Geçenlerde termosumu kahve ile doldurdum, biraz fıstık, bir iki paket kek aldım. Çantamda defterim ve Macciocchi’nin o Mao’nun Çin Kültür Devrimi ile alakalı meşhur ve tuğla kalınlığında araştırması vardı. İçine kasaba dinginliği sinmiş dolmuşlardan birine binip Ankara’nın 20 km. doğusundaki bir piknik alanına gittim. Hafta sonu huzuruna doymuş tombul memurlar, tombul hanımları ve tombul çocuklarıyla birlikte mangal yakma telaşındaydılar.
Kollarında sepetleri ile yanık yüzlü çingeneler bütün ihtiyaçlarını yanlarında getirmiş ailelere bir şey satabilme umuduyla çırpınırken, kentin beton ruhunu emmiş çocuklar doğaya olan yabancılıklarıyla ya ilk defa karşılaştıkları bir böcekten, bir sürüngenden korkarak ya da aşmaya alışkın olmadıkları bir tümsekte düşerek bas bas bağırıyorlardı. Et kokusundan mürekkep dumanlar sıkılgan hayaletler gibi başımın üzerinde dolaşırken özellikle çocukların içgüdüsel bir kinle doğa parçacıklarına saldırdıklarını gördüm. Bir dalı kırmak, bir köstebeği taşlayarak kovalamak, bir bisküvi paketi veya yağlı bir kağıdı umarsızca bir köşeye fırlatmak…
Büyükler bu suçu biraz daha organize bir usülle işliyorlardı. Onlar dalları minik testerelerle kesip istifliyor ve mangal yakmakta kullanıyorlardı. Mangal kömürüne kıyamadıklarından herhalde! Onlar yedikleri etlerin, ekmeklerin paketlerini kaldırıp boşluğa savurmasalar da, bütün pisliklerini büyük torbalara koyuyor, torbaları da ormanın insan gözüne uzak boşluklarına savuruyorlardı. Çöp kutuları ağzına kadar doluydu ve kokan çöplerle, bakımdan sorumlu kurumların günlerdir ilgilenmediği anlaşılıyordu.
En garibi de bazı babaların oğullarıyla birlikte, piknik alanına yaklaşık 50 metre uzaklıktaki minik bir dereye kurbağa avına çıkmasıydı. Takdire değer bir askeri incelikle kurbağalara karşı zafer de kazanıldı. Sapan taşlarının darmadağın ettiği yeşil bedenler, üzerine bomba yağmış düşman askerleri gibi bakanın içini parçalıyordu. Bir parça konfor ve bir parça eğlence için irili ufaklı insan yığınları doğanın bünyesine bütün yıkıcılıklarını kustular.
Abartıyor muyum? Elbette abartıyorum!
Basit bir hafta sonu eğlencesi için birkaç insanın doğaya karşı bilinçsiz tutumları doğaya zarar bile vermez. Her çocuk adam başı 3 kurbağa öldürse kurbağa nesli tükenmez. Her aile mangal ihtiyacı için birkaç dal kırmış ne olacak? Bisküvi paketleri, yağlı et kağıtları doğada göz açıp kapayana kadar eritir. Ne kadar azgın olsa da aslında lafı bile edilmeyecek azgın bir tahrip çabası!
Sanayi devi ülkelerin ve onların kime karşı ürettikleri bile belli olmayan silahlarının kustuğu medeniyet bugün insanı yok oluşun olmasa bile, yaşam için evrensel bir ıkınmanın eşiğine getirdi.
Bu yüzden edebiyat ve sinema artık ütopyaları değil heretopyaları, distopyaları ciddiye alıyor.
İçgüdümüzün sesi herhalde “Aman elinizdekini koruyun!” diye kulaklarımıza fısıldıyor. Neyse!
