore Ducasse’a dönüşen Lautréamont, Vauvenargues ve Pascal’ın özdeyişlerini tersine çevirirken, kültürün ancak bir iktidar bağlamında anlaşılabileceğini anlatmak istemektedir. Kabul edilmiş bir özdeyişin tersine çevrilmesi ise egemen iktidara karşı çıkmaktan başka bir şey değildir. Yöntem Maldoror’un Şarkılarında aynı ölçüde anlamlıdır: Kendini gizleyen yazar, ansiklopedik bilgiye karşı güvensizliğini dilc getirmektedir. Gerçekten de ansiklopedi, kabul edilmiş bilgilerin toplamından başka nedir ki? Şiirsel söylem ise uzlaşmanın geri çevrilmesiyle bilinmeze çıkılan yolculuktur. Böylece, Lautréamont, Maldoror’un Şarkıları’nda onaylanmış bilgileri sarsmakta, hümanistlerin yaptığı insan heykelinin altından altlığını çekmektedir. “Uygun olan” alaya alınmakta ve hiçe sayılmaktadır.

    Marcelin Pleynet ise, yukarda adını andığınıız kitabında, etkilenme kaynakları olarak İncil ve Tevrat, Baudelaire, Murger, Musset, Poe, Sade, Scott, Flaubert, Goethe, Homeros, Hugo, Gagne, Klopstock, Shakespeare, Eugéne Sue, Wagner, Young’ı ve le Magasin Pittoresque adlı dergiyi sıralar.

    Julia Kristeva’ya göre ne Maldorofun Şarkıları’nda, ne de Poésies’de basit bir aşırma (intihal) olayı söz konusudur; özellikle Poésies’de dizgesini çıkardığı yöntem bağlamında doğru bir metinlerarası ilişkidir bu. Çünkü yararlanılan kaynak metinler yeni bağlamlarında bir değişim geçirmişler, “mülk” olmuşlar ve yeni bağlamlarına uydurulmuşlardır.

    Kristeva’ya göre Poésies I, genel olarak romantik söylemi mülk edinmekte; adını andığı romantik yazarların metinleri olduğu gibi aktarılmaksızın izlekleri eleştirilmektedir. Bu özelliği ile Poésies I olumsuzladığı yazarlara karşı ötedilsel (métalinguistique) bir yanıttır. Poésies II’de ise bu olumsuzlama ve tersinleme daha da karmaşıklaşmakta, tam olumsuzlama, simetrik olumsuzlama ve kısmi olumsuzlama kullanılmaktadır.

    Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, eylemin “ne…pas…” arasını alınmasıyla sağlanan basit bir olumsuzlama sayesinde, bir budala Özdeyiş olan cümle, birdenbire bir ışık, bir dehâ kazanmakta ve tatsız bir cümle şiirsel bir söyleme dönüşmektedir. Ya da olduğu gibi aktarılan birinci cümleyi izleyen olumsuzlanmış ikinci cümlenin ortaya çıkardığı çelişki, saçmalık boyutlarına ulaşmakta ve gizli düşünce kara mizaha dönüşmektedir.

    Isidore Ducass’ın Poésies II’de özellikle Pascal ve Vauvenargue’ı nişan tahtası durumuna getirmesi, bu iki yazarın XIX. yüzyıl liselerinde bir beyin yıkama aracı olarak kullanılmaları göz önünde tutulacak olursa, çok anlamlıdır. Isidore Ducasse, savaş açtığı bir kültürün savunucuları, dayanakları saydığı bu iki yazarı acımasızca gülünçleştirerek bu kültürün temellerine, dolayısıyla da toplumun ve kurulu düzenin yapısına saldırmaktadır.

    Okurların, kaynak metinler ile üretilen metinler arasındaki ilişkiyi izleyebilmelerine olanak sağlamak amacıyla kaynak metinler kitabın sonundaki notlar bölümünde gösterilmektedir.

    BAŞKALDIRAN ŞİİR

    Albert Camus Başkaldıran İnsan’da “Lautréamont’la başkaldıranın delikanlılık olduğu anlaşılır.” der ve ekler: “Maldoror”un Şarkıları neredeyse dâhi bir liselinin kitabıdır; dokunaklılığı  tam olarak, evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden kaynaklanmaktadır.” Şair dünyayı olduğu gibi kabul etmektense kıyamet ve yıkımı seçmiştir.

