Blog

  • [Unutulmasın diye] Orhan Talat Şalcıoğlu

    [Unutulmasın diye] Orhan Talat Şalcıoğlu

    kamu yararına ana avrat Orhan Talat Şalcıoğlu güzellemesidir. Elimizden bir zaman çıkmış fakat asla unutulmamış eser, Futuristika!’nın memleket sathına dağılmış ve gerektiğinde gereğini yapacağını tekrar göstermiş hücrelerinden Çanakkale’de şehirdeki eski bir kitapçıdan taşınıp sırtı Şalcıoğlu Sokak’a bakan evde saklandıktan sonra Kadıköy’e ulaşmıştır.

    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu sahiden yaşadı, sahici şiir yazdı 1
    “1960 kışında dünyanın kapısını Noel Baba gibi tıklattım. ‘Gaz kokan’ Gazi İlkokulunu bitirdikten sonra, Merkez Ortaokulu’nun labirentlerini alçak sürünmeyle aştım. Eğitimimi Özel Şişli Lisesi’nde sürdürdüm. Lise diplomamı rüzgarların hiç dinmediği Şehitler Diyarı’ndan aldım. Marmara Üniversitesi İngilizce Bölümü’nden ön lisansla mezun oldum. İçiyorum…”

    – Orhan Talat Şalcıoğlu,  Hades, 1993, Çanakkale (arka kapak yazısı)

    [dropcap type=”1″]K[/dropcap]ilitbahir’de 25 Ocak 1960’da doğmuş, Eceabat’ın bu köyünde denizin kilidini açmıştır. Doğduğu sokağa geri dönmemiştir, kar erisin diye evlerde tutulmuş bebektir. Yaşı daha on beş civarında kararsız dolanırken sinesine Pink Floyd düşüyor (gelecekte şiirine de düşüverecek, düşecektir), Led Zeppelin, Jimi Hendrix, Jethro Tull, Rolling Stones, bir eline toplumun ışıltılı camlarına atacağı taşı, diğer elinde gitarıyla sahneye çıkıyor, orkestralarda (Metronom, Eceler – ne çok Ece var)  Çanakkale nişanlanırken, nikâh kıyarken, sünnet edilirken Orhan’ın gitarından yükselen nağmelerin tahayyül sınırları içinde kalan kızlar dans ediyor, halk biraz çekingen, salınıyor. Yer, altımızdan kayacaktır sonraları.

    Bazı şairlerin babaları belediyede memur, Orhan Talat kamudan tiksinenlerin arasına karışıyor bu sayede. Babanın yüz ifadesi her daim ciddi, devletini ve belediye binasının ahşap çerçevelerini çok seviyor, şehirde sırtındaki kamburla tanınıyor, Orhan Talat yerine oturamazlığı, sığdırılamazlığı miras alıyor. “Üç bülten gün boyu / Personel Kanunu / Babacığım” Baba uyarırmış, “Tıkınızı duymayacağım” tık tık tık tık şıp şıp şıp şıp damlaya damlaya. Yoksulluk dize yazdıracaktır, elbiseler abisinindir, bir kovayı devirir gibi elden ele geçer kıyafetleri, eskiyen terz yüz edilir yeni olur, annesinden kazaklar sırtını pek güzel gösterir, sürekli anne kazağı giyen çocukların bakışları vardır, dünya Orhan Talat için bir annesi bir kız kardeşidir.

    Zaman liseye vurunca, çare şaraba yönelir. İncir ağaçlarının gölgesinde, o viranede, bu sur altında, eski çağ savaşçılarının fosilleşmiş ayak izlerinin kenarında saklaya saklaya, saklana saklana şarap içiyorlar. Hızlı içiyorlar ki Girit göçmenleri arasında yerlerini pekiştiriyorlar. Dumanlanıyorlar.

    Deli memo ve diğerleri;
    elinde bir şişe kökpeköldüren
    ve ensesinde tekmil cevahir cinler
    selâmünkaven gibi indi masamıza
    Beynenbeter

    Derler ki, Perihan’a aşık oluyor, çok aşık oluyor, öyle çok olmalar ki, 12 Eylül 1980 sabahında evlerden toplanıyorlar Pink Floyd’dan, “Wagneryan konçertolara” ve Brejnev’den bahsediyorlardır, Halkın Siyaseti’ndedir, Çimenlik Kalesinde atılmıştır, çubuklarla dürtülüyorlar, soyunuyorlar ve çıplaklıyorlar ve sonra evlere salınıyorlar ve polislerdir ve askerlerdir ve kapıları kırılıyor ve evleri basılıyor ve devlet kızgındır ve çocuklar sahilde içip içip marş söylemişlerdir ve afişler boyamışlardır ve afişlere şiirler yazmışlardır: “opak gezginlerin rutin serüvenleri.” Üniversitede İstanbul’dadır, İngiliz Edebiyatı içmektedir, o zamanlar “otur ve ye yalnızlığını ingilizce / onbeş günde bir çanakkale”, küçük iskender ile tanışır şiirini yazar, Ece Ayhan’ı seyreyleyip şiirini yazar:

    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu  1
    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu  2

     

    Yolu Kadıköy’e düşer:

    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu  3

    Bir kıyamet kopuyor Orhan Talat’ın tam ortasında. Perihan kenti de, Orhan’ı da terk edip subay ile Kayseri’ye kaçıyor. Evlenip çocuğu olurken Perihan’ın, Orhan Talat bir saatte dört şişe “güzelmarmara” içiyor, bırakıyor kendisini Çanakkale sahiline. (İngilizce önlisans kağıdıyla dönüyor eve, kağıdı atıp bir köşeye, meyhanenin kapısını açıyor, bakıyor eski arkadaşları, eski arkadaşları değil, dönüyor evine odasına kapanıyor, müziği bırakıyor, duvarlara bakıp şiir yazıyor, yazıyor da yazıyor.) Gemilerden birine atlıyormuş, yolu Almanya’ya düşüyormuş, LSD ile ilk tiribinde ikiye bölünmüş, yemek isteğini orada bırakmış, düşüncesini almış da dönmüş. Perdeleri kapalı, odasında oturup şiir yazıyor, yazıyor da yazıyor. Arkadaşlarına en çok “Len arakla kendini” diyor, kendi kendine Japonca ve Yunanca öğrenmeye çalışıyor, Ç’ye kadar getirebildiği, altmıştan fazla kaynak tarayıp giriştiği argo sözlüğü hazırlıyor, sık sık hastaneye girip çıkıyor, bir değişiyor, çıkıyor, bir değişiyor yine giriyor, hemşireler onu o hemşireleri çok seviyor, hemşirelere aşık olup şiir yazıyor, yazıyor da yazıyor.

    Hayatın bürokrasisinden değil hastanesinden mezun Orhan Talat, Çanakkale Dardanelspor ne zaman kazansa, sis Boğaz’a ne zaman düşse halis Çanakkale kanyağını dikecektir, tekele gittiğinde attığı yüz binin ardından aynı sözü söyler hep: “Bir sigara, gerisiyle içki.”

    Sonra kıyamet tekrar kopuyor. Felaketlerin kendisini tekrarlamak gibi bir alışkanlığı vardır. Perihan mutsuz, kocasından boşanmak ister şekilde şehre dönüyor. Önce telefonda konuşuyorlar sonra Şar Pastanesi’nde görüşüyorlar. Orhan Talat ismini sayıklamaktan bıkmadığı Perihan’ı ne zaman görse, ne zaman konuşsa içiyor, içiyor da içiyor. Gitmem diyen Perihan Kayseri’ye gidiyor, çekip gidiyor. Orhan Talat içinde kayseri geçen şiirini yazıyor, çağrısını yapıyor, ağrısını yazıyor, durumunu iyi görmeyen arkadaşları elinden şiirlerini alıp bastırdıkları günün ardından evine uğruyorlar ki, şair “bilmemnerelerinde kentin artık.”

    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu  5

    Orhan Talat Şalcıoğlu’nun gidişini takip eden günlerde, Kadıköy’de doksanlı yıllarda yayımlanan bir şiir dergisinde (o zaman haysiyetli şairlerin dokunaklı dergileri vardı) okuduğumuzdur, unutulmasın diye: “Orhan Talat Şalcıoğlu’nun cenazesinde şehrin yaşlıları bu güzel adamın şiir kitabı Hades’i Hadis, Hadiis, Hadiiis diyerek bağırlarına basıp ağladı.”

    Orhan Talat Şalcıoğlu, Hades, 1993, Çanakkale

    Metin yazılırken, yaşamının anları için Ümit Bayazoğlu’nun kitabı Uzun İnce Yolcular’ın 189-193. sayfalarından yararlanıldı.

    [Unutulmasınlar diye] Orhan Talat Şalcıoğlu  4

  • [E.M. Cioran] Samuel Beckett üzerine

    [E.M. Cioran] Samuel Beckett üzerine

    E.M. Cioran ve Samuel Beckett 1961 yılında tanışmış denir. Cioran samimi gözükmüş, Beckett ise ortak noktalarının düşündüğünden az olduğunu farkedip hayal kırıklığı yaşamış. Cioran, Beckett’a yakınlık duymuş ki bin sayfalık Defterler’inde sıkça adını anmış. Biz dünyayı böyle sevmez gibi ama birilerini delice sever gibi…

     

     

    [E.M. Cioran] Samuel Beckett üzerine 1

    – E.M. Cioran

    Eylül 1968
    Önceki gün Lüksemburg Bahçeleri yolunda Beckett’ı fark ettim, bana karakterlerinden birini hatırlatır şekilde gazete okuyordu. Sandalyeye oturmuştu, düşüncelere dalmıştı, her zamanki gibi. Pek iyi gözükmüyordu. Yaklaşmaya cesaret edemedim. Ne diyecektim? Onu çok seviyorum ama konuşmasak daha iyi. Çok ketum! Sohbet, belirli oranda kendini koyvermeyi gerektiren rol yapma formudur. Beckett bu oyun için yaratılmamış. Ona dair her şey sessiz bir monologa delalet ediyor.

