Bir garip ofsayt

Oğuz Yalman, futbol, aşk ve hayatın birbirine karıştığı (bize göre) enfes bir öykü gönderdi. Bir kısa filmde top koşturduğumuzu hissettirdi. Kaybedeceğini bile bile maça çıkma cesareti gösterenleri anlattı...
Şubat '10

Muzafferin ismi, gerçek bir talihsizlikti.

Önce:

İki yaşında kendiyle, on üç yaşında da diğerleriyle futbol oynadı. Okumayı on dört ve on beş yaşlarında söktü, on altı yaşında da bir okuma yazma kursunda İpek’le tanışarak evlendi. Mahallelerinin amatör liginde kaleci olarak görev yaptı…

Sonra:

Muzaffer, annesi Halide ve Dayısı Mennur’un evine taşındı. Annesi Halide, çeşitli bakliyatlarla, mahalleden kadınlarla amansız bir kumar hastalığına düşmüş ve dayısı Mennur da, yemek yapımı konusunda özgüvenini yitmişti. Aksi gibi Muzaffer’in uzun süre önce ligden çekilen takımı da artık onu oyalayamayacaktı. Muzaffer bu ahval içinde, yıllarca kendini evin alt katındaki odaya kapadı. Top sektiriyor, gerekmedikçe dışarı çıkmıyor, kimseyle konuşmuyordu. Zaten konuşacak bir şey de yoktu… Bazen kaderine sinirleniyor ve karanlık gecelerde biricik karısını düşünüyordu. Ansızın içini bir öfke ve yetememe hırsı bürüyor, yastığı boğazına basarak acısına tampon yapıyordu. Yine böyle bir gece uyumaya karar verdi. Bir rüya gördü. Kocaman bir çölde top ayağında, takım arkadaşlarını beklemekteydi. Derken yanına smokinli bir fil yanaştı ve kulağına hortumunu soktu. Sıçrayarak uyanan Muzaffer, derin düşüncelere daldı. Belki de bu bir işaretti. Maça dönmenin vakti gelmişti. Muzaffer artık tuttuğu yası bırakıp insan içine çıkmalı ve takımı yeniden toparlanmalıydı. Ömrü hayatı boyunca belki de sadece bunun için yaratılmıştı. Hayat taptazeydi, hiçbir şey için geç kalınmış sayılmazdı…

Odasının çekmecesinde son maçın ardından çekilmiş bir fotoğraf buldu. Fotoğrafta şu arkada görünmeyen kendisiydi. Karede Reşat yoktu. Reşat ve Muzaffer ilkokul sıralarında da, mahalli liglerde de omuz omuza oynamışlardı. Aynı maçta değil tabii ki, çünkü Muzaffer, kaleci Reşat’ın yedeğiydi. Reşat da allaha çok şükür öyle sağlıklı çıktı ki, Muzaffer, elli bir maçın yalnızca birinde yedekten çıkabildi. İşte şu fotoğrafı çektirdikleri maç. Gerçi son maç olmuştu, ve karşı takım geciktiği için hükmen galiplerdi ama…

Yine de Muzaffer Reşat’ın aniden ortadan kaybolması sonucu formayı bir kez olsun sahada gösterebilmişti. Muzaffer ne yazık ki sevincini karısı İpek’le paylaşmak için eve koştuğunda, İpek’in “Bankacılık bölümünü kazandım, Ankara’ya okumaya gidiyorum, beni arama, evi babam vermişti onu da götürüyorum, en kısa zamanda boşa beni.” yazan notunu bulmuştu. Ev yerine, o notu bulmuştu daha doğrusu. Maç resmini yerine bıraktı. Işıyan aya baktı ama penceresi olmadığından göremedi. Odasındaki yeşil çimenlikli manzara resmine baktı. Üstelik belli bir mesafeden hala yakışıklı sayılırdı.

Bunları anımsadıktan sonra, bambaşka uyudu. Sabah uyandı, tıraş oldu, iki cebi birbirinden farklı renkte yamalarla dikilmiş ceketini giyindi ve kendini sokağa attı. Önce çekimser, daha sonra panter adımlarıyla takım arkadaşlarının bulunduğu yere doğru ilerledi. “Onları ikna etmek zor olacak, hepsi uyuşuk birer hayvana dönmüştür şimdi.” Muzaffer ağzına kadar hayatla doluydu. Her şeyin üstüne bir de yıllardır mahalleye adımını atmayan Reşat’ı köşede gördüğünde, Muzaffer, tüm işaretleri doğru anladığından emin oldu. Takım yeniden hayata dönmeliydi. Ve bunu centilmence Reşat’la birlikte yapacaklardı. Muzaffer ona doğru hamlelenmişti ki, Reşat’ın önünde camları siyah bir araba durdu, Reşat binince de hızla uzaklaştı. Bu da mı işaret değildi yani? Muzaffer, kahveye doğru devam etti. Bu mahalleyi ne kadar sevdiğini hatırladı. İnsanlarını, sakinliğini, rahatlığını. “Kaç tane mahalle kaldı ki ülkemizde?” dedi içinden bir ses. İşte hepsi ordaydı. Metin, Temel, Sadi, Ali kağıt oynamaktaydı. Metin, elindeki maça dokuzu yere attı, kafasını kaldırmadan Muzaffer’e:

Oooo, kavat Muzaffer, sen n’eettin?” dedi.