    Dünyayı olduğu gibi kabul etmemek yalnızca zihniyet düzeyinde kalmamakta, yirmi bir yirmi iki yaşındaki şair, öteki ucunda Mallarmé’nin bulunduğu şiir dilinde devrim yapmaktadır. Kullandığı kolaj yöntemi bir yararlanmadan çok bir yıkımdır, dilin yıkımıdır. Ölçü ve uyak bu devrimin bakış açısı içinde sanki hesapta yok gibidir; devrim dilin dışından çok içine yönelmekte, dilin kendisi devrim geçirmekte ve anlam bağlamında düzyazıdan bağımsız yeni bir “semantik” önerilmektedir. Dünyayı olduğu gibi kabul etmeyen, bu nedenle de kıyamet ve yıkımı seçmiş olan şair, bu dünyanın, yani Tanrı-İmparatorluk-Büyük Burjuvazi koalisyonunun her türlü dilini yıkmayı amaçlamaktadır. Sözdizimsel olduğu kadar dilin ruhunda gerçekleştirilmek istenmiş bir devrimdir bu. Bu nedenle şiirsel söylemin yalnızca ses katmanında (hem gösteren, hem de gösterilen) değil, aynı zamanda ve belki de ondan çok daha ileri bir düzeyde anlam katmanında, gösterilen nesneler katmanında “klasik”ten kopuşma gerçekleşmekte; ses katmanı, ölçü ve uyak gibi dış olanaklardan bağımsız, Özel ve özgün düzenlemelerin ürünü bir ahenkle (ve o ahenkle) ortaya çıkan bir yapı söz konusu olmaktadır. Bilindiği gibi, klasik dünyada şiiri düzyazıdan ayıran iki özellik, iki olanak vardı: Ölçü ve uyak, daha çok da ölçü. Yani düzyazı ile şiir arasında söylemsel bir ayrım yoktu, daha doğrusu şiirsel söylem henüz yoktu diyebiliriz. Yalnızca düzyazıya uygulanan bir koşuk tekniği vardı. Soruna bu açıdan bakınca, Batı dünyasında, şiir ile düzyazının resmi boşanmasının romantiklerle başladığını da görürüz. Gérard Genette’in sözünü ettiği, şiirsel dilin yapısında meydana gelen ve ölçü dizgesinde geriye dönüşsüz bir değişikliğe yol açan devrimin en önemli üç oluşturucusundan birinin, Camus’nün deyimiyle, bu delikanlı olduğunu söyleyebiliriz (Öteki ikisi Rimbaud ve Mallarmé’dir). Boşanma romantikler döneminde başlamıştır, ama biçimsel vc söylemsel olarak yirminci yüzyıl şiirinin temellerini atan devrim, şiirsel söylemin anlam ve gösterilenler katmanında Lautréamont ve Rimbaud sayesinde gerçekleşmiştir. Anlam ve gösterilenler katmanı birimlerinin özgürlüğüne kavuşmasıyla da “ses” katmanında gerçek bir gelişim süreci başlamıştır: Her şiirde yeniden bulgulanan ve tekrarlanması olanaksız, “trade mark”lı (alâmeti farika) bir ses. Artık şair ve şiiri gerçekten özgürlüğüne kavuşmuştur!

    Yirmi iki yirmi üç yaşında bir delikanlının (Rimbaud da daha yaşlı değildi) bunca değişime yol açan girişiminin tam anlamıyla bilinçli olduğunu ya da olmadığını tartışmanın bir yararı olduğu kanısında değiliz. Çünkü bir bütünün tümüne karşı olmak için (bu bütün bir dizge ise) bu bütünün bir bölümüne karşı olmak yeterlidir; bir dizgenin çökmesi o dizgenin bir biriminin çökertilmesiyle sağlanabilir: Denklem bozulur ve bozulurken yeni denklemin dengelerini kuracak olan ayrıntıların da yolunu gösterir.