    21 Nisan 1969
    Beckett kitabım Démiurge hakkında yazdı: “Harabelerine sığınıyorum.”

    23 Ekim 1969
    Samuel Beckett. Nobel Ödülü. Böylesi gururlu bir adam için ne büyük aşağılanma. Anlaşılmış olmanın hüznü! Beckett ya da anti-Zerdüşt. İnsanlık sonrası görüsü (“Hristiyanlık sonrası” dememiz gibi) Beckett ya da alt insanın yüceltilmesi.

    [E.M. Cioran] Samuel Beckett üzerine 2
    E.M. Cioran
    12 Aralık 1969
    Dün akşam Yeats’in Gölgeli Sular’ını izlemeye gittim. Tiyatro bomboştu. Günümüz gençliği esas olarak, bütünüyle şairane oyunun hakkını vermiyor. Neden olduğunu anlıyorum. Karşı poetik aşkınlıkta en azından belirli bir derece kinizm de olmalı, yoksa insan yavan, çocukça, belirsiz veya renksiz duruma düşme riskiyle karşı karşıya kalır. Beckett ne zaman lirizm ya da metafizik duruma düşme riski yaşasa, gürültüyle patlayan ya da başka şekillerde ortaya çıkan karakterlere sahip; karakterin kendi dizginlerini ele almasına yol açan bu ani değişim ne daha güzel ne de daha çağdaş olamazdı. Yeats büyük bir şair, fakat tiyatrosu sadece oldukça iyi bir Maeterlinck.[1. Sembolik yazar Maurice Maeterlinck]

    20 Şubat 1970
    Beckett’larla bir akşam geçirdim. Sam iyiydi, hatta keyifliydi. Oyun yazmaya değişiklik olsun diye başladığını anlattı, romanlarını yazdıktan sonra rahatlamak istiyormuş. Kafa dağıtmayı amaçladığı veya bir deneme diye nitelenebilecekken böylesine ilgi göreceğini hiç düşünmemiş. Tabii ki oyun yazmanın sayısız zorluk barındırdığını ekledi, zira romanın devasa, keyfi ve sınırsız özgürlüğünün ardından kendini engellemek zorunda kalıyorsun. Tiyatro üslüp dayatıyor, roman ise artık hiçkimseden itaat talep etmiyor.

    18 Mayıs 1970
    “La dernière bande”[2. Samuel Beckett’in yazdığı tek kişilik oyun – monolog oyun Krapp’s Last Tape yine Beckett’ın eklediği bir libretto ile bu isim altında tek perdelik bir oda operası olmuştu.] provasında Bayan B.’ye Sam’in oldukça umutsuz olduğunı ve devam etmesindeki, yaşamasındaki zorluğu vesaire anlatırken bana dönüp “Bir başka yanı vardır,” dedi. Bu cevap, kuşkusuz daha az ölçekte, benim için de söylenebilir.

    13 Haziran 1970
    Akşamı adını doğru anladıysam Suzanne B. ile geçirdim. Sam hakkında daha önce yazdığım makaleden memnun değildi. Aslında, iyi bir makale değildi. Yine de, sanki daha önce geri çevrilmişim gibi kendimi üzgün hissetmeme engel olmadı. Eve yorgun ve umutsuz halde döndüm. Paul Valet ile telefonda Beckett hakkındaki makalem hakkında konuştum. Nietzche’nin üstinsanının saçma olduğu konusunda hemfikir olduk (çünkü tiyatrosaldı), Beckett’in karakterleri ise asla böyle değildi. Beckett’in karakterleri trajedide yaşamaz, dermansızlıkta yaşar. Yaşadıkları trajedi değildir, sefalettir.

    21 Ağustos 1970
    Geçen akşam Suzanne B. bana Sam’in ikinci sınıf insanlarla sorunlarına çare bulmak için çok anlamsız zaman harcadığını söyledi. Bu keskin özelliğinin nereden kaynaklanmış olabileceğini sordum, Sam’in annesinden geldiğini söyledi, annesi hastaları rahat ettirmekten ve umutsuz insanlarla ilgilenmeye bayılır, iyileştikleri ya da başları dertten kurtulduktan sonra bir daha ilgilenmezmiş.

    20 Kasım 1970
    Lüksemburg Bahçeleri’nde olağanüstü, ilahi bir sabah. Gelip geçen insanları seyrediyorum, kendi kendime biz yaşayanların (yaşayanlar!) yeryüzündeki yürüyüşü kısacık diyorum. Geçip gidenlerin yüzlerine bakmak yerine, ayaklarına baktım ve hepsi benim için sadece her yöne giden birer adıma, oyalanmaya değmeyecek dağınık biçimde sağınık süregiden bir dansa dönüştü. Bunları düşünürken, kafamı kaldırdım ve Beckett’ı gördüm. Bu enfes adamın püri pak varoluşunda oldukça etkileyici bir hal vardı. Kataraktındaki operasyon, şimdi tek gözü işe yarıyordu, oldukça başarılıydı. Mesafede görmeye başlamıştı, bunu daha önceleri yapamıyordu. “Sonunda dışadönük biri olup çıkacağım,” dedi. “O iş gelecekte seni anlatacaklara kalmış,” diye cevapladım.

    Çeviri: F!

  • [Müslüm Yücel] Başlarken Hiç

    [Müslüm Yücel] Başlarken Hiç

    – Müslüm Yücel

    Zaman seninle alay ediyor. Var olmak, hiçliğin içine düşmekle aynı anlama geliyor. Bütün dinlerden ayrıldın. Bütün tanrılar sana küskün. Akılsız bir deliden geceleri tanrıya isyan etmenin yollarını soruyorsun. Deli sen konuşunca yüzünü gizliyor. Olanca sesiyle bağırıyor; İsyan boyun eğmektir ve dünya Plaht’ın Sırça Fanus ‘ta söylediği gibidir. Sırça Fanus içinde bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düşten başka bir şey değildir ve kendimizi uyandıracak iğnelere de sahip değiliz. Beckett’in kahramanı Hanım geliyor: “Tanrı kalleşin teki! Öyle biri yok.” diyor. Hayatın kıyısında çeşitli renkler var, biliyorsun her şeyi görmenin verdiği acı, yalnızca mutlu görünme formülü…

    Kendine karşı korkunç bir ikiyüzlülükle karşı karşıyasın. Daima bir şimdi’yi düşün diyorlar, popüler zevkler edin, yaşayanların kanı yeni bir toplum açısından iyi bir gübredir ve kurukafalardan oluşan piramitlerin üzerinde duran kişi daha uzakları görebilir. Böyle diyorlar. Neyin bittiğini bilmeden, bitti diyoruz. Her şeye hâkim olan insan, kendine hakim değil. Kendi yarattığı boşlukta bir kayıp insan… İnsanlık ve dünya ürünü bu kayıpların… Herkes uyanık olmak zorunda, uyku yok. Çünkü kendinden başlayarak, herkes güvensizlik içinde. Sırtımızı dayayıp uyuduğumuz insan bizi tedirgin ediyor. Ağzımız ‘acaba’larla’ dolu, Belki’ler tek yardımcımız. Birinden aldığımız bir şeyi, bir başkasına çok ucuza satabiliyoruz.

    Duygular, düşünceler mevcut piyasa içinde sürekli müşteri arıyor. Oysa ki sen gece boyunca bir rüyadan bir rüyaya geçip duruyorsun. Sabah uyandığın zaman sırtın sırılsıklam. Anlamsız bir düzensizlik baktığın her şeye hakim, ruhun artık bildiklerinin kadavrası. Kafa yok, ağız var ve ağzın emrindeki cinsel organlarla bedenin sanayileştiği koca bir yüz yıl var önümüzde. Yaşa. Herkes seni Rudyard Kipling’in kırkayağı gibi hareketsiz görmek istiyor. Kipling’in kırkayağı, hangi ayağıyla hareket etse, adım atsa, nasıl adım atacağını bilmediğinden yerinde kalır. Sense bütün ayaklarını kestin. Sessizce zaman geçiren insanların gençleştiğini biliyorsun. Seni teslim alamayanların, seni nasıl öldürmek istediklerini görünce de gülüp geçtin, ay ve şenlik ateşleri içinde… Baudelaire gibi seslenmek istiyorsun, ama nafile. “Geç kaldın, yıllanmış korkak, ölüm…” Geç, geç ölme şansın bile taahhütlere bağlı, geç… Başkalarının ateşiyle ısınacak kadar üşümek, ölmek demektir. Yaşamak, yani kadim sığıntı, kalplerde yanan ateşleri söndürebilecek bir kasırga yaratmaktan artık acizdir. Bunu bil. Yaşadığın günler, neleri bilmediğinin belgeleridir. Mühürler, ıstampalar ve ihtilal haberleri veren bildiriler birer belgedir. Kitle acımasız bir belgedir, ardından da yürür, önünden de gider ve her fırsatta ezmeye müsaittir.

    Ölümüne sahip çık, elinden tut, ölümünü, dirin gibi üç gün beklet, sonra ye. Böyle yaşa, böyle isteniyor. Yırtıcı kuşlar gibi etrafında ölü-diri insanlar… Kör kamunun sana sağladığı bu. Bütün inlerini su bastı. Molloy’un taşıdığı koltuk değnekleri artık ellerinde yok. Çürümek yaşamaktır, diyemezsin. Malone gibi ölüme bedenin karar vereceği günü bekleme şansını da yitirdin. Dizi dibinde sürekli köpek isteyen bir kadın görüyorsun. Yedi basamaklı bir merdivenle ekmek kabına çıkıyorsun. Bir havuzun içinde olduğunu unutmayacaksın, hiçbir zaman ve en sevdiklerinin durmadan su bıraktıklarını… Geceleyin bir yoksulun ağzından, bir şarkı bölecek kalbini, hiçliğin yüzüne vuracak. Cohen’in sesi bu, Suzanne’nin Aynası önündesin. Kendine bak! İsa bir denizciydi diyor, suların önünde yürüdüğünde… Ve ne zaman ki anladı onu, yalnız boğulanların gördüğünü. Buyurdu: Denizci olsun bütün insanlar.

