—Teğmen Mikail yanına birkaç asker al ve cesetleri toplamaya başla!
Gece yarısında alanı teftişimde ortada bir parmak, bir göz bile görmek istemiyorum.
Komutanımız ara sıra bizi masasına davet edip kahvesine ortak edecek kadar alçakgönüllü ve askerlerimizin kılık kıyafet konusundaki basit özensizliklerini es geçecek kadar yumuşak bir adam olsa da emir verirken eli baltalı bir cellâdı andırırdı. Kalın dudakları incelir ve kaşlarıyla gözleri arasındaki etten boşluk, şakası olmayan bir koyulukla gölgelenirdi. Bunu bizi korkutup emirlerine itaat konusunda özenli olmamız için mi yapardı yoksa amir karakterine dair herhangi bir refleks miydi bilemezdik. Emir verir vermezde arkasını döner, emir erine bir şeyler anlatarak yürür giderdi. Herhalde erinin emirlerine uyup uymadığımızı kollamasını ve işi savsaklarsak kendisine haber vermesini söylerdi.
Şu anda ne söylediğini düşünmeye fırsatım yoktu çünkü on iki er ve bir çavuşla bu koca alandaki cesetleri toplamalıydım. Galiba biraz da aptaldı bizim komutan. Koskoca bir araziyi bu kadar az askerle nasıl temizleyecektim ki? Hem bir saat sonra hava kararacaktı ve çarpışmadan yeni çıkmıştık. Daha önce değil çarpışma, basit bir tatbikat bile görmemiş askerlerimiz ölümün sıcak renkleri ve soğuk ağırlığıyla öylesine şaşkınlardı ki! Ve hepimiz kış uykusundan yeni uyanmış ayılar gibi açtık.
Bir ast üstüne asla “hayır” diyemeyeceği için komutanımıza dert yanamaz, verdiği emrin sonrasında yapacağımız faaliyetleri, zaman-emek-durum üçgeninde tarttığımızı kendisine belli edemezdim. Çaresiz, faaliyete başladık, gücümüzün yettiğinde bitirebildiğimiz kadar bitirecektik. Yanımıza yanaşan koca römorklu traktörlerin birine düşman askerlerin cesetlerini istifliyor, birineyse kendi askerlerimizin cesetlerini diziyorduk. Arada kalan boşluklaraysa kol, bacak, kafa parçalarını sıkıştırıyorduk. Askerlerimin elleri, yüzleri, elbiseleri kana bulanmıştı ve çavuşla benim üzerimizeyse insanın vahşiliğine dair bir mühürler yığını olan bu lanetli yerin ağır havasının bunaltısı sinmişti.
Bazı askerlerimiz ve bazı düşman askerleri ölmek için çabalıyor, can çekişiyorlardı ve bu durumdakileri traktörlere değil boş bir köşeye diziyor, tabiplerin gelmesini bekliyorduk. Can çekişenlerin içinden çok azı sağ kalacaktı ama olsun, umut işte, yaralı hiçbir yaratık kaderine terk edilemezdi. Askerler cesetleri topladıkça ben açılan boşlukta çavuşla sohbet ederek ilerliyordum. Koku ensenize dayanmış bir tüfekten daha rahatsız ediciydi. Barut, yanık et, kan, demir, toprak, taze çiçekler, insan dışkısı, nem…
Hepsi ama hepsi bir araya gelmişti ve her soluğumuzda ağzımızın burnumuzun içine bu birliğin tahammül edilemezliği yapışıyordu. Bu atmosferin uyumlu birer parçaları olmuştuk ki öğüremiyorduk, kusamıyorduk. Cesetlerin yüzlerinde -tabi parçalanmadan sağlam kalabilmiş yüzlerden bahsediyorum- annesini emerken uyuyakalmış bebeklerin huzuru vardı. Sanki altlarındaki az sonra kendileri için birer solucan, yılan sofrası olacak kara toprak değil de, Tanrı’nın altlarına serdiği koyun yününden bir halıydı. Ölüm ne kadarda huzurlu kılıyordu insanı ya da yoksa bizler mi ölmüş, farkındalıklarının başımıza yağa yağa bizi sersemler kıldığı bir cehennemdeydik de bunu umursamıyorduk.