    Bugün tersine bir yolculuk yaptığımız zaman, şiirsel devrimin gerçekleşme sürecini kavrayabiliyoruz. XIX. yüzyılın Tanrısına ve toplumsal değerlerine karşı çıkan zekâ, Pascal’ın cümlesini olumsuzlama formülüne oturtarak şiirsel devrimde önemli bir adım atıyordu. Julia Kristeva şiirsel söylemin doğal olumlama biçiminde bile kendiliğinden olumsuzlamayı da içerdiğini irdelerken, Poésies’yi tanık ve kanıt seçmesi boşuna değil. Bir dizenin ya da bir şiirsel sözün aynı anda olumlu ve olumsuz anlamı içerdiği savı, şiir için devrimsel bir dönüm noktasıdır (“Kösnül nesneler vardır,” cümlesi aynı zamanda “Kösnül nesneler yoktur” anlam düzeyini de içermektedir). Böylece yalnızca şiirsel üretimde değil, aynı zamanda bu ürünün okunmasında da devrim gerekli olmaktadır. Isidore Ducasse-Comte de Lautréamont’un getirdiği şiirsel düzlem yeni bir okumayı da zorunlu kılmıştır. Onun yirminci yüzyıl için en önemli özelliği budur.

    Şu anda, XX. yüzyılın sonuna yaklaşırken, bütün dünyada egemen olan şiir  1850 yılları dolaylarında Fransa’da doğdu. Alman Novalis ile Amerikalı E. A. Poe’nun sezinlediği, Baudelaire’in tasarladığı biçimleri Rimbaud ve Mallarmé, şiirin tehlikeye düştüğü noktalara kadar götürerek, şiirsel söylemin en uç sınırlarını çizdiler.” Ama Lautréamont’un, bu iki şair kadar önemli olduğunu artık kimse yadsıyamaz. Isidore Ducasse’ın yapıtının 1870-1920 arasında gömüldüğü sessizlik, onun bugün sahip olduğu önemi gölgeleyemez. Hugo Friedrich’in dediği gibi, yirminci yüzyılın şairleri, değerleri ne denli büyük olursa olsun, bu biçimlere yeni bir şey getirmeyecektir. Şiir artık temelde biçimsel olarak evrenselleşmiştir. Artık şairin bağlandığı bir biçimsel tür sorunu değildir ögünlük: Bir nitelik, bir yetkinlik sorunudur.

    Jean Cohen’in dediği gibi, “Karşı-şiirsel bir estetik olan klasik estetiğin, kendinin ve kendi özünün bilincinde olan bir şiirin estetiğine dönüşmesinde Lautréamont’un yeri Rimbaud ile Mallarmé’nin arasındadır.

    ÇEVİRİ YÖNTEMİ ÜZERİNE

    “Maldorofun Şarkıları” ile “Poésies”nin çevirisi çok önemli bir şey öğretti bana: Yorumdan kaçınmak. Şiir çevirisinde amaç dille yapılan yorumun çoğul anlam olasılıklarını azalttığını fark ettim. Bu da benim kaynak metne olan bağlılığımı çoğalttı. Bu bağımlılığın, bu bağlılığın Ducasse/Lautréamont’un yeni diline uygun bir “kekre” söyleyişe yol açtığı kanısındayım Türkçede. Öte yandan, metinlerin kaynaktaki yalınlığını Türkçede korumak için bindirme (superposition) yöntemini seçtim. Sonuçta ortaya epeyce “çeviri kokan” bir metin çıktı. Zaten amaç da buydu: Kendi dilinde yabanıl ve azgın olan bir metni Türkçede “ehlileştirınek” haksızlığını göze alamazdım. Örneğin, “Söylenmesi çok güç doğum günümden bu yana, uzlaşmaz bir kin besledim uyku veren tahtalara” (V. Şarkı) dizesinde, cümlenin ilk bölümünü bir yana bırakalım, ikinci bölümündeki tahtalar sözcüğünü, doğal olarak “yatak, kanepe, sedir” sözcüklerinden biriyle karşılayabilirdim; ama çağrışımı yoksullaştırmış olurdum. Örneğin, “köpüğün kirpiği” yerine “denizin kirpiği” diyebilirdim; “kırların pürtüklü ovaları”nı “kırların engebeli ovaları” olarak yorumlayabilirdim. Bu tür yorumlardan özellikle kaçındım.

    Türkçenin sözdizimsel yapısı gereği, memur şiir çevirisinde, şiir dilini düzyazıdan kurtarmak için, dilimizin bağışladığı o büyük armağana, devrik tümceye başvurdum zaman zaman. Devrik tümcenin, başka dillere oranla, bu tür çevirilerde bizlere büyük olanaklar sunduğunu düşünüyorum.

    İlk üç şarkıda görülen ama dördüncü şarkıdan itibaren yoğunluk kazanan alaycı dili belirginleştirmek için zaman zaman “hususunda” gibi, “malûm” gibi, “misillû” gibi Osmanlıca sözcüklerden yararlandım.