    Kaç kez çarmıha gerdiler seni oysa. Kimse İsa demedi sana! Müritlerin mi olmadı yoksa çalılardan gelen sesi (Quo vadis…) duymadın mı? Yoksa bir yılan mı vardı çalılıklarda? Boş ver! Murphy’i çağır. Herkes sevdiğini öldürür. Bu bir tesellidir ve her teselli bir tehdittir, her tehdit bir fırsattır bıçağı kendinde denemek için. Yaşarken hiç olmadıktan sonra, ölünce hiç olmanın ne anlamı var? Murphy geliyor. Geliyor ve kulağına “düşünme” diyor ve çevrendeki insanlar için bedenin söz konusu olduğu dünyada kimsenin özgür olmayacağını söylüyor. Geride bir tek söz kalıyor: Beni bütün deliler dışladı, akıllılar arasında yerim yok!

    Murphy ölmeli mi? Birey kalmıştır. Önce iç, sonra dış dünya yok olmuştur. Durup düşünüyorsun. Seni anlıyorum, dedi, başta sevgilin olmak üzere bütün dostların. Oysa ki ‘seni anlıyorum’ demek, ‘seni biraz daha kullanabilir miyim’ demekten başka hiçbir anlama gelmiyor. İtaat’in doğrudan okunuşundan başka nedir ki ‘seni anlıyorum’ demek… İtaat: o kanlı cümle… Yani öl-meye ve öldürmeye hazır olmak, biçimsel disiplinler içine kendini yerleştirmek, ehlileştirmek, frenlerle yürümek, şiddetle gönüllü işbirliğinde bulunmak… Yüzün bu yüzden mi gölgeli? Sanmıyorum. Uykusuzluğun bu yüzden mi? Bir şeyler geri çekiliyor, bir şeyler hiçliğe doğru akıyor. Tanrı buralarda bir yerlerde değil, tanrı yalnızca uyumak zorunda olan insan ve biliyorsun, kimse kimseyle karşılaşmıyor… Her yüz bir çek, bir senet, bir vaat… Biliyorsun. Herkes kendiyle meşgul olduğu için, konuşacak kimse de bulunmuyor. Kimse kimseyle konuşmuyor ve herkes kendi kendini anlatıyor, anlatacak birini bulursa eğer. Paylaşmak yok ve insanların birbiriyle kurduğu ilişkiler mekanik bir koordinasyondan öteye gitmiyor.

    Edgar Allan Poe’nun “Üç Kayıp Denizci” hikâyesi bu anlamda belki açıklayıcı olur. Çıkan fırtınada denizcilerden ikisi ölüyor. Üçüncü denizci etrafına bakıyor. Bir fıçı bulup başını sokuyor. Herkes başını sokacak bir fıçı buldukça mutluluk oyununa yatıyor. Karşıdaysa cesetlerinin bile nerede olduğu bilinmeyen iki denizci… Murphy gibi olaysızlığın asal niteliğini iliklerine çekmeyi sürdürürken, denetimlerin ve araların tekerleği bir türlü dönmüyor. Yerinde kaldın. İşte tehlike bu, yerinde kalmak… Yerini kaptırmamak. Yurdunu kaybetmek, yerini kaybetmekten iyidir. Yerinde kalmak, bir yerde olup, inanmadığını her gün tekrarlamaktan daha iyi midir? Hiç olmaktır bu. Katlanmana gerek bile olmadan, hiçliği sevdin. Ah diyorsun, ben gitsem olmaz, niye onlar gitmiyor, burası onların babasının malı mı? Onların gitmesini beklemek ikiyüzlülüğe sadaka vermekten öte neye yaradı? Kiyamet kadar kitap indir, orman büyüklüğünde rahle devir, anlamsızdır. Kalmaksa iyi polis, merhametli bekçi olmaktan öteye gitmeyecektir.

    Kal istiyorsan, ‘kal’ der sana Beckett, ancak kalmak dedikodu üretmekten başka neye yarar. Sen bilirsin. Ama beni dinle, köksüz bir ağacın rahmine düşen dalın içindeki kırılma sesi için, dinle… “Görmek için, hayır, görecek bir şey kalmadı, gözlerim kızarana kadar gördüm her şeyi, kötülükten kaçma olanağı da kalmadı, kötülük yapıldı, kötülük yapılmıştı bir gün, kendi yoluna gidecek olan, kendi yoluna gitmelerine izin verdiğim ve beni buraya sürükleyen ayaklarım beni dışarı sürüklediği gün yapılmıştı…” (Bizim oralarda bir adet vardı. Kaybolan hayvan, bulunduğu yerde keskin bir bıçakla kesilirdi ve kanı yeni doğan çocuğun alnına sürülürdü. Ardından da bir türkü yakılırdı. Sivrisinek, karabaşlı kurt oldu/Bir yiğidin sarıldığı ele kalırsa/Ölen gider kalanlara dert olur. Ben kaybolan bir hayvanım ve şimdi beni gördüğün her yerde bakışların su gibi kesiyor.)

    Altında yürünecek bütün pankartlar çöpçülerin biraz daha yürümesinden başka bir şey değildir. Aynanın içindeki ceset, gülümseyince Paulus’un Korentiller’e yazdığı mektubu hatırladın: Aynaya bakan insan, tanrının peçesiz yüzünü görür. Bu yüzden uyumak, kitleye uymaktan daha anlamlıdır. Bırak, Oblomov desinler, Malome Ölüyor’un kahramanı için ölme isteğidir. Güzel yaşamak, anlamlı yaşamak artık günümüzde bir lükstür. Yolda yürürken kalçalarının ne kadar büyüdüğünü ya da küçüldüğünü mağazaların vitrinlerine bakarak hesaplamak, biriyle konuşurken sürekli saate bakarak bir diğer randevuyu hesaplamak, günü hangi yalanla kurtarmanın hesabını yapmak daha anlamlıdır çünkü. Yemek yemek ve yediklerini dışkı olarak görmek yaşamaktır. Tuvalette altına bakmak, yediğinin kokusunu çıkartırken hissetmek, fakir çocukların zenginlerden aldığı ilk derstir. Her şey masanın üstündeki bir tabak yemek, bir oturakla özetlenmiştir çünkü. Malone ölmesin de kim ölsün, bok ve yemek yan yana iken… Yok, gerçekten sevgili yok. Bir öyküsü olmayacak bu yüzden sevgilinin, bir öyküsü olmayışının suçlusu aranacak her zaman. Kafayı koparıp, içindekine bakmaksa imkânsızdır artık. Bir kalemi vardır Malone’nin ve kalemin iki ucu açıktır. Kalemin hangi tarafıyla yazarsak yazalım, bu kalem anılar gibidir ve anılar da bu kalem gibi tükenip giderse…

    Kurtuluş olmalı… Kendini bir pencere bulup aşağı atmak bir kurtuluştur belki, ama nasıl? Malone bunu başaramaz. En güzel ölüm uykudayken gelendir. Yatakta hareketsiz kalmak ve kendini öylece bırakmak daha anlamlıdır. Çaresizlik bir tokat gibi sürekli yüze iner. Eşkıyalarsa su mataralarını çoktan ağaçlara asmışlar, susayan korucular için. İnsanı çaresiz eden şeyin yüzlerindeki maskeler olduğunu bilir Malone ve insan bu maskeleri yırtıp atamadığı için sürekli mutluluk oyununa yatar. Birbirine sarılmak belki kurtuluştur. Sarılarak insan sıkıntılardan kurtulabilir. Vücudun sınırı, devletler hukuku gibidir. Sınırlar, dar geçitler söz konusudur. Sarılmak umut bağlamaktır. Bir kez daha deneyelim diyebilmektir. Ancak umut bağlamak, umuttan yola çıkarak sarılmak ikiyüzlülüktür, saçma’yı ve şaşma’yı beraberinde getirir. Bu yüzden uyumak ve Malone Ölüyor’un kahramanı Macman’ın yaptığı gibi anlamsızlığı yinelemek, çek ve senetler arasında kalan, ya da inanmadığı halde, inanmış gibi görülen ve bunu hizmet diyen insanların erdemleri arasında sayılabilir.

    Sarılmayı dener Macman, olmaz; erkekliğini ikiye katlar ve parmaklarıyla bir yastığa kılıf geçirir gibi sevdiğinin, karısının kadınlığına dokunur. İstek, dışarıdan bakıldığında ya da fotoğraf çekildiğinde korkunç bir mutluluk sahnesi olarak görülebilir; ancak derinin yumuşaklığıyla başkalarından satın alınan düş gücü nihayet hazza ulaştırır iki sevgiliyi! Beckett, “Birbirlerini seviyor olmalılar.” der, ardından, “Köpek gibi,” demekten kendini alıkoyamaz ve hiçbir fotoğraf çerçeveyle sınırlı kalmaz. Bu dünyanın, bu toplumun bir parçası olmadan  ve mevcut parçalarını kopararak, kendi sıcaklığımızla buzdan duvarlar arasında yaşayabilecek misin? Çevremizde yırtıcı kuşlar gibi ölümlüler, senin ölülerin… Kendin olmak istiyorsun. Nafile. Kendin olmak ve kendin olarak kalmak hep diken üstünde olmaktır. Herkes birbiri için tehlikeye atılıyor. Ancak özgürlük için herkesin seferber olduğunu düşünürsek, bu aynı zamanda bedeli ve rekabeti de beraberinde getiriyor.

