Merdümgriz yazarların en büyüklerinden Thomas Bernhard, nadir söyleşilerinden birinde ne kendi kaderiyle, ne de kitaplarının, özellikle de başka dillere çevrilen kitaplarının kaderiyle zerre ilgilenmediğini söyler. Bernhard’a göre çevrilmiş bir kitap, artık farklı bir kitaptır. Asıl kitapla ilgisi yoktur. Yazarın kitaplarını yazıldığı dilde değerlendirmek gereklidir. Ne kitaplar, ne yazarları ne de okuyucuları çok da önemli değildir. Nihayetinde her şey sonunda kaybedilir, her şey mezarlıkta son bulur. Bu konuda yapılacak bir şey yoktur. Bernhard, insanlar konusunda ön yargılıdır ve gayet nettir. Detaylara takılmazsak, hiçbiri işe yaramazdır. Benzer bir ön yargı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli romanında garsonlar için fark edilebilir. Kitapta tüm garsonlar, kötü varlıklardır. Sürekli sinsilik peşindedirler. Kahramanı gözlerler. Anlamlı hareketler yaparlar, bazen surat asarlar. Yüz vermeye gelmezler.
Bernhard’ın romanlarında takip edilen şık karamsarlık ve yazına dair farz-ı hüsniye, kendisinden 150 yıl önce doğmuş, kadın yazarlar için hiç de uygun bir dönemde yaşamamış İngiliz Edebiyatı’nın ilk büyük kadın romancısı Jane Austen’da görülmez. Hayatına dair detayların pek bilinmediği Austen, papaz babasından aldığı kısıtlı eğitim ile, pek dışarı çıkmadan, en sevdiği kişi olan ablası Cassandra ile paylaştığı yatak odasında ya da beş erkek kardeşinin ve diğer aile bireylerinin de mevcudiyedinin gölgesi altında, çevresinde sürekli birileri ve etrafta gürültü varken yazdı Gurur ve Ön Yargı isimli romanını. Hatta Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da Austen için değil bir odası, sessiz bir köşesi bile yoktu der. Hiç evlenmediği halde romanlarındaki çiftleri sürekli evlendiren ve dönemin İngiltere’sini detaylarıyla aktaran Austen, çağdaş yazında çoğunlukla romantik bulunsa da, kısıtlı taşra hayatına ve neredeyse hiç yazınsal eğitim almamasına rağmen henüz yirmili yaşlarının başında baş yapıtı Gurur ve Ön Yargı’yı yazmıştı.
Henüz on beş yaşında yazdığı metinlerde romantik klişelerle örülü kitaplarla dalga geçen Austen’ın mektuplarında, zamanının çalkantılı siyasi ortamıyla ilgilenmemesi, savaşta ölenleri umursamadığını belirtmesi eleştiri konusu olmuştur. (Sanayileşme devrimi, Fransız Devrimi ve Napolyon savaşları dönemiydi. İngiltere oldukça çalkantılı bir dönem geçiriyordu.) Oysa Austen, tam anlamıyla gerçekçi bir yazardı. Bir yazarı sıradanlaştıracak duygusallıktan uzak, karakterleri aracılığıyla sözünü sakınmadan söylemeyi başarıp, yapıtlarının asırlar sonra bile kadınlara ve erkeklere seslenmesini sağlamıştır. Austen’ı ilgilendiren kesim, taşralı orta sınıftır. Geçim derdi olmayan bu insanlar, belirli toplumsal kurallar altında yaşarlar, zamanı geldiğinde evlenirler. Austen, erkekler tarafından ezilen kadınların durumunu ince bir alaya aktarır, bu sorunu görmezden gelmez. Bunun dışında romanlarındaki karakterlerin evlerindeki işçiler, karakterler arasındaki aşkın detayları ya da toplumdaki çatışmalar hiç yer bulmaz. Bu açıdan bakıldığında, Bernhard’ın tersine, bir mutlu son yazarıdır Austen ve çağdaş tüketici yazınsal ortamında, filme aktarılan, dizileri çekilen kitaplarıyla canlılığını korumaktadır. Ne de olsa okuyucu, mutu sonları tercih etmektedir. Austen, kendisini sıradanlaştıran eğlence sektörüne rağmen, romanlarına bir yazın işçisi olarak yaklaşmıştı oysa. Gurur ve Ön Yargı’yı 1796’da bitirip, romanı fazla hafif bulduğundan ve daha ağırbaşlı, daha “gölgeli” bir yapıt istediğinden, üzerinde yıllarca çalışıp 1813’de yayımlamıştır. Austen hiç evlenmediğinden, romanlarını çocukları yerine koyardı ve Gurur ve Ön Yargı ise, her iki kavramı temsil eden iki karakteriyle birlikte, en sevdiği çocuğuydu. Bennet ailesinin ironik hikayesini anlatan kitap 200 yaşında.
Rudyard Kipling ise, yıllar sonra “The Janeites” (Jane’ciler) diye nitelediği okuyucuları anlatan bir öykü yazdı. Hikayede, dışarıda savaş sürerken, cephede ortalık karışmışken, Alman saldırısı sürüp giderken Jane Austen hayranı bir grup subay, emir erlerinden birine Jane Austen’ın romanlarını ezberletmeye çalışır. Kipling ve onun gibi Austen’ı eleştirenler, yani Jane’cilik kavramını savunanlar; çağının orta sınıfının klasik ahlak kurallarını olduğu gibi kabullenip, ülkesinde yaşananlara gözünü ve kulağını kapayan, olan bitenden hiç haber, yokmuş gibi rahat davranan ve hatta savaşta ölenleri hiç umursamadığını mektuplarında yazan Austen’ın mutlu sonlarının 20.yy ve hatta 21.yy’da geçer akçe olmayı sürdürmesine yine aynı tepkiyi verebilirlerdi. Ne de olsa Jane’cilik, orta sınıfın sınırlarının keskin çizgileri içinde belirlenmiş ahlak kavramının gölgesinde her durumda haklı çıkacak umursamazlık, gezegenin diğer köşeleri gibi memlekette de yaygın…
İşte bu “Jane’ci” yazarlar, şarkıcılar, çizerler, taksiciler, bakkallar, AVM Müdürleri, Süpermarket Yöneticileri, büfeciler, anneler, babalar, arkadaşlar, kardeşler, kadınlar ve erkekler 200 yıl sonra, 2013 Haziran ayında Türkiye’de belirmişlerdir. Dışarıda kıyamet koparken, bir araya gelen üç beş kişiye biber gazı atılırken, insanlar yerlerde sürüklenirken, kıyasıya dövülürken, vurulurken ve kaçışırken ve birbirleriniz ezerken ve haykırırken ve kanarken, Jane’cilerin hepsi kafalarını başka yere çevirmiş, havaya bakıp ıslık çalmışlar ve kendi taşralarındaki çay partilerinin düşünü görmeyi sürdürmüşlerdir. Romanlarında karakterlerini hiç sektirmeden evlendiren Jane Austen gibi, memleketin Jane’cilerinin romanlarının sonu mutlu mu bitecek? Onu da tarih yazacak.
Karga Mecmua Kasım 2013 sayısında yayımlanmıştır. ✪