    XIX. yüzyıl geç romantik dönem Fransızcasını Türkçede karşılamayı amaçlamadığımı söylemek isterim: Böyle bir tasam olsaydı Türkçede kurmayı amaçladığım kekre ve yabanıl dilin tadına su katmış olurdum.

    Kaynak metindeki cümlenin/ dizenin bölünmezliğine saygı gösterdim. Cümleyi bölseydim belki anlam biraz daha saydamlaşmış olurdu, ama anlam katmanlarının iç içeliği ve sarmallığı yaralanırdı.

    Birkaç yıl süren çalışmalarım sırasında benden değerli yardımlarını esirgemeyen değerli dostlarım René Gaudy, İsmet Birkan ve Abidin Emre’ye; ayrıca, tıkandığım noktalarda engin sezgisiyle önümü açan ve Türkçe metni İngilizce çeviri metinle denetleyen Ülker İnce’ye teşekkürlerimi sunarım.

                                                                                                                                    Özdemir İNCE
    Ankara, 2 Şubat 1988
    Gece Yayınları, Önsöz

     

  • Oruç Aruoba – Şimdi yazmaya hazırsın

    Oruç Aruoba – Şimdi yazmaya hazırsın

    HAZIRLANMA

    Birgün güçlü bir zamk alırsın, eve gider, kitaplığını boşaltıp kitaplarını üstüste yere dizer, sonra, her bir yığındakileri sırayla, teker teker alıp sayfalarını birer birer birbirine yapıştırırsın, yine üstüste yere dizersin. Ertesi gün -zamk iyice kuruyunca- kitaplarını eski yerlerine yerleştirirsin. Yine, aynı gün (ikinci, yani), daktilonun tuşlarını birer birer sökersin, bir torbaya doldurur, dışarı çıkar, torbayı sokaktaki çöp kutusuna atarsın. O akşam, bütün kalemlerini çalışma masanın üstüne dizersin, sonra, teker teker alıp, dünden kalan zamkla (büyük bir kutu olmalı) mürekkep haznelerini iyice  doldurursun (gerekiyorsa; sökülmüyorlarsa, haznelerde küçük birer delik açabilirsin), yine, masaya dizersin- onların kurumaları iki gün sürer. Bu arada (üçüncü gün, evi iyice tarayarak, bütün kağıtları, defterleri, bloknotları, not kartlarını, vb. (ajandalar dahil) toplarsın, çalışma odasında, yere üstüste dizersin (farklı büyüklüktekilerle farklı yığınlar oluşturabilirsin). Sonra her birini birer birer alıp, bir makasla (çok keskin olmalı) her bir yaprağı ya da sayfayı ince şeritler halinde (1/4 cm kadar ende) keser, şeritleri masaya dizersin. – Bu iş de iki gününü alır. Dördüncü günün akşamı, gider, sokak kapısını içeriden kilitler (evde senden başka kimse yoktur), anahtarı pencereden dışarı atarsın. Sonra, kitaplıktan en sevdiğin üç kitabı seçer, alır, çalışma masanın üstüne koyar, iskemleye oturur, gözlüklerini takarsın. Şimdi okuyup yazmaya hazırsın.

    DOSTLARI ARAMA

    Bir sabah kendine koyu bir kahve koyarsın, sıgara tablasını boşaltır, yeni bir sıgara paketi açar, bir tane yakar, telefonu önüne çekip defterini açarsın, – A’dan başlayarak, sırayla- dostlarını aramağa başlarsın. Özellikle dikkat edeceğin, o anda orada (o numarada) olma olasılıklarının yüksek olmasıdır; büroları sabah (öğleye kadar) ve öğleden sonra; evleri de akşam ilerledikçe ararsın- yurtdışındaki dostların için de saat farklarını hesaplarsın. Bu arada, kahven bittikçe yeniler, sıgara tablası doldukça boşaltır, sıgara paketi boşaldıkça da, yenisini açarsın. Her seferinde, numarayı çevirir, düşmesini bekler (bazıları zor; ancak birkaç çevirişte düşer), ilk zil sesi bitince de telefonu kapatırsın. Sonra, “Yok” dersin- sonra, “O da yok”- sonra, “İşte, o da”- hep, “Yok” dersin. Dostlarınla dolu bir gün geçirirsin.