    Herkes için, toplum adına savaşmak, aslında kendi hayatını bizim adımıza düzenle anlamına gelir ki, bu kendi adının yüzkarası olmaktır. Toplum, parti ya da kitle diyelim, ne dersen de, bunlar ölenlerin ruhuyla bedenlerimizi örterek, birbirimize karşı işlediğimiz suçları  görmemize yarayan araçlardan başka bir şey değillerdir. Bağırsaklarında kömürleşmiş ekmek bulunan Çamur Adam’ın boynunda yalnızca ip izleri vardı. Onu göle gömmüşlerdi. Üzerinde bir tek sinek iskeletine dahi rastlanmadı. Böyle bir gerçek karşısında, tarihçilerin geçmişi bir tarla sanıp, istediklerini ekip biçmelerini neyle açıklayabiliriz?

    Soru sormaktan korkma! Bu sorgulamak değildir. Politikacılar hep boş alanlara, boş olduğu için, boş yere demir atmak isterler. Sıradan insanlar ile sıradan ölçüler arasında hiçbir zaman bir denge kurulmamıştır. Tarih Meleği yüzünü geçmişe dönerek kaçmak üzeredir. Birey olmadıktan sonra toplum bir insan fabrikasıdır ve burada bol bol ‘biz’ üretilip, ‘hepimiz’ içinde birer birer öldürülürüz. Kurtuluş yok mu?

    Peki, ya Watt? Watt toplumla ilişkisini ne pahasına olursa olsun sürdürmek ister. Tıpkı bizim şimdi yaptığımız gibi Watt da toplumsal alanda kendini var etmenin savaşını verir. Oysa bir toplumla bağlarını sürdürmek, kendine olan bütün bağlarını askıya almakla eş anlamlıdır. Watt ilişki kurdukça, ilişkilerini geliştirdikçe sıradanlaşır. Önceleri şefkatli kollarını açan toplum yavaş yavaş Watt’ı itip kalkar. Watt soytarıdır artık ve kendisini dinleyecek hiç kimse de yoktur. Konuştuğu kimseler de Watt’ı öyle bir hale getirirler ki, artık Watt sözcükleri bile tersinden okumaya başlar. Sonuçta gittiği yer akıl hastanesidir. Burada herkes kendi kendini duyar. Burada herkesin kendisine göre bir alfabesi vardır. Buraya herkes ‘birileri’ kendilerini akıllı sansınlar diye atılmışlardır. Toplum yok olmuştur ve insan yalnızdır. İnsan zihni kafasından çıkan sesten ibarettir. Kollarını ve bacaklarını yitirmiş, yalnızca gövdesiyle yaşayan göçebe serseri Mahood insanlığı çağrıştırır. Su dolu bir kavanoz içinde yaşamaktadır ve bu kavanoz bazen ana rahmi, bazen de cesedidir. Gerçek budur. Bir suçlu aranır. Belki de bulunur. Bulunmazsa herkes sevdiğini öldürerek savaştan haklı çıkar. O da olmazsa bir aforizma… lec’in; “Bana kiminle yattığını söyle, kimi düşlediğini söyleyeyim.” şeklindeki aforizması…

    Ama hiç kimse genç kızın, yaşlı adamın yanında uyanırken, bu babam mı diye kendine sormasını duyamayacak mı?  Ben duyduğum zaman da yaşlanmış bir çocuk olacağım kuşkusuz. Peki, doğduğumuz zaman niçin ağlarız? Bunu da Beckett cevaplar; Ağlarız bu soytarılar sahnesine çıktığımız için. Peki, ya sevgili? Sevgiliyi beklemek, Godot’yu beklemek gibidir. Hayalet Üçlüsü’nde Beckett yaşlıların gözleriyle bakar dünyaya. Yaşlı adam sevgilisini beklemektedir. Yaşlı adam kadını görmek istercesine pencereye koşar, kapıya koşar. Kimse yoktur. Derken kapı çalınır ve küçük bir çocuk görülür. Çocuk başını sallayıp gider. Ama yine de sevgisiz dünyada ve toplumda gelmeyeceğini bile bile bir sevgiliyi beklek herhalde güzeldir. Önemli olansa gülüş ve gözyaşıdır. Vladimir ve Estragon’nun sevgisiz dünya içinde, sevgiyle bir arada olmaları ve tekrar denemeleri, tekrar yenilmeleri ve tekrar daha iyi yenilmeleri sevgisiz dünya ve toplum içinde güzeldi…

    Sonuç. Son var mıdır? Ve kim bu son, diyerek kendinden kurtulur? Son için bir kurban gereklidir her zaman Sen mi boynunu bıçağa uzattın, yoksa eli bıçaklı bir adam mı boynuna uzandı? Mum ve havuz imgeleri içinde başlayan kurban yangınla son bulur. Tarkovski Kurban filmini hazırlarken sürgündü. Kendi topraklarına dönme şansı yoktu. Bir arkadaşı ona büyükçe bir dünya haritası getirdi. Alexandre’ın doğum günüydü. Tarkovski, her gün bu haritaya bakarak, Avrupa’da kendine bir yer aradı uzun zaman. Oysa gittiği ve gitmek istediği her yer SSCB’ydi. Bunu fark ettiğinde kustu. Kimse bu kusmanın ne olduğunu anlamadı. Belki, birazdan Avrupalı biri gelip sevgilisini de alacaktı. “Düşünce: Kara. El. Yatkın. Zehir. Gerektiği gibi. Zaman: Uygun. Tam mevsimi: gören yok. Ey tabancalı adam! Bitir işini” diyecek kıvamdaydı; ancak Oğuz Atay gibi bir arkadaşı yoktu. Babalar ve Oğulları’ı yeniden okudu. Elini yüzünü yıkadı. Aynaya baktı. Bazarov’u gördü. Baba, deyip durdu. Kafka’ya şöyle bir göz gezdirdi. Kafka’nın “Babaya Mektup”unu okudu bu sefer. Niçin oğla mektup olmasın, dedi belki. Bir çember çizdi. Bir Yezidi ayini gibi. Kötülük ve iyilik bu çember içinde olup bitecek. Yangın her şeyi bitirir. Yangın bir ayin. ‘Önce söz vardı’ diye ilk kez konuşan çocuk, filmin sonunda, ‘Neden baba’ diye soruyor. Çocuk mu vasiyet, baba mı? İbrahim’in kararına evet diyen İshak-İsmail mi? Peki, ya kül? Kül yanlış bir mesel!…

    “Bir çember çiziyor film: Başladığı yer, aynı zamanda bittiği yer. Çemberin üzerinde yol alırken, kapsadığı dairedeyiz. O değirmi alan dünyanın tıpkı basımı. Oyunlar, şüpheler, rastlantı ve elden sıvışıp gitmiş sevdalar, namluya sürülmüş mermi ve kaçmalar ve her şeyin dibinde; Yangın. Kıyamet. Deli gömleğiyle bitiyor film. Yeryüzünde olup bitenlerin bedelini ödemeyi üstlenen yok mudur?*”

    * İbrahim ve İshak Arasında Tarkovski (Dokuz Paragraf) – Enis Batur

    Edebiyatta Ölüm ve İntihar – Giriş, Müslüm Yücel (Yazarın izniyle yayımlanmıştır.)

  • [Ece Ayhan] Melahat Geçilmez*

    [Ece Ayhan] Melahat Geçilmez*

    “Çanakkaleli Melahat’tan başlarsak sivil tarihi daha iyi anlatabiliriz. Türkiye’de sivil tarihi anlatmaya daha çok siyasal partilerle, derneklerle başlanıyor. Halbuki Melâhat devletin karşısında değil ama tamamen devletin dışında olan bir kadın. Ben de bu açıdan bakıyorum sivilliği anlatmak için.Özelden genele gidiyorum. Şimdi genel tarihi yazıyorum. Toplumsala merakım var. (…) Çanakkaleli Melâhat’i anlatırken Cumhuriyet’i de anlatmış oluyorum. Önce ‘Fuhşun Özel Tarihi’ diye başladım. Sonra ‘Fuhşun Genel Tarihi’ oldu. Sonra ‘Fuhuş’u da çıkartıyorum, ‘Genel Tarih’ oluyor. Bu coğrafyada sivilliğin nasıl geliştiğini çok iyi anlatıyor bu.” – Ece Ayhan Çağlar

    melahat-gecilmez (1) melahat-gecilmez (2) melahat-gecilmez (3)

    * Taramalara karışık vakitlerde internette denk gelmiştik. Kaynağını hatırlayamadık, hatırlayan olursa eklemek güzel olur.

  • [Göçebe Bağımsız Sanatçı İnsiyatifi] Korkma

    [Göçebe Bağımsız Sanatçı İnsiyatifi] Korkma

    Merhart Galeri, bu kez Göçebe Bağımsız Sanatçı İnsiyatifi ile “KORKMA” diyen yedi sanatçıya evsahipliği yapıyor. Çetin Pireci, Ekin Onat, Gazi Sansoy, K.Deniz Pireci, Murat Özkasım, Nasren Jake, Umut Yalım’ın yer aldığı sergide; sanatçılar İrlandalı enstalasyon sanatçısı ve eleştirmen Brian O’Doherty’nin 1970’lerde tartışmaya açtığı bir kavram olan “Beyaz Küp”e kendilerini hapsedip, dışarıyla yabancılaşırken zenofobiye gönderme yaptılar.

    20 Kasım-11 Ocak tarihleri arasında izlenebilecek olan sergi; sanatçıların zaman zaman toplumda kendilerine alan açmaktan farklı olarak, korkuyla karışık bir yaklaşımla kendi kabuklarına çekildiklerini anlatıyor.