Piknikçilerin aymazlığı bir konuda dikkatimi çekti. Onların o anda içlerinde bulundukları doğa parçasına karşı giriştikleri umursamazlığın tek sebebi; kısa sürede oradan ayrılacak olmalarıydı. Bu yüzden piknik alanına bir köy, bir yerleşke, bir konut muamelesi yapamadılar. Göçmenlerin o kısa vadeli hesapsızlıklarının bir göstergesiydi işledikleri suçlar. Hadi bunlar göçmendi, biraz sonra çekip gülistan gibi baktıkları, içlerini döşeme uğruna gençlikler hiç ettikleri evlerine gideceklerdi. Peki ya az önce bahsini ettiğim büyük güçler? Hatta büyük güçlerin birer kötü kopyası olmak için daha vahşi ve daha usulsüz bir azgınlıkla doğasına saldıran toplumlar, ülkeler?
Beton parmaklıkların gölgesinde, denize sahip ama yüzemeyen, toprağı verimsizleşmiş, tavanı delinmiş milyarlarca insan. Orman bir piknik alanı artık, deniz sadece emlakçıların karını artıran bir görsel argüman. Güçlüsü ve güçsüzü, bütün insan yığınları kendi coğrafyasına karşı muazzam bir savaş veriyor. Bunun kökeninde ne olabilir ki? İnsan kendisini bir parçası hissettiği bir olguya bu şekilde saldırgan olamaz ya da saldırılışına karşı böylesine sessiz kalamaz. Sebep?
Adem’in hikayesini gerek mitolojik metinlerden ve gerekse kutsal kitaplardan defalarca okudum. Tanrı, insan ve muhtevası hakkındaki en can alıcı hikaye olan bu hikayede, insanın aslında yeryüzünün en yabancı varlığı olduğu vurgulanır. Çok uzak ve bilinmeyen bir dünyadan kovulmuş ve bir nevi cezaevi sayabileceğimiz bu yurda sürülmüşüzdür. Ruhlarımız bedenlere, bedenlerimizde yeryüzüne mahkumdur. Hep böyle apansız bir çıkma çabasıyla, sürüldüğümüz yurdun konforuna, tasasızlığına yanar, aklımızı ve bedenimizi bütün gücüyle zorlar sürüldüğümüz anayurdumuzu taklide zorlarız. Ama olmaz! Neye erişirsek erişelim, hangi konforu elde edersek edelim, her şey batıcıdır, huzursuzluk kaynağıdır.
Durur durur yine okları, mızrakları nükleer bombalara, savaş uçaklarına çevirir birbirimizi yok ederiz. Birbirimizle hesabımız bitti mi gözümüz hemen doğaya döner. Belki bir yüzyıl sonra hırpalayacağımız bir doğa parçası da kalmayacak. Aklımız ve gerine gerine övündüğümüz teknolojinin gücü ne insanı yaşatmaya ve ne de yıktıklarımızı tamir etmeye yetecek.
Bu katliamın kökeninde yine göç mü var? Bence evet! Çünkü insan beyni ölüme programlanmış ve insan içindeki yapıcı ve yıkıcı dinamizmin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyor. 50, 60, 70 hadi bilemedin 100 yıllık bir yaşam süreci. Eninde sonunda insan kafasının içindeki bütün birikimle hakkında çok az bilgisi olduğu bir gaybı kucaklıyor. Böylece, burada, bayağı uzun kalacak bir piknikçiden bir farkı kalmıyor. Ortak bilinç, içgüdü, fıtrat adı neyse, hepsi kanser haberi almış bir mirasyedi gibi elindekini bir an önce yok etmeye çalışıyor.
Bu bencil hedonizme karşı, yağmacı ruha en güzel eleştiriyi belki de o “yeryüzünü çocuklarından emanet aldıklarını” söyleyen Kızılderili bilgeler yapmış. Bu eleştiri bir konarın medeniliği ile yeryüzünü okşamayı bilen birkaç kişinin merhametini artırmıştır şüphesiz ama… Kim bilir, belki de geldiğimiz harikalar diyarından uzaklaşmışlığın ve tekrar ulaşamamanın cinnetiyle tabiat ananın etini dişliyoruz! ✪