    YOLCULUĞA ÇIKMA

    Birgün gider, bir seyahat acentasından, uzak bir yere, tek-yön bir bilet alırsın – o akşam kalkan bir uçağa. Eve döner, gardrobunu açar, yanında götürmen gereken gömlekleri, pantalonları (gerekiyorsa, kazakları, yelekleri, ceketleri, paltoları) çıkarır, yatağın üstüne serersin. Bunlara yetecek büyüklükte bir bavul seçip, en alta ayakkabıları (yük odasından; naylon torbaları içinde), sonra giysileri; pantalonları, gömlekleri…, en üste de iç çamaşırları,  çorapları (çekmeceden; bohça içinde) yerleştirir, bavulu kaparsın. Başka bir -daha küçük; belki omuzdan asma- çanta seçer, çalışma odasına gider, götürmen gereken kitapları, defterleri, kalemleri, vb. seçersin – en sevdiğin, o arada okuman gereken altı kitap, o sırada yazdığın, o arada yazman gereken iki-üç defter, kalemlerin, bir miktar kağıt (zarflar içinde), vb. Bavulun ve çantan hazırdır. Sen de yolculuk ile gideceğin yerin gerektirdiği biçimde giyinirsin. Uçağın kalkış saati yaklaşırken, telefona gider, saatine bakarsın; beklersin. Tam kalkış saati, dakikası gelince, ahizeyi kaldırır, havaalanına gitmek için taksi çağırırsın. Tam vaktinde orada olacaksın.

    KURUYEMİŞLİ YAZMA

    Bir akşam kuruyemişçiye gider, kuruyemiş alırsın. “Ayrı mı olsun, karışık mı?” diye sorar satıcı. “Karışık” dersin : biraz beyaz leblebi, tuzlu fıstık, badem, Şam fıstığı (kabuklu; kabuksuzu çok pahalı), biraz da fındık -tuzla kavrulmuş. Satıcı kesekağıdını doldurur, sallar, içindekileri iyice karıştırır. Evde, kesekağıdını büyücek (yeterli büyüklükte) bir -cam- kaba boşaltır, içkini koyar, çalışma masana oturursun. Önce leblebileri teker teker ötekilerin arasından seçer, avucunda toplarsın – bir yandan yer, bir yandan içersin (-bir yandan da yazacağını düşünürsün). Kapta hiç leblebi kalmadığından emin olunca (iyice karıştırırsın kabı, emin olmak için; emin olmalısın), fıstıklara geçersin, onları da teker teker seçer, toplar, birer birer, kabuklarını kül tablasına ayıklayarak  yersin; onlar bitince (iyice emin ol), bademleri, onların da  kabuklarını  ayıklayarak (hepsi ayıklanmaz; ayıklanmayanlarını öyle, kabuklu yersin; sonra Şam fıstıklarını seçer (kabuklarını tırnağınla açarak (kabukları açılamayanları kül tablasına atarsın) – o arada, yazacağını düşünmeye epey uzun aralar verirsin); en son da, pek sevmediğin fındıkları yersin; zaten yalnız onlar kalmıştır kapta; onları ayıklaman da gerekmez – bu arada içkin de bitmiştir. Yaşamı anlamaya başlamışsındır. (-Şimdi ne yazacağını biliyorsun.)

    Oruç Aruoba

  • Alejandra Pzarnik – Güneşli bir gece düşlüyorum, çırçıplak

    Alejandra Pzarnik – Güneşli bir gece düşlüyorum, çırçıplak

    [su_box title=”…” style=”bubbles” box_color=”#080000″ radius=”6″]Latin edebiyatının Yahudi kızı. Şair. Kapkara kısa saçları var. İri gözlerinde uzun bir şaşkınlık Ailesi 1934’te Stalin’den kaçıp Paris’e yerleşir, kısa bir süre sonra okyanus ötesine, Arjantin’e göç ederler. Alejandra, iki yıl sonra 29 Nisanda doğar. Utangaç biri Alejandra, mütereddit ve kekeme. Dış dünyayla olan yalıtılmışlığı patolojik bir hal alır zamanla. Buenos Aires Üniversitesinde gazetecilik ve felsefe okur. Juan Batlle Planas’dan resim öğrenir. Bir süre sonra ise şiirde bulur kendini. İlk şiir kitabını daha 19’unda çıkarır. Yazmak, bir yaranın kabuğunu kaldırmaktan başka nedir ki! Doktoru tarafından şiir yazmaya teşvik edilen Anne Sexton’ı iyileştirmeyen şiir, onu da iyileştirmeyecektir elbet. Parasını ilaçlara yatırır o da. Amfetaminlere, uyku haplarına, ağrı kesicilere… 1960’ta Paris’e gider, ağzında sigarasıyla Faulknervari bir edayla dolaşır Paris sokaklarında. Octavio Paz ile tanışır, dost olurlar. Octavio Paz, bir kitabına önsöz yazacaktır ileride. En yakın dostu Cortazar ise şiirler yazar, mektuplar gönderir ona. Blues dinlemeyi sever Alejandra. “Gecelerimi bir dilin içinde karalamalar yapan çılgın bir kadın gibi geçirmektense sigara dumanı dolu bir mekânda blues söyleyerek geçirmeyi tercih ederim.” diye yazar bir arkadaşına. Rivayete göre, bir keresinde tam yedi gün boyunca halüsinasyon halinde kalır. Yedi gün boyunca Janis Joplin dinler ve onun için bir şiir yazar. Alejandra, yaşamı boyunca psikolojik sorunlar yaşadı, depresyon tedavisi gördü. 1972’de tedavi gördüğü hastenede aşırı dozda ilaç alarak yaşamına son verdi. – [/su_box]