  • Alejandro Jodorowsky’nin Gerçeğin Dansı açıklaması

    Alejandro Jodorowsky’nin Gerçeğin Dansı açıklaması

    [su_heading size=”25″ align=”left” margin=”0″]Alejandro Jodorowsky yeni filmi “La Danze Realidad/Gerçeğin Dansı”na dair metni çıplak okudu. Jodorowsky’nin okuması youtube ve vimeo’ya yüklendikten kısa bir süre sonra, tam bir orta sınıf ahlaksızlığıyla kaldırıldı. Jodorowsky’nin videoda sinemaya dair kısa bir açıklama yaptığı metnine yer veriyoruz.[/su_heading]

    jodorowsky-ciplak

    Şiir ve sinema arasında herhangi bir fark görmüyorum. Bedenin soyunması ya da ruhun arınması arasında bir fark görmüyorum. Bulunduğum nokta da, tüm samimiyetimle, çıplak beden, çıplak ruh, bütünüyle şiir, gerçekliğin dansıdır. Yaşayabilmek için bana para kazandıracak reklam filmleri çekmek istemiyorum.

    Ben para kaybettirecek sinema, başka bağlamlarda çalışmaya zorlayacak sinema yapmak istiyorum. Bana göre, bir film kutsaldır. Bir amaca hizmet etmelidir. Bilincimizi genişletmeli, geçmişimizi, şimdiki zamanı ve geleceğimizi birleştirmelidir.

    Dünyayı kurtarmalıdır. Tabii ki dünyayı değiştiremeyiz fakat kendimizi değiştirmeye başlayabiliriz. Filmimi sunmamı beklemeyin. Benim filmim bir varlık, kendini anlatır.

    Ben burada, ruhumun sonsuzca yaşadığı bu hapsedilmiş alanda, dürüstlüğümü, gerçeğimi sunacağım.

    La Danze Realidad Trailer

  • Sinemanın Kazanovası Fellini

    Sinemanın Kazanovası Fellini

    fellini_federico_03_

    Pera Film, sinemanın ustaları dizisini Sinemanın Kazanovası: Fellini programıyla sürdürüyor. Tıpkı Kazanova gibi efsanelerle çevrili ve gene onun gibi İtalya’nın en önemli isimlerinden biri olan dünyaca ünlü yönetmen Federico Fellini büyük bir ustaydı, gerçeküstü bir karnaval havasını keskin toplumsal eleştiriyle birleştiren benzersiz bir sinema stili yaratmıştı. 2013 yılı Fellini’nin ölümünün 20. yıldönümü; Pera Film, İtalyan Kültür Merkezi ve İtalyan Dışişleri Bakanlığı işbirliğiyle sunduğu bu anma programında Fellini’nin dokuz filmine yer veriyor.

    En sevilen ve en anlaşılır filmi olan Amarcord, koyu bir nostaljiyle örülü çocukluk anıları filmidir ve yapıtına mükemmel bir giriş noktası sunar; bir yönetmenin sanatsal krizleri hakkında anılar, düşler ve fantezileri birleştiren bir kolaj olan 8 ½ ise belki de başyapıtıdır. Kariyerinin başlarında Fellini hem yeni gerçekçiliğin öncüsü Roberto Rossellini’nin senaristi, hem de savaş sonrası Roma’da bir gazete karikatüristiydi, bu iki karşıt etkiyi şaşırtıcı biçimlerde birleştirecekti. Aylaklar gibi erken dönem çalışmalardan sonra Fellini, yeni gerçekçiliğin siyasal kısıtlamalarından çok sevilen Sonsuz Sokaklar ile kurtuldu, ardından da Cabiria’nın Geceleri, Ruhların Giulietta’sı ve Ve Gemi Gidiyor gibi filmlerde sirk, toplumsal dekadans, manevi kurtuluş ve daha tartışmalı bir biçimde de olsa kadınlarla ilgili saplantılarını cesur bir biçimde araştırmaya koyuldu.

    Federico Fellini 20 Ocak 1920’de, bir sahil kasabası olan Rimini’de doğdu. Üç kardeşin en büyüğüydü ve kasabasındaki karakterlerin çok iyi bir gözlemcisiydi. 1938’de Roma’ya gitti ve askere alınmamak için üniversiteye kaydoldu. Okulu tamamlamadan bıraktı ve II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden önceki yıllarda karikatürist olarak hayatını kazandı. Aynı zamanda yakın arkadaşı Aldo Fabrizi ile skeçlerde ve radyo programlarında yazarlık ve oyunculuk yapmaya başladı. Bu dönemde, ileride eşi olacak oyuncu Giulietta Masina ile tanıştı ve yapıtlarında ondan çok etkilendi. Bir başka ünlü İtalyan yönetmen olan Roberto Rossellini, Fellini’lerin arkadaşı Fabrizi’yi filmlerinden birinde oynatmak istedi, Fellini de onları tanıştırdı. Bu bağlantı aracılığıyla asistan senarist olarak çalışmaya başladı ve filmlerin nasıl yaratıldığını, montajlandığını içeriden görme fırsatına kavuştu; böylece film yönetmeni olarak yeni kariyerine de başlamış oldu.

    Fellini’nin sinema kariyeri elli yıla yayıldı ve eleştirmenlerden büyük övgü aldı. Aralarında dört tane En İyi Yabancı Film Oscar’ı da olmak üzere pek çok ödül kazandı. Filmleri bellek, düşler, fantezi ve arzu gibi temaların birleşimlerini sunar. Genellikle insanların en “tuhaf” hallerine çok yakından bakarlar; sıradan bir sahnenin, sanrılı imgelerin eklenmesiyle değiştirilmesini anlatmak için “Felliniesk” terimi kullanılır. Woody Allen, David Lynch, Pedro Almadovar ve Terry Gilliam gibi yaşayan yönetmenlerin pek çoğu, çalışmalarında Fellini’den etkilendiklerini söylemiştir.

    Federico Fellini, 31 Ekim 1993’te Roma’da, Giulietta’yla 50. evlilik yıldönümlerini kutladıktan bir gün sonra kalp krizinden öldü.

  • Héléne Cixous – Şato’ya Saldırılar

    Héléne Cixous – Şato’ya Saldırılar

    [alert type=red ]Giriş niyetine:

    “Sevgili bayan Milena, size Prag’tan sonra Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız. Bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız.” – Franz Kafka[/alert]

    franz-kafka

    [dropcap size=big]İ[/dropcap]ki hafta önce Prag’daydım, ilk defa oradaydım ve mutlak olarak görmek istediğim tek şey Kafka’nın mezarıydı. Ama Kafka’nın mezarını görmek demek sadece Kafka’nın mezarını görmek demek değil. Nihayet Prag’daydım ve nihayet Mektup’un yazarının elini, izini, ayakizini, yani doğal ve çıplak etli yüzünü, yani tanrının gözkapaklarını görmek istiyordum. Bugün için savaşmamın otuzbeşinci senesi artık, uzun bir savaş ve her savaş gibi anlaşılması güç bir mücadele. Herşeyin birbirine karıştığı, mücadelenin en kızıştığı anlarda insan kim olduğunu asla bilmez. arzu, korku sevginin düşmanlığı, insan savaşır, arzu insanın kendiyle kendisine karşı arasındaki savaştır, kendini savaşı kaybetmek üzere kalkıp gitmekten alıkoymak için hayali bir engel.

    Ama en sonunda oradaydım, ne fena. Uzun zamandır beklenen gün kaçınılmazdı. Kafka’nın mezarını görmek istiyordum. Görmek istediğini göremeyeceğini gayet iyi bilerek (çok kereler tasdik edilmişti bu çünkü), göremeyeceğimi görmeye mezarlığa gittim. Bu kanundur. Herşey kanun. Arzu yüzünden. Kanun yuvasını arzunun kabuğunda yapar. Devam et: İçeri girmeyeceksim. Gitmeyi arzulamasaydın, kapının açılma şansı olabilirdi. İsraelica sokağına gittim. Ve mezarlık kapalıydı. Biz de muazzam mezarlığın etrafını dolaştık. Umudum yoktu. Arada sırada süslü demir kapılar görüyorduk, araba sıkı sıkı zincirlenmiş kapıların yanından geçti. Hepsi kapalıydı. Araba muayyen bir anda paslı büyük zincirlenmiş demir parmaklıklı bir kapının yakınında durdu. Kapıya sıkıca yaslandım, çünkü vaadedilen ülkenin paslı kapısına yaslanacağın yazılıydı, unutmuştum. Ve orada karşımda Kafka’nın mezarı duruyordu ve ben onun önündeydim.

    Temiz bir mezar, modern, mezar taşı kabartmalı bir taş, benden önce görenler siyah olduğunu söylüyor ama bu beyaz, benimki, ayakta gördüğüm, karşımda duran, karşısında durduğum ince beyaz dikti, benim büyüklüğümde. Bana doğru dönüktü ve kenarındaki Dr. Franz Kafka sözcükleri bana bakıyordu.

    Bu mezarın daha önce metamorfoz geçirip bir ismin harflerine dönüşmüş gözlerle bana baktığını görmüştüm. Cezayir’deki mezarlıktaydı, babamın ciddiyetle ismini söyleyen –çocuklar ve ölülerin yaptığı gibi: Dr. Georges Cixous- gözleriyle bana bakmasına baktım.

    Yüzyüze ellerim paslı demir çubukların üzerinde dururken anladım ki her zaman ciddiyet ve vakalarla çocukluğa indirgenmiş aynı yüzü aradım.

    Ben ve mezar yüksek kitli kapıyla ayrılmıştık ve bu iyiydi. Arzu ve korkunun beraberce cevap bulması ümit edilmedik bir durumdu. Demir çubukları sıkı sıkı kavradım.