Askerlerimin bitkinliklerine rağmen adalelerinden taşan çalışma azmini görünce insan bedeninin ne kadar muazzam bir gücün eseri olduğunu ve Tanrıyla sıkı bir yarışa meyletmiş makine akademilerindeki hocaların ukalalık miktarının fazlalığını kavradım. Üç asker yaklaşık iki metrelik bir düşman askeri cesedini kaldırınca cesedin altında sızmış kanları içmekte olan kocaman bir yılan ürkerek kaçtı. Tabancamı çıkarıp yılanın başına doğru bir el ateş ettim ama isabet ettiremedim. Mermi bizim askerlerimizden birinin postalına saplandı. Saplandığı deliktense rahatlıkla görülebilecek koyulukta bir duman yükseldi. Bastığım yere bakmadan bir adım atınca ayaklarım balçığımsı bir yığına gömüldü. Ayaklarımın battığı bağırsak, dışkı ve pıhtılaşmış sıvılarla dolu yığından kurtulurken parçalanmış bir kafatasına dikkat kesildim. Çocukken parmağıma bir iğne batsa ve o delikten minik bir kandamlacığı sızsa korkar, bedenine sarılıp ağlayabileceğim bir büyüğümü arardım.
Şimdi!
İnsan büyüyüp insanın boşunalığını sindirdikçe korkuya karşı bağışıklık kazanıyor. Hem insan kafatasında ne kadar geniş boşluklar var öyle. Burnun sağında ve solunda, bir de alında! Askerlerim etraflarındaki iğretilerden tiksinmiyorlar, sanki topladıkları olgun karpuzlar. Cesetlerin ceplerindekileri çıkartıp ceplerine de attıklarını görüyorum ama pek seslenmiyorum. Bu yaptıkları askeri kanunlara aykırı bir davranış aslında! Bir askeri yöneticilik kuralıdır, harp okulunda sürekli hatırlatılırdı; “Gerçekten yönetmek istiyorsanız bazen göz yummak zorundasınız.” Zaten bir askerin üzerinde ne olabilir ki. Ne olabilirdi? Gerçekten merak ettim. Yağmacı erlerimden birini çağırdım, karşımda hemen esas duruşa geçti. Pantolonunun kenarındaki kabarık ceplere ellerimi soktum ve çıkarıp avuçlarıma baktım. Birkaç fotoğraf, bozuk paralar, bir yüzük, boş mermi kovanları, iki adet kestane, bir tırnak makası ve yarısı kullanılmış bir kurşun kalem.
—Ne yapacaksın bunları?
—…
Hiçbir şey demedi. Sinsi sinsi gülümseyerek “ganimet içgüdüsü” deseydi belki onu bu lanetli coğrafyanın boşluğunda alnından öper, aslında çok aşağılık olan çabamıza bir nebze sanatsal aykırılık katardım. Alt tarafı aptalın tekiydi. Sağıma baktığımda çavuşun başı kopmuş bir askerin boynundaki kanlı, kırmızı halkaları incelediğini gördüm. Hiç iğrenmiyordu. Yanına yanaşıp ben de o halkacıklara baktım. Olgun kirazların çekirdekleri saçılmıştı sanki baktığım zemine. İçimden tükürme isteği geldi, tükürdüm. Birkaç metre ötede kopmuş bir bacağın yanına gittim. Nasıl olmuşsa kasıktan dize doğru inen kemiğin üzerindeki etler sıyrılmıştı ve kemik üzerindeki birkaç sinir ve damarla sapasağlam görünüyordu. Kopmuş olduğu uçtaki sivri kıymıklara dokununca elim çizildi. Bu kemikten çok güçlü bir kesici alet yapılabilirdi. İnsan bedeni ne kadar sağlam olsa da maalesef yaptığımız silahlar bedenlerimizden daha sağlamdı. Aklın bedeni aşmışlığın kanıtıydı işte etraftaki sıcak metaller ve soğuk beden parçaları. Ben bu kemiğin yapısalını keşfe çalışırken çavuş enteresan bir gülüşle yanıma yanaştı.