    ALEJANDRA PIZARNIK (1936-1972): Arjantinli şair. Yahudi göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Buenos Aires Üniversitesi’nde edebiyat, gazetecilik ve felsefe okudu. Bir süre bursiyer olarak ABD’de bulundu. Aşırı bir duyarlılıkla örülü şiirleri daha çok Fransız simgeciliğinin etkisi altındadır. 1972 yılında, ağır bir depresyon nedeniyle ve iki intihar giri¬şiminin ardından yatırıldığı bir psikiyatri kliniğinden bir hafta izin alarak ayrıldığı sırada aşırı miktarda ilaç içerek hayatına son verdi. [su_posts template=”templates/teaser-loop.php” posts_per_page=”-1″ taxonomy=”post_tag” tax_term=”13267″ tax_operator=”0″ order=”desc”]

    Alejandra PIZARNIK/ Şiirler/ Çeviren: Ali KARABAYRAM


    Şiir
    Sen seçiyorsun yaranın yerini içinde
    sessizliğimizin dile geldiği. Sensin
    hayatımdan bu ölçüsüz merasimi yaratan.

    Güneşler ve Yağmurlar
    Kadim arayışının izinde geri döneni suyun
    taşı örtmesi
    havanın kuşu örtmesi gibi kaplıyor gece. Seven iki bedenin
    kapanması gibi birbirinin üzerine.

    Unutuş
    gecenin öte kıyısında
    aşk mümkün

    –götür beni—

    götür beni her gün hatıranda ölen tatlı
    özütlerin arasına.

    Uzaklık
    Beyaz barkalarla yüklü varlığım
    Duyuşların patlayıp saçıldığı varlığım
    Alaşağı ediyorum gözlerinden kalan ne varsa
    Yok etmek istiyorum kirpiklerinin batışını
    Kaçmak istiyorum dudaklarının yeisinden
    Çünkü sarıyor düşvari hayaletin bu saatlerde şarap
    kadehlerini.

    Şafak
    Güneşli bir gece düşlüyorum, çırçıplak.
    Günlerim oldu bir hayvandan farksız. Rüzgâr
    ve yağmur silip götürdü bir ateşi ya da duvara
    yazılı bir şiiri silip götürür gibi.

    Gelecek Günlerin Gölgeleri
                         Ivonne A. Bordelois için
    Yarın
    gün sökerken külle donatacaklar beni
    çiçek istifleyecekler ağzıma.
    Uyumayı öğreneceğim
    bir duvarın hatırasında
    soluk alıp verişinde
    düş gören bir hayvanın.

    Uyanmak
                          León Ostrov’a
    Bayım
    Bir kuş oldu kafes ve uçtu
    ve kalbim bir deli haykırıyor ölüme ve gülüyor rüzgârın ardından
    tüm sayıklamalarıma.
    Ne olacak bu korkuyla benim halim. Ne olacak bu korkuyla
    benim halim.
    Değil mi ki raksetmiyor gülüşümde ışık
    ne de zihnimdeki güvercinleri alazlayan mevsimler
    çırçıplak kaldı ellerim ve gitti
    ölümün ölülere
    yaşamayı öğrettiği yere.