    Görmek istediğim ve hiçbir zaman göremeyeceğim üç şehir var. Oralara gidebilmek için herşeyi yapabilirim ama gerçekte başaramam, demek istediğim kendimi orada bulmam, sokaklarda, meydanlarda, yollarda, duvarlarda, köprülerde, kulelerde, katedrallerde, bina cephelerinde, avlularda, rıhtımlarda, nehirlerde ve okyanuslarda, onlar hala iyi korunuyorlar. Bunlar en çok düşünüp niyet ettiğim, kuşattığım sık sık rüyalarda hikayelerde rehberlerde içlerinde koştuğum şehirlerde sözlüklerde çalıştığım o şehirlerde yaşadım bu haytta değilse başka hayatlarda.

    Vaadedilmiş Praglar. Gitmeyi hayal ediyorsun. Gidemiyorsun. Gitseydin ne olurdu?

    İnsan oraya giderken bile nasıl Atina’ya gidemez. Freud bunu onyıllarca sormuş kendine ta ki bir eylül günü Trieste’de erkek kardeşinin yanında kalırken oradan Korfu’ya gitmeye karar verene kadar. “Korfu?!” mu demiş bir arkadaşı. “Yazın ortasında? Delilik! 3 günlüğüne Atina’ya gitsen çok daha iyi.” Ve Lloyd’s vapuru hakikaten o öğleden sonra hareket etti, ama iki kardeş bundan hiç emin değillerdi. Bu nedenle Atina’ya karşı olan herşey rağmen kendilerini orada bulduklarında çok şaşırdılar, gerçekten Akropolis’teydiler, fakat Freud buna ancak kısmen inandı: herşey iki kardeşin okulda öğrendiği gibiydi. Okul kitabından manzaraya sonuç çok iyiydi. Hakikat olabilmek için fazla güzeldi. Ama Freud eğer Korfu’ya gitmeye karar vermemiş olsaydı tam ya da kısmen kendini asla Atina’da bulamazdı.

    Peki ben nereye gideyim, Prag olmayan hangi şehre gideyim ki hileyle veya şansa hiç istemeden Prag’a varayım?

    Viyana’ya gittim. Berggasse’nin dik yokuşunu Dr. Freud’un kapısını çalmak üzere inerken, Prag’ın yakınlarda soluk alıp verdiğini hissettim. Viyana ve Prag’ı ayıran-birleştiren yoldaydık. Araba ne sağa ne sola gitti. Büyükbabam Michael Klein’ın doğduğu Trnava’nın birkaç kilometre uzağından geçtik. Oraya hiç gitmedim. Ama Trnava atlasta var. O zamanlar sınır sabit değildi, bir gün Çek bir gün Avusturyalı her gün Bohemyalı’ydınız. Turnau’da Trnava’da ikamet eden biri. Bir gün Prag’lı Dr. Franz Kafka Turnau’ya, büyükbabam Michael Klein’ın bir gün önce çiftlikten getirdiği taze sebzeyi teslim ettiği otelde kalmaya geldi. Bunların hepsini yaşadım. Dr. Freud’un Gmund’a gitmek üzere Berggasse’den çıktığı an Dr. Kafka’nın Dr. Freud’un evinin önünden başı öne eğik geçtiği güne benziyor, çünkü kaçırılan bir karşılaşmanın rüyasıydı.

    Hiçbir zaman gitmeyeceğim Turnau’ya gitmedim, ama hayatım yakınında geçti. Gelincik ve mavi keten tarlaları aramıza mavi ve kırmızı ayrılık örtüsünü sermişti.

    Arzum asırlarca bazen Altneusynagogue (Eskiyeni sinagog) bazen Staronova sinagogu diye adlandırılan benim de Yaşlıgenç sinagog dediğim bir varlık tarafından rahat bırakılmadı. Ve sürekli Eski Musevi Mezarlığı’nın, Alt Jüdischen Friedhof’un dışında dolaşırım, yorumsuz kör emin mutlak arzu. Ne istiyorum? Göreceğim. Bekleniyorum. Umuyorum. Orada kendimi bekliyorum.

    Rüyalarda oraya sık sık gittim. Oradaki mezarlık çok büyük ve okyanus gibi tatlı. Sincaplar çam ağaçlarının etrafında dans eder, ölülerin yeniden beden bulmuş şen ruhları. Arıyorum. Beşiğim olan mezarı görmek istiyorum. Beşiğimi görmek istiyorum, mezarlarımın beşiği, çocukluğumun mezarı, rüyalarımın ve endişelerimin kaynağı.

    Benden başka herkes Eski Musevi Mezarlığı’na gitti. Çocuklarım arkadaşlarım aşklarım herkes bensiz gitti benden önce benim için benden öteye beşiklerime eğilip bakmaya. Annem de gitti, ben hariç.

    Yine de fırsatı bekliyordum. Beşiklerimin mezarına bunu ciddiye almadan gidemem. Bana refakat edecek kişiyi bekliyordum, benimle beklemeyi paylaşacak yeterince gerekli yeterince narin varlığı. Yaşlıgenç sinagogunun mesihi. Ama ya gelmezse, hiç bir zaman?

    Ama diğer taraftan, mezar-beşiklerimize hiç gitmemiş olmamız mümkün değil; bu bir yükümlülük. Ölüm vaktinden önce kaynaklara gitmemiz zorunlu. Bütün insan kaderleri bir mezardan başlatılır. Bunu her zaman bilmeyiz, ama sonunda limana geri döneriz.

    Birgün herşeyin oradan başladığını düşündüm, bu kadar kaçınmak yeter çünkü sonunda gideceğim haydi şimdi şimdi gidelim böylece oraya yalnız bir kadın olarak sessiz bir kadın olarak dul bir kadın olarak, bir şahıs olarak ve her rüyanın dışında.

    İçeri girmemle birlikte –bir hücum gibi geri püskürtüldüm. Bunu nasıl yorumlayayım? Her yerde kapıyı, girişi, eksikliği arıyorum. Charles Köprüsü’nün ve sakin azizler gibi dikilmiş heykellerinin oradan geçerek Mala Strana’nın yanına, Saksonlar arayolundan, Velkoprevorske Meydanı’ndan Prokopka arayolundan Malovstraske Namesti’ye Schönbron Sarayı’nın önünden hızlı bir tempoyla geçerek sonra Bretislavova’dan çıkarak Nerudova’ya kadar ve oradan yokuştan Mala Strana’ya içine girebilmeyi hiç beceremeden iniyorsun.

    Ertesi gün, ikinci denem: rıhtımlardan yukarı Milli Tiyatro’ya, sonra Starometske’ye dönüş, Madenci sokağını geçiş, önümden kaçıyordu. On kere Almanca yol sordum, bana yanlış bir hayaletmişim gibi baktılar, artık kimse annemin babamın dilini konuşmuyordu. Yok etme yok etme senin adın şehir.

    Üçüncü defa Celetna yolundan Altın Melek’teki evin önünden geçerek yukarı Ovocny Meydanı’na, meyva pazarına, oradan yukarı çiçekli balkonları operanın iç sahnesinden kendilerini o gün pencereden atmış Tyl Tiyatrosu’na –çünkü oyun şu anda Eski Şehir Meydanı’nda sahneleniyor. Pazar’dı. Sonra, meydanda, Jan Hus’un siyah ve dolgun heykeli yerine, heykel yok, meydan yok herşey sihirli bir şekilde yok olmuş, Starometsky Orlo’yu dün üstünde güneş ve ayın hala döndüğü saati de göremiyorsunuz, ve sarayları, ya da evleri, bu Pazar evrenin merkezi bir spor pabuç seliyle kaplanmış. Şehre saldırıp Spor pabuç virüsüyle tanıştıran maratondu. Şehir düşmüş müydü? Spor Pabuç, Prag Atı, bir kavramı başka bir kavramla anlatma usulünle zaptedilemez şehri mi mağlup ettin!? Tankın etrafından Jan Hus’a üstü yüzlerce spor pabuçla kaplanmış hava fluoresan mavisiydi. Bütün ülkenin Venüs’ü, muzaffer spor pabuçları Coca-Cola suretli binlerce teneke kutuyu toynaklarının altındaki kaosta yuvarladılar. Meşum karnaval, yorgunluktan bitkin, maskelerini yitirerek aniden çöktü. Evrensel bir tişört bağırsakları çıkarılmış şehrin kalıntılarını sardı. Kefenden yalnız Tyn Kilisesi’nin ehlileştirilemez iki boynuzu ortaya çıktı.

    Ama ertesi gün şato yeniden başladı.

    Daha dimdik kalkmış bir şehir asla olmamıştı.

    Bir şehir? Bir ordu. Daha mücadeleci, daha dik, daha tahrik edici ve cazibi yok. Bir şehir? Bir kadın kahraman, adı Prag. Tanyeri ağardığında insan yeni kalkarken, o aykta, mızrakları hazır, miğferleri dik. Tepelerinin zirvesinden siz yokken sesleniyor: beni almayı dene! Ayağını yere vuruyor, taş paltosuna sarınıyor. Nerede olursanız olun, başınızı kaldırdığınızda, o orada –sallanan erkeklik uzvu gibi mütevazi, her zaman her yerde var olan erişilmez. Ondan daha kazanılmazı yok. Bazı şehirler ayakta kalır, kalabalıklar ayak altında çiğnediklerini sanırlar –turist alayları yabancı küçük bayraklarını çekerler, yollarından akarlar, kapalı çarşılarını zaptederler, hiçbir saldırı şehri teslim olmaya zorlayamayacak.

    Asırlar boyunca talipler huzuruna çıktılar, fethettiler, ehlileştirdiklerini sandılar; saraylarını inşa etmeye koştular, inşa sırasında endişe onları yaşlandırdı, duvarların onlar öldükten sonra yaşamaya devam edeceğini bilmek onları terletti. Fakat birbirlerinin peşisıra, inşa ettiler, bunu isteyen şehir’di. Öldürülene kadar inşa etmek yazgıydı; sonra ani ve şiddetli bir rüzgar çıktı, hükümdarlar sırayla yıkıldılar: kül oldular, kan oldular ve saraylar ayaktaydı, kar altında sakin.