Muzaffer için hazırlıksız saldırıların ardı da geldi. Samimiyet derecesine göre takım arkadaşları ona “N’aber bufalo? Oo ayı uykusundan uyanmış , n’aber karı Muzaffer?” gibi seslenişlerde bulundular. Sinirden yüzü kıpkırmızı olan Muzaffer, gözleri çakmak çakmak parlayan titrek sesiyle “İyidir, işte hep aynı, hadi ben kaçtım.” deyip çıktı.

“Takım makım olmaz arkadaş bunlardan.” Boş bir yola doğru döndü. Ellerini cebine koyup ağır ağır, başı önde, artık tamamen yenik, saf be saf yenik yürüdü. Yürüdükçe yürüdü. Tam ümidi kesilecekti ki…

Kaleci Reşat siyah camlı arabayla önünde durdu. Bu kez kullanan oydu. Camı açtı. Muzaffer’e seslendi.

Çavuş! Atla!

Muzaffer heyecanla arabaya bindi. Belki de karamsarlığa kapılmak için erken davranmıştı. Öpüştüler koklaştılar.

“Çavuş Muzaffer” arabayı okşadı.

Güzelmiş, senin mi?

Reşat cevap verdi.

Evet, Allah bağışlarsa.

Takımı kuruyorum tekrar. Ne dersin? Döndün mü temelli?

Yav Muzaffer. Sen sağına yüklenmeyecektin, soldu senin tarafın, nasıl yakalıyordun soldan geleni, doksan altmış, otuz. Çat çat, antremanlarda iyi çalışıyordun da maçlar da battın. Yoksa iyi kaleci olacaktı senden..

Başlatma sağımından solumundan da. Oynadık mı da?

Solundan yakalıyorsan, nankörlük etmeyeceksin. Sağa da bakayım demeyeceksin, solu küstürmeyeceksin. Bu iş böyledir.

Öyle abi…

Ne o lan, silah mı o belindeki?

Bu mu? Evet… Sorma, bir iş geldi ki başımıza… Bizim İpek, senin haberin yok tabii.. Toz oldu bir anda. Orospu karı. Gerçi gelmez bilir başına geleceği… Ne olur ne olmaz, rastlarsam vururum diye taşıyorum.

Reşat sakince cevap verdi.

Futbolun temel hadisesi. Pozisyonunu beğenmediğin için, kendine pozisyon yaratmak bununla takımı sabote etmek, 4-4-2’yi ihlal. Sende çok vardı bu, fevriydin fevri. Biraz alçak gönüllü oynasaydın..

Sahaya yaklaşan araba sahada durdu. İki arkadaş ağır ağır indiler arabadan. Birbirlerine gülümseyerek baktılar.

Reşat bagajdan topu çıkarttı:

Onardan. Kim daha fazla gol yerse İpek’ten ayrılacak.

Ne? Sen ne diyorsun Reşat?

İpek’ten boşanman lazım.

Demek, siz ikiniz ha, avcunuzu yalarsınız. Bizde karı boşayana erkekliğini boşamış derler.”

Kazananın dediği olur. Yerse yedek çavuş.

Daha sonra:

Muzaffer, gayet ağır hareketlerle kaleye taşları koyar. Yazı der biri tura der diğeri. Kaleye geçen Muzaffer. İlk gelen topu tutmuştur ki, Reşat cevap verir. “İpek de burda bak, karşında.

Bakakalınca İpek’in bankacı vücuduna golleri yer de yer Muzaffer. Son golü yiyince. “Boşamıycam ulan seni!” diyerek elini beline atar ki, o da ne! Silah nereye gitti lan? O sırada bam İpek vurur onu. Meğer İpek arka koltuktan ellemiş Muzaffer’in namusunu! Daha önceden de ona karılık ettiği için bilirmiş namusunun nerede olduğunu.

Kanlar içinde Muzaffer. İpek’le Reşat son sürat ayrılırlar. Her şey donar. Muzaffer ayağa kalkar. Bakar ki, canı sıkılmıyor, öldüğünü anlar. Yolda uzun uzun uçmaya yürümeye başlar. Karşısına upuzun bir çöl çıkar. Sorar kendi kendisine sorar “Susadım mı?”

“Yo susamadım.” der ve henüz belirmekte olan serabı atlar.

Muzaffer ilerler, ilerler, ilerler, ilerler. Yorulmadan, sıkılmadan, acıkmadan. Ne güzeldir yok olmak. Büyük bir kapıya çıkar yolu. Kapının önünde iki adam. Ne forma ne başka bir şey üzerlerinde, anadan üryan.

Muzaffer’e bakarlar.

Muzaffer de onlara hayran.

“Neredeyim ben?” der. Bir yandan da etraftan sesler çalınır kulağına, büyük tezahürat sesleri.

Adamlardan biri diğerine döner.

“Ben sıkıldım sen söyle..”

Diğeri:

“Ağzım yoruldu sen söyle..”

Beriki sıkkın:

“Burası “saha şehitleri stadyumu”. Futbol oynarken ölenler buraya getirilirler. Sen de… Yeşil sahalarda ölmüşsün.”

Muzaffer’de çılgın bir sevinç. Çok iyi. Evet ben öldüm, hem de yeşil sahaları kanımla boyadım, ben öldüm ki, futbol hep yaşasın.

İçeri girer Muzaffer. Bir alkış, bir tezahürat. Koşarak selamlar sahayı sonra kendisine gösterilen yerde oturur. Banklarda beklemeye başlar hakkında verilecek kararı. ✪