    Bayım
    Var olduğum için havanın bu ezası Kanımı içen ecinni Havanın ardında.
    Bir felaket ki
    O mebzul boşluk işte kerahet Şimdi vaktidir dudaklara kilit vurmanın Haykırdığını duymanın forsaların Seyre dalmanın
    Hiçlikte asılmış her bir ismimi.
    Bayım Yaşım yirmi
    Gözlerim de var bir yirmisinde
    Aşikâr ki tek bir söz çıkmıyor ağızlarından.
    Bayım
    Bir lahzada tükettim hayatımı Paramparça oldu son masumiyet Hat’a ve kat’a Paramparça.
    Ne yapayım kendime kıymayıp bir aynanın önünde Bir kez daha yitmeden denizde Işıkları yanan
    Koca bir sefinenin beni beklediği?
    Damarlarımı söküp bedenimden
    Gecenin öte yanına aşan bir merdiven yapmayacaksam
    Ne yapayım ki onları?
    Başlangıç nihayeti doğurdu Her şey aynı kalacak Ziyan olan gülüşler Mütecessis merak
    aşka öykünen onca jest Her şey aynı kalacak
    Ne ki kollarım ısrarlı dünyayı kucaklamaya çünkü hâlâ öğretmemiş kimse onlara artık çok geç olduğunu
    Bayım
    Kanımdan tabut saç etrafa
    Çocukluğumu hatırlıyorum küçük bir kız olduğum günleri Çiçekler elimde solardı Zira yaban dansı neşenin Paramparça ederdi kalplerini
    Alejandra PIZARNIK/ Şiirler/ Çeviren: Ali KARABAYRAM
    ‘Güneşli bir gece düşlüyorum, çırçıplak
    Güneşin kapkara doğduğu sabahları hatırlıyorum Küçük bir kızken
    Dünden öte değil hani Hani şu asırlar öncesi

    Bayım
    Bir kuş olup uçtu kafes ve yiyip bitirdi tüm ümitlerimi

    Bayım
    Bir kuş olup uçtu kafes
    Ne olacak bu korkuyla benim halim.

    Senin Doğum Günün
    Al benim bu yüzümü, dilsiz, yakaran Senden dilediğim bu aşkı al. Al bende aslında sen olan ne varsa.

    Sessizlikler
    Hep yanıbaşımda ölüm. Dinliyorum ağzından çıkanı. Tek duyduğum kendimim.

    Kurtuluş
    Kaçıp gidiyor ada. Ve genç kız tekrar adımlıyor rüzgârı yeniden keşfediyor ölümünü yalvaç kuşun. Şimdi
    boyun eğdiriliyor ateşe.
    Şimdi
    ten
    yaprak taş
    her biri yitmiş ezanın pınarında gecenin düşmüşlüğünü arıtan medeniyet ürküsünde başıboş denizci gibi. Şimdi
    bengiliğin maskesini buluyor genç kız ve kırıyor şiirin duvarını.

    Kül Halkaları
                           Cristina Campo’ya
    Benim seslerim bu şarkı söyleyen,
    söylemesin diye
    şafakta vakarla susturulanlar
    yağmurda kasvetli kuş postuna bürünenler.
    Kırılıp dağılan, leylak kokulu
    bir uğultu var bekleyişte.
    Ve vakit gelip gün doğduğunda
    Küçük kara güneşlere bölünen bir miskal güneş.
    Hep olduğu gibi, gece gelip çattığında,
    hançeremde sığınak arayan
    sakat edilmiş sözcükler budunu,
    işte sırf onlar şarkı söylemesin diye
    o lanetliler, efendileri sessizliğin.

  • YPJ-Rojava için post-punk dayanışma albümü

    YPJ-Rojava için post-punk dayanışma albümü

    Bugün Suriye Kürdistanı’nda hala sürmekte olan Rojava devrimi, her şeyden once bir kadın hareketi. Cezîrê, Kobanê ve Efrîn kantonlarında IŞİD faşizmine karşı kadınların mücadelesi ve bölgedeki doğrudan demokrasi, din-cinsiyet ayrımsızlığına dönük yaşam pratiği Avrupa’da liberter çevrelerin dikkatini çekiyor. Tüm bu konuların, Türkiye’de özgürlükçü çevrelerde daha fazla tartışılması gerekiyor. Danimarka’dan bir grup punk kadın, Saudade ve Rusted Teeth isimli bağımsız distro’lar aracılığıyla, geliri tamamen Rojava’daki kadın direnişçi taburu YPJ’ye aktarılmak üzere bir toplama album yaptı. 1 Kasım’da yayınlanacak albümü Saudade’den Rune Alexanderson ile konuştuk.
    Plağı bu linkten sipariş edebilirsiniz – Saudade

    [Fütüristika/Ömer Naci Jr.] Saudade’den bahsedelim, nasıl ve ne zaman kuruldu?