    Hayır, bu bir şehir değil.

    Yüzlerce yıllık mezarların ara yollarının ihtiyatı.

    Asırlar: ara yollar: mezarlar: hepsi birbiriyle değiştirilebilir.

    Bilmiyorum neden, neden Prag, Prag, neden ara yollarında bu kadar çok yüzyıl akıyor? Nesillerin tozuyla dolu, kalıp kalıp bina dolu.

    Prag kabuğunun katmanlarının stratigrafisi. Sütun sütun tarihler, stil yığınları.

    10uncu asır – 1050, takiben (t.) 1050-t., 1260,t. 1260-1310, 1310-1419, t. 1450-1526, 1538-1580, t. 1580-1620, 1611-1690, 1690-1745, 1745-1780, 1780-1830, 1895-1914, 1918-1039: Gotik yüksek Barok neo-Rönesans, neo-Barok Fonksiyonalizm ve Konstraktivizm Geç Rönesans (Mannerism – bir üslubu aşırı derecede kullanma) Romanesk öncesi mimari (Prag Şatosu, Vysehrad, Brevnov) eski usül Gotik Rokoko (geç Barok) Art Nouveau – Yeni Sanat (Ayrılma) yüksek Rönesans Romanesk mimari Romantik Tarihçilik: neo-Romanesk stil, neo-Gotik iptidai Barok geç Gotik (şaşaalı, Vladislav’ın).

    Herşey şato’yla başladı, 1050’de Vysehrad Otto mimarisi, ve şato mevkine kanun tablosunu verdi: Ve Kızıl Deniz üzerinde inşa edeceksin, ve kanın koyu gölü üzeirnde hoteller ve kiliseler inşa edeceksin. Herşey şato ile son bulacak. Ama bu hayali bir hikayedir: ve bu içinde uykuda yaşayanlarıyla Saçmalık Şatosu’dur. Bir ölmüş kişi hala nöbet tutar, 22 Alkemist sokağındaki bir kibrit kutusunda yakılmış bir mum gibi.

    Her yerde gökyüzüne saldırır gibi vinçler yükseliyor. Hayır bu daha bir şehir değil, bir fikir, bitmeyen bir inşaatı tersine döndürme çılgınlığı. Pelion ve Ossas’lardan (mitolojik sentaurların yaşadığı dağlık bölge, ve alçak bölgede eski bir Yunan şehri) başka bir şey değil. Düşünülen o ki, şehir en sonunda bir gün yığının tepesinde kurulacak.

    İlk defa Prag’daydım ve Prag orada değildi. Kadın biraz önce gitmişti, belki de bir erkekti, şehrin ruhu, bizim ‘hemen şimdi’ evinde ikamet eden doktor K. bu Odradek’ten bahsedildiğini duyduk, bu makara olmayan makara, yalnız makara olmayan ve iki bacak gibi iki küçük değnek üzeirnde duran makara. Bir zamanlar yararlı olduğunu ve sonra kırıldığını düşünebilir insan, ama bu hata olur. Dr. Franz Kafka tarafından iki küçük değnek üzerinde duruyor diye tarif edilmişti, görünüşü anlamını yitiren şeyi andırır, ama hata yapmadan konuşmak mümkün değildir, çünkü Odradek son derece hareketlidir, ben konuşurken, koşarak uzaklaşır ve artık burada değildir. Onu yalnızca aramak mümkündür.

    Öyleyse nerede? Bir sözlükte mi, bir müzede? Hayır, ‘şimdi tavan arasında, şimdi merdiven boşluğunda, şimdi hollerde ve şimdi girişte.’ O çok dolaşır. Misafir olduğu bir yer yok, o evin oturulmayan her yerinde, sayılmayan her yerinde, ziyaret edilip geçilen veya kaybolunan her yerinde.

    Yoksa orada olmayan ben miydim? Yaşadığımızda hayalet olduğumuzu bilmiyoruz.

    Vaadedilen şehirlerde neyiz biz? Neslimizden olanların bugünkü ölüleri, gelecekte geri gelen hayaletler. Bugün Pazar K.’nın şimdi altmış sene önce ofisine gitmek üzere çıktığı ‘hemen şimdi’ evinin önünden geçiyorum. Kapıdan çıktı ve gitti. Daha doğmamış biri kırk yıl sonra buradan geçecek ve kesilmiş ipliği makaraya saracak.

    Zaman dört köşeli bir tekerlek. Ara sokaklarda hızla koşarsam belki ben doğmadan önce buradan geçeni yakalayabilirim.

    Bunun için şato’nun içinde asırların iyi korunması yeterli.

    Hayali hatıralar, hayali hayat: Burada daha önce yaşadım dördüncü katta oturuyorduk, oturma odasının penceresinden Belediye Binası’nın köşesi görülebiliyordu. Öteki geçmiş hayatlarımdam daha hayali bir hayat değil bu. Geçmişin ülkesi hayali ülkenin de olduğu kıtaya ait. Karşılaşıyorlar ve çayırlarını, meydanlarını, tatlı tuzlu sularını birbirlerininkine karıştırıyorlar. Resmin arkasında Oran’ın sokakları Prag’ın sokaklarıyla kesişiyor.

    Prag’a gitmeyi hayal ediyoruz. Nasıl gidileceğini bilmiyoruz. Korkuyoruz. Gidiyoruz. İçeri girdiğimizde bulamıyoruz. Uzun bir müddet şato’da dolaşıyoruz. 22 Zlata Ulicke’deki küçücük kapı olmasaydı, Altın sokaktaki küçücük kapı, bir an demirlemek için, hiç bir zaman karaya bile çıkmamış olacaktık.

    Sinagog nerede? Kapı nerede?

    İyi bir tesadüfle, oraya hiç bir zaman ulaşmıyoruz bile. Çok geçti. Yeni kapanmıştı. İçeri girmeyi başaramazdık.

    Kapalı kapılar paslı büyük kapılar sağolsun. İçeri mi girmek istiyordunuz?

    İyi bir tesadüf sonucu başarılı olamadık.

    Sincaplarıyla büyüleyici Yaşlıgenç Musevi Mezarlığı nerede? – Burada, burada, koyu kasvetli duvarların arasında, tam burnunun dibinde. Aşağılanmış başlarımızın üstünde kargaların savurdukları küfürler kaba ve ters tehditlerini haykırıyor. Acı bir mucize bu kargalar: tıklım tıklım ölü insanlarla dolu küçücük yere dikey gökyüzünün küçücük bir köşesinde aslanlar gibi gaklıyorlar. Eski Musevi Mezarlığı mezarlarla dolu görünmez pınarını gökyüzünün ayaklarına kaldırıyor, sonunu göremiyorsun, kargalar orada haykırıyorlar: burada, burada. Hiç bu kadar yüksek ve küçük bir mezarlık görmemiştim, toprağın dibinden gökyüzünün dibine çıkıp alçalan bir ölüler rulosu gibi. Yol açın, diye gürlüyor kargalar, ölüler tırmanıyor bırakın geçsinler!

    Mezarlığın bu kadar küçük olduğu bana söylenmemişti. Bin yıl şehrinin, sadece mezarlar burnunun ucunu ve birkaç aşınmış dişini asrın yüzeyinde görünebilir bıraktığı bana söylenmemişti. Mezarlar mezarları gömüyor. Oniki kat mezar.

    Bana oyuncak bebek evlerinden bahsedilmemişti, oyuncak bebek evi Sinagog, oyuncak bebek insanlar.

    Herşey küçültülmüş. Herşey kutsal.

    Prag’ınız Prag’da değil, gayet iyi görebildiğiniz gibi. Vaadedilmiş Prag yerin altındaki gökte.

    Demir çubukları sıkı sıkı kavradım. Önümde ince yapılı aklı başka yerde beyaz mezar parlak gözlü sözleriyle bana baktı. Ne kadar canlı ve gençsin diye düşündüm. Saraylardaki bütün öteki hayaletler, kazınmış duvarların ardındaki bütün hayaletler ölüyken. ‘Değişmedin, dedim.’

    Çeviren: Süreyyya Evren
    @sureyyya
    Siyahi Sayı 2, Sayfa 4, İstanbul, 2005 

  • George Orwell: “Totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder”

    George Orwell: “Totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder”

    [su_heading size=”20″ margin=”90″] Biz sorduk, Orwell cevapladı, entelektüeller tepki gösterirken ya da muktedirden yana tavır alırken, neler düşünüyor, devletin yazar ve yazın üzerindeki baskı araçları nasıl işliyor?[/su_heading]

    GeorgeOrwell3

    Futuristika!: Bazı yazar ve gazetecilerin Gezi Parkı direnişi sırasında otosansür uyguladıklarını gördük. Bu sizi şaşırttı mı?

    George Orwell: Bunda şaşılacak pek de bir şey yoktu aslında. Çağımızda entelektüel özgürlük fikri iki yönden tehdit altında. Bir yanda teorideki düşmanları olan totalitarizmin savunucuları, diğer yanda daha birincil, pratik düşmanları olan tekeller ve bürokrasi var. Dürüstlüğünü korumak isteyen her yazar ya da gazeteci, kendisini fiili bir zulümden ziyade toplumun gene yöneliminden ötürü engellemiş buluyor. Çağımızdaki her şey, diğer tüm sanatçıları olduğu gibi yazarı da üztlerinin belirlediği konular üzerinde çalışan ve asla gerçeklerin tamamını kendi gözünden anlatmayan küçük memurlara dönüştürmek için birlik olmuş durumda. Ancak yazar kaderine karşı giriştiği bu mücadelede kendi cephesindekilerde bile yardım görmüyor; yani onu haklı olduğu konusunda yüreklendirecek büyük bir düşünsel eğilim yok.

