Baremin 7. derecesinde memur Yakov Petroviç Goladkin o gece deliksiz uykusundan uyandığı zaman, herhangi bir sabah gibi bir sabah işyerindeki masasına oturduğunda, karşısında kendisiyle aynı adı taşıyan, kendisine tıpatıp benzeyen başka bir memurun oturduğunu görür. Karşısındaki ikizi, kendisinin öteki beni, çifti, belki de yarılmışıdır. Çift arasında, ikiye bölünen dünyasında Goladkin’i deliliğe kadar sürükleyecek gülünç, abdürd, tekinsiz, anlamsız, ürkütücü, tuhaf bir savaş başlar. Dostoyevski’nin 1846’da yayımlanan romanı, 19.yy Avrupasında karşımıza çıkan doppelgänger (çift-gezer, alter ego, diğer yanımız) temasının en etkileyici yapıtlarından oldu. Öteki, hem bizi gölge gibi takip eden ikizimiz hem de kendimiz farkında olmadan -haliyle- şizofrenimizi yansıtan gerçekliğimizin karşımızda duran, kanlı canlı(!) ispatıdır. Goladkin, bulunduğu mevkiyi o kadar sever ki, statüsünü korumak için, statüsünü kaybedeceği korkusuyla, başta uşağı olmak üzere yakın çevresiyle amansız bir mücadeleye girişir. Kendi varlığını ispat etmeye çalıştıkça, hem komik hem de dehşet verici ruh halini sergiler.
Edgar Allan Poe da, 1839’da, ikiz temasıyla öne çıkan hikayesi William Wilson’u yayımlar. Poe’nun hikayesinde kahramanın doğum günü yazar ile aynıdır. Wilson, sesi hariç kendisini tümüyle taklit eden benzerinden duyduğu huzursuzlukla asaletinden beklenmeyecek işler yapar. Poe’nun kahramanı, yazarının hayatındaki gibi genel toplumsal normların dışına kayar ve kendini yok etmeye doğru ilerler. Doppelgänger Mısır, kelt ve kuzey ülkelerindeki mitolojilerde olduğu gibi, kahramanın baş edemeyeceği, içini çürüten bir hortlak biçiminde yaşamımıza girer, gölgemiz olur. Poe, ikizinin yarattığı dehşet temasını Washington Irving’in maskeli benzeyeninin peşine düşen ve yüzünü görmek için kan döken bir İspanyolu anlatan makalesinden aldığını söyler. Aslında Irving de konuyu Alman edebiyatından almıştır. Amerikan edebiyatını etkileyen E. T. A. Hoffmann, doppelgänger temalı romanını yazarken, öncülü bir başka Alman romantiği Jean Paul’den etkilenir! Hoffman, Mozart’ı o kadar sever ki, Amadeus ismini alır ve ikiz kavramında unutulmaz olur. Öteki’yi konu alan Stevenson’un Dr. Jekyll ile Bay Hyde’ı iyi ve kötü arasında çizgi çekerken, ikizimizin Güney Amerika durağı Borges’te, kör ozanın alter-egosu “Borges ve Ben” yapıtında yatak değiştirir. Borges kendi ikizini düşsel bir yaratık şeklinde düşünüp, kendisini izleyen ile seyirci arasında böler.
Öteki izleği çağdaş edebiyata Dövüş Kulübü ile uzanırken, Türkiye’ye de en bilinen yapıtlardan Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”si ile girer. Demek ki, öteki kimliğiyle mücadele eden yazarların soyağacı günümüze dek uzanıyor. Bunda her yazarın aslında bir başka yazar olma isteği yatar diyebiliriz.
Hint teolojisine göre ben dediğimiz ego, bir izleyicidir aslında. Sürekli kendimize bakmakla, kendimizi izlemekle yükümlü olduğumuz bir lanet. Schopenhauer’in donan oklu kirpi benzetmesindeki gibi, hiç kimse, komşusuna fazla yaklaşmaya katlanamaz öte yandan.
Memlekette de, uyandığımız soğuk kış sabahlarında, 7. derecedeki memur Yakov Petroviç Goladkin, William Wilson, Tyler Durden ya da Borges gibi, her baktığımız insanda kendi yansımamızı görmekten dehşete düşen ancak yine de donmamak için birbirine yaklaşan oklu kirpiler gibiyiz. Bir yandan statülerimiz korumak için karşımızdaki ötekilere karşı amansız bir kavgadayız. Öte yandan gerçek olan karşımızdaki mi yoksa izlediğimiz kendimiz mi, ondan emin olamıyoruz. Bizi yansıtan aynaları bir kırsak, doppelgängeri yok etsek, sonrası hep güzellik sanıyoruz.
KargaMecmua Nisan 2013 sayısında yayımlanmıştır. ✪