—Komutanım hiç beyin gördünüz mü?
Sözlerimi hazırlarken vereceğim cevaptan ziyade alacağım öneriyi kafamda tartıyordum.
—Hayır. Yani sadece televizyonda ve kitaplarda…
İçimden ne geçtiğini anlamışçasına gülümsedi.
—Ben de görmedim ama eğer emrederseniz görme şansımız var.
Öneri aklıma yatmıştı ama hemen teslim olmamalıydım.
—Bunun askeri kurallara aykırı olduğunu bilmiyor musun aptal herif!
—Efendim hangi kuraldan bahsediyorsunuz?
Tanrının kulları olarak kuralları umursasaydık şu anda belki eşimiz ve çocuğumuzla bir parkta kudret helvası yiyorduk.
Böylesine bön bakışlara sahip bir kafanın içindeki dilden nasıl böyle kaliteli bir cevap çıktı anlamadım. Kafamı evet dercesine salladım ve çavuş lazere karşı özel zırhlandırılmış MCV aracından bir ışın keski almaya gitti. Geri döndüğünde elinde keskiden ziyade iki adet mısır konservesi ve küçük plastik kaşıklardan vardı.
—Acıkmışsınızdır efendim!
Acıkmamıştım ama ağzımdaki berbat tadı ve burnumdaki çürük kokusunu yok eder umuduyla konserveyi yedim. Çavuş da yedi. Parmaklarını yalayıp gırtlağının tiz titreyişleriyle geğirirken midemin bulantısı arttı. Öğürdüm, midemin içinde ne varsa sağ yarısı yanmış bir askerin kırmızı gelincik yapraklarıyla kaplı toprağa batmış olduğu bir noktaya çıkardım. Ağzımın içinde tuzlu su köpürüyordu, hepsini tükürdüm. Rahatladım. Çavuş yadırgayan bir tiksintiyle yüzüme bakarken “Haydi!” dedim. İçimizdeki merakı yenmek için girişeceğimiz bu gayrı hukuki olayı askerlerimin görmemesi için biraz uzaklaştık. Göz alabildiğince cesetti zaten, onlar işlerini yaparken bizde uzak bir köşede işimizi yapabilirdik.
Üç yüz metre kadar yürüyüp kafatasını açabileceğimiz sağlam bir ceset aradık. Çavuşun ilk seçimi olan kısa boylu cesedi açmak istemedim. Yüzündeki memnun tevazu bozulmamalıydı, bir cesede göre fazla temiz bir yüzü ve pis bir savaşın kurbanına göre gereğinden fazla memnun çizgileri vardı. Muhtemelen küçük bir şehrin yoksul varoşlarında yaşayan ve şu anda annesinin sağ sağlam geri dönmesi için dua ettiği bir garibandı. Biraz daha dolandık ama sağlam bir kafatası bulmak o kadar zordu ki! General Memduk’un icadı C–342 topları yaklaşık bir kilometre karelik bir alanda parçalamadık beden bırakmıyordu.
Tatbikatlarda birçok kez izlemiştik, top yaklaşık on metre uzunluğunda ve bir metre çapındaki bir namludan atılıyor, yere düşmesine birkaç yüz metre kala dışındaki çelik örtü yırtılıp etrafa onbinlerce mermi saçıyordu. Kafatasına bu mermilerden isabet etmemiş çok az ceset vardı. Bir et yığının altına yöneldiğimizde altta kalan cesetlerin daha az deforme olmuş olabileceğini düşündük. Kanlanmamış kısımlarından tutarak üstteki cesetleri kaldırdık ve tam aradığımıza ulaştık.