    Futuristika!: Fakat bu otosansürcü gazetecilerin, sesini çıkaran yazarlara ve gazetecilere de saldırdıklarını, sözlerini çarpıttıklarını gördük.

    George Orwell: Çünkü mevcut düzene isyan edenlerin, en azından bunların çoğunluğunun ve en tipik olanlarının, aynı zamanda bireysel dürüstlük ilkesine de isyan etmesi çağımızın garabeti. “Yalnız kalmayı göze almak”, ideolojik anlamda bir suç olduğu gibi, uygulamada da tehlikelidir. Yazarın ve sanatçının bağımıszlığının belirsiz birtakım ekonomik güçler tarafından erozyona uğratılıyor olması yetmezmiş gibi bir de muhafızı olması gerekenler tarafından da altı oyuluyor. Entelektüel özgürlüğün düşmanları, kendi görüşlerini daima bireyciliğe karşı disiplin savunusu gibi sunmaya çalışır ve yalana karşı gerçek meselesini mümkün olduğunda arka planda tutarlar. Hakikati söylemenin “uygunsuz” olacağı ya da birilerinin “eline koz vereceği” argümanları yanıtlanamazmış gibi hissediliyor ve yalnızca çok az sayıda insan, gazetelerdeki yalanların görmezden gelinerek tarih kitaplarına konulmasından rahatsız oluyor.

    Futuristika!: Yazarlar dışında, protestocuların yaşadıklarına sessiz kalan yönetici akademisyen sınıfını nasıl değerlendirmeliyiz?

    George Orwell: Totaliter devletlerin hayata geçirdiği örgütlü yalan söyleme durumu, kimi zaman iddia edildiği gibi askeri aldatmacalarla aynı nitelikte geçici bir önlem değil, toplama kampları ile gizli polis teşkilatları zaruri olmayı sürdürmediğinde dahi var olmayı sürdürecek, totalitarizmi bütünleyici bir şey. Totaliter bir devlet, aslına bakılırsa, bir teokrasidir ve yönetici kademesi, konumunu korumak adına yanılmaz görünmek zorundadır. Ancak gerçekte kimse yanılmaz olamayacağından, şu ya da bu hatanın yapılmamış olduğunu veya şu ya da bu hayali zaferin gerçekten kazanıldığını göstermek adına geçmişteki olayları yeniden düzenlemek sık sık zorulu hale gelir. Totalitarizm, aslında aslında geçmişin sürekli değiştirilmesine ve uzun vadede muhtemelen nesnel gerçekliğin varlığına inançsızlığa ihtiyaç duyar. Totalitarizmin bu ülkedeki dostları mutlak doğruya ulaşılamayacağı için çoğunlukla büyük yalanların küçük yalanlardan daha kötü olmadığını iddia etme eğilimindedir. Totalitarizmin entelektüellere en büyük baskıyı uyguladığı yer, yazın ile politikanın kesiştiği noktadır. Günümüzde fen bilimleri aynı oranda tehdit edilmiyor. Bu durum, neden çoğu ülkede bilim insanları için kendi hükümetlerinin arkasında olmanın yazarlar için olduğundan daha kolay olduğunu kısmen açıklıyor.

    GeorgeOrwell2

    Futuristika!: Basının, iktidarın düşünce özgürlüğüne saldırısına karşı nispeten sessiz kalmaları, hatta çoğu yönetici pozisyonundaki gazetecilerin açıkça siyasi iktidarı destekler söylemlerini nasıl değerlendirmeliyiz?

    George Orwell: Düşünce ve basın özgürlüğüne çoğunlukla üzerinde durulmaya bile değmeyecek argümanlarla saldırılıyor. Öyle ki, ders verme ve münazara konusunda biraz tecrübeli biri bu numaraları zaten ezbere bilir. Burada ele aldığı kou, özgürlüğün bir yanılsama olduğu ya da totaliter ülkelerde demokrati ülkelerdekinden daha fazla olduğu gibi iddialar değil, daha makul ve dolayısıyla daha tehlikeli bir mesele olan ve özgürlüğün sakıncalı bir şey, entelektüel dürüstlüğünse topluma zarar veren bir bencillik olduğu iddiası. Çoğunlukla meselenin diğer yönleri ön plana çıkarılsa da, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü tartışmasının temelinde aslında bu özgürlüklerin arzulanırlığı ile, ya da yalan söylemek veya söylememekle ilgili bir tartışma yatar. Buradaki esas nokta, güncel olayları topluma doğru (ya da en azından her gözlemcinin mustarip olduğu bilgi eksikliği, taraflılık ve kendini kandırma unsurları el verdiği ölçüde doğru) bir şekilde bildirme hakkıdır.

    Entelekektüel özgürlüğün düşmanları, kendi görüşlerini daima bireyciliğe karşı disiplin savunusu gibi sunmaya çalışır ve yalana karşı gerçek meselesini mümkün olduğunca arka planda tutarlar.

    GeorgeOrwell1

    Futuristika!: Devletin yalanlarının sözcüsü olanlar ya da şiddetine sessiz kalanlar, yazmayı nasıl sürdürecekler?

    George Orwell: Tümüyle gayrisiyasi olan bir yazın yoktur, özellikle de doğrudan siyasi türden korkuların, nefretlerin ve sadakatlerin tüm insanların bilincinin yüzeyine yakın olduğu bir çağda. Tek bir tabunun bile aklı tamamen felç edici bir etkisi olabilir, çünkü serbestçe peşinden gidilen herhangi bir düşüncenin yasak düşünceye götürmesi tehlikesi her zaman vardır. Buradan çıkardığımız sonuç, totalitarizm ortamının düzyazı kaleme alan her türlü yazar için ölümcül olduğu, ancak belki bir şairin, en azından bir lirik şairin bu ortamda nefes alabileceğidir. Birkaç nesilden uzun bir süre hayatta kalmayı başaran bir totaliter toplumda, son dört yüzyıl boyunca var olan türden düzyazı muhtemelen ortadan kalkmak zorundadır.

    Gerçek şu ki, kimi konular sözcüklerle övülemez ve tiranlık da bunlardan biri. Engizisyonu öven bir kitap yazmayı hiçkimse beceremedi. Üç yüz yıllık bir süre boyunca kaç kişi aynı zamanda hem iyi bir romancı, hem de iyi bir katolik olmayı başardı ki?

    Futuristika!: Ancak gazetelere, sosyal medyaya bakınca, asi olmamak, terbiyeli yazar olmak çabasını görüyoruz. Okuyucular da bunu tercih ediyorlar sanki? Hayalgücünü kısıtlayabilirler mi?

    George Orwell: Endüstriyelleşmiş ülkelerdeki büyük insan kitlelerinin hangi türden bir yazına ihtiyaç duyup duymadığı şüpheli. Ne olursa olsun, bu kitleler çeşitli eğlence türlerine harcadıkları parayı okumaya harcamaya gönülsüz. Belki de insan inisiyatifini minimuma indiren düşük kalitede duygusal bir kurmaca var olmayı sürdürecek. Makinelere kitap yazdırmak, büyük olasılıkla insan yaratıcılığının ötesinde bir eylem olmayacaktır. Ama bir çeşit makineleştirme sürecinin film ve radyoda, reklam ve propagandada ve gazeteciliğin düşük kaliteli sahalarında iş başında olduğu görülebilir.

    Totalitarizm her yerde tamamıyla zafer kazanmış değil. Esas kötü olan özgürlüğün bilinçli düşmanlarının aynı zamanda özgürlüğün en fazla şey ifade etmes gerekenler olması. Halk yığınları bu konuda ne olduğuyla ilgilenmiyor. Şu anda tek bildiğimiz, kimi vahşi hayvanlar gibi, hayalgücünün de esaret altında üreyemeyeceği. Kitaplar büyük ölçüde bürokratlar tarafından planlanacak ve o kadar çok elden geçecekler ki, bittiklerinde Ford marka bir otomobilin montaj sürecinin sonunda olduğundan daha bireysel ürünler olmayacaklar. Bu şekilde üretilecek her şeyin çer çöp olacağını belirtmeye gerek yok. Zaten çer çöp olmayan tüm kitapların da devlet yapısını tehlikeye sokacakları için geçmişten arta kalan yazınlar gibi yasaklanması ya da en azından dikkatle yeniden yazılması gerekecektir.

    Futuristika!: Evet bunu yapıyorlar. Devlet sözcülerinin her fırsatta Ece Ayhan’dan alıntı yapması örneğin. Utanmazlık ya da kocaman bir çıldırış hali gibi. Samimiyetsiz.

    Totalitarizm, bir inanç çağından çok bir şizofreni çağı vaat eder. Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir. Böyle bir toplum ne kadar uzun olursa olsun asla ne hoşgörülü olabilir ne de entelektüel açıdan istikrarlı. Asla ne olayların gerçeğe uygun şekilde kaydedilmesine ne de yazınsal yaratımın ihtiyaç duyduğu duygusal samimiyete izin verir.


     

    George Orwell, 1946’da basılan “Books v. Cigarettes” isimli kitabında (Türkçeye 2013 yılında “Kitaplar ve Sigaralar” diye Levent Konca çevirisiyle Sel Yayınları’ndan yayımlandı) totaliter rejimlere karşı yazının korunması ve yazarların, sanatçıların tavrı üzerine değerlendirmelerde bulunmuştu. Gördük ki, 1946’dan çıkagelen George Orwell’in hayaleti, Gezi Parkı direnişindeki entelijansiyanın tavrını açıklıyor, 2013 yılında bize bizi anlatıyor.

    George Orwell – Sigaralar ve Kitaplar
    Link: Sel Yayıncılık