    [Saudade/Rune Alexanderson] Saudade 2014 Aralık ayında kurulan ve post-punk odaklı bağımsız bir plak firması. Daha once başka plak şirketim vardı ama yönümü şaşırmıştım. Hip-hop, ska, punk ne varsa basıyordum. Başka bir şey yapmam gerekli diye düşündüm be özellikle son beş yıldır güldür güldür gelişen post-punk sahnesine yöneldim. Özellikle takip etmenin çok güzel olduğu post-punk’a odaklanmak istedim.

    Saudade neticede bir tutkudan yola çıktı. Yayınlanan kayıtlardan para kazanmıyorum, serbest illustrator olarak hayatımızı kazanıyor, faturaları, yemek parasını ve ürettiğim plakların parasını çıkarıyorum.

    YPJ destek albümü hakkında bilgi alabilir miyiz? Nasıl karar verildi, grupları nasıl toparladınız?

    Toplama album iki şeyin karışımı oldu: Öncelikle Orta Doğu’daki İŞİD mezaliminden gördüklerimden  kusacak gibi oldum ve yıldım, ayrıca çok çaresiz hissetmeme neden oldu. Öte yandan burada böylece güven için oturuyor olmak, orada tüm o dehşet sürerken benim burada tek endişemin akşam ne yiyeceğim olduğu gerçeği bana rahatsızlık verdi. Bir şey yapmam gerektiğini hissettim. Bu konular yakın bir arkadaşım ile konuşuyordum. O da bana YPJ mücadelesiyle ilgili makale gönderdi. Tüm detayları okuyunca coşku hissettim, tabii ki çok etkilendim. Ben de post-punk sahnesinden kadın ağırlıklı gruplardan bir toplama yapabilirim diye düşündüm.

    Dediğim gibi, bu aralar post-punk sahnesi çok iyi durumda ve bir şekilde, bana kalırsa, en iyiler de kadın ağırlıklı gruplar. Böylesi bir destek albümünün çok iyi olacağını düşündüm. Böylece Rusted Teeth’ten arkadaşımla ikimiz, sevdiğimiz gruplardan bir çeşit mini database yaptık ve her birine Facebook aracılığıyla ile yazdık. Grupların çoğu birkaç saatte dönüş yapıp tamam dediler. Birkaç ay içinde, şarkıları toparlamış ve baskıya göndermeye hazırdık. Albümü bir süre once çıkardığımız plaktan kalan parayla ve Rusted Teeth’in desteğiyle yayınladık.

    Rojava kantonlarına bağlı olarak bu projeye dönük tepkiler nasıl?

    İnsanlar müthiş olumlu ve destekleyici yaklaştılar. Cvlt Nation’dan arkadaşlardan, Enhedslisten [Danimarka’da sol parti, Kızıl-Yeşil Birliği], feminist organizasyon ve gruplar, punk sahnesindeki aktivistler de yardımcı oldu.

    Ayrıca İsveç’te arkadaşlarımız YPJ destek konseri düzenliyor. Oradaki yardım da YPJ’ye gönderilecek. O konser aynı zamanda bu toplama albümün çıkış konseri olacak. Konserdeki üç gruptan ikisi toplama albümde de yer alıyor. Genel olarak projeye destek çok güzel.

    Ne yapmalı?

    Toplama albümü alıp destek olun. Eğer distro’nuz varsa, Facebook hesabından iletişim kurabilirsiniz. Bir şeyler yapabiliriz. Bu projenin bizden çıkması gerektiğini düşünüyoruz. Gruplar da iyiler ve album güzel bir amaca hizmet ediyor.

    YPJ-Support compilation 1

    YPJ-Support compilation 2YPJ-support compilation 12″ vinyl

    All proceeds from this album goes to YPJ.

    Tracklist:

    1: Svart magi: Cool Surf
    2: Belgrado: Progress
    3: Artficial Monuments: Succumb
    4: Prison: Rattler
    5: Dead Cult: My Eyes
    6: Totenwald: Sex Sells
    7: Stations: Master/Disciple
    8: Catholic Spit: Sick Sick Sex
    9: Grey Places: Exit Wounds
    10Infinte Void: These Days
    11: Flowers & Fire: Pale Nights

    Plak siparişi – Saudade Info