İki metreye yakın boyu, bembeyaz teni, kısa sarı saçları, kalın kolları ve bacaklarıyla asker olmak için yaratılmış bir âdemoğluydu. Çavuş onu postallarından çekerek içine yığılmış olduğu çukurdan çıkarırken ceset birden canlanıp doğruldu ve çavuşun kollarından tuttu. Çavuş neye uğradığını şaşırırken boğazında sürekli inip kalkan noktalarda derin sayılabilecek yarıklar bulunan asker bilmediğimiz bir dilde hırlayarak bir şeyler söylüyordu. Gözlerinde baktığı yeri yakabilecek kadar belirgin bir kin vardı. Esir olmaktansa içimizden birilerini öldürmeyi diliyordu herhalde.
Alt tarafı bir savaştı bu, tarihselleşmiş iki tane kini kişiselleştirmeye ne gerek vardı? Elleriyle Çavuşun boğazını kavramışken Çavuş acınası bir çabayla belinden tabancasını çıkarmaya davrandı ama soluğu kesiliyordu. Suratı morarmaya, alnının damarları belirmeye başladı. Çavuş ve ölü taklidi yapmış ama şu anda tüm ihtişamıyla diri askerin mücadelesi o kadar komik görünüyordu ki, savaş içinde savaş! Eğer bu durumda çavuşun az sonra öleceği ihtimali olmasa dakikalarca bu anın keyfini çıkarmak isterdim. Tabancamı çekip askeri boynundan vurdum. Elleri çözüldü ve serbest kalan çavuş soluk soluğayken bana minnettarlığını belirtti. Sonrada belindeki keskiyi çıkardı ve benden izin alarak cesedin alnına koca bir yarık açtı. “Heyecanlı mısınız?” diye sorunca cevap vermedim. Bir beyini görmek bana etrafımdaki kahrolası ağırlığı bir neşe seline mi çevirecekti sanki? Arkamı dönüp, çavuş kafatasıyla uğraşırken ben hala ceset toplama işiyle uğraşan askerlerimin yanına gittim. Hepsinin yan cepleri şişmişti. İçlerinden tir tir titreyen birisi -yüzüne yapışmış kan pıhtılarının bir kısmı gözyaşlarıyla temizlenmişti, belli oluyordu- cüretkâr bir tavır takınmıştı.
—Komutanım, neden kardeşlerimizin üzerlerine de ateş açtılar?
Ne cevap vereceğimi bilemedim, elimi omzuna koydum.
—Bu çağda kendini insan olduğun için değerli görmen kadar büyük enayilik olmaz dostum.
Bir tutam mermi kadar bile değerli değilsin sakın unutma.
—Neden ama bizde şu anda burada paramparça yatıyor olabilirdik!
—Bilmiyorum, bilsem de bunun cevabı öyle kolaylıkla verilemez. Boş ver onu bunu işine bak.
Botlarımın ucundaki bir gelinciği koparıp ona uzattım. Az önceki cüretkâr hıncını bırakıp gülümsedi. Onunda hiçbir farkı yoktu diğerlerinden. Bir asker olacak kadar cesur görünse de bir kadın kadar duygusaldı. Belki kendisine uzattığım gelinciği alıp, çiğneyip suratıma tükürse daha da saygınlaşırdı gözümde. Bana bir sigara vermesini emrettim. Askeri kantinlerde satılan üçüncü sınıf, adi tütün ve sigara kâğıdından ziyade kitaplardaki kalın kâğıtları andıran kâğıtlardan mürekkep berbat sigaralardandı. Ciğerlerim dumanla dolarken bir başka gelinciği aldım ve çiğneyip uçsuz bucaksız ceset tarlasına doğru tükürdüm. Bir tümseğe oturup sigaramı tüttürürken çavuş önündeki bir şeye merak ve şaşkınlıkla bakıyordu.
İnsan: Kendini gereğinden fazla ciddiye alan bir şekilsiz doğaparçası sonuçta. ✪