konuk oyuncu: Necif
konuk sınıf: 1-İ (Bir sınıf Uyanırken)
konu: Arabam Necif’te, ben onu bekler, olmadı buraya kıvrılırım.
Ben almıyım Necif, bu saatte kahve uykumu kaçırıyor. Ama Haldun’u bilemem.
O da içmeyecek. Zırnık yok ona.
İnsanların bana tavırları. Ne bileyim. Belki bir daha beni görmeyecekler ama. Elimde sanki mutluluklar yağlı yağlı boyuyor, tinerim yok, inceltemiyorum. Sanırım sıra trajedilerde. Ben de bir viski alırım Necif’im.
Haldun kardeşim. Burası normal, çanak antenli bir aile evi. Uzun uzun konuşmuyoruz biz, devrilmiş cümleler hele, hiç. Hiç! Trajedi? En son hangi deyyus kullanmıştır kimbilir. Ama biz. Yok bizde öyle şeyler. Hele hele. Hiç. Barış beyin hatrına, yoksa biz, seni, yani hiç hiç hiç.
Deyyus ha… Dikkat ettim de, arkadaki çarşaf yığını da tencerelerin di mi seni köfthor, köftohor, köftühor. Tam söylenemiyor bu, neyse, modernleşme kisvesi altında bıyığını görüyorum Necif yoldaş. Demek ardına üç tane kadın almış, bize gelince zırnık vermem diyorsun. Sana seslenirim. Sizde suç yok. Bizler sizi eğitemedik, serbest bırakamadık. Ne yapacağımızı bilemedik. Bireysel çabalarım nereye kadar işe yarar bilmiyorum ama… Ben de bu karanlığı deşmek isteyen diğer aydın arkadaşlarım gibi, bir keresinde, Barış abi de hatırlar…
Biliyoruz biliyoruz anlatma…
Öyle mi neden acaba?
Öyle mi neden acaba?!!
Ben de başkalarının yanında taklitten ve kinayeden hiç hoşlanmam Necif bey. Bey diyorum, çünkü ölümün gözünde bey, kapıcı yoktur. Tanışmadık sizinle doğru düzgün. Düşünemedim el sıkışmayı. Sizin gibiler pek sever el sıkışmayı. Hatta ayaklarınıza kapanayım isterseniz ama istemezsiniz çünkü sınıfınızın onurunu kötü örneklerinden öğrendiniz. Bu aralar neredeyse amerikayı çözüyorum. O zaman daha iyi anlaşacağız sizinle bay… Ben de bir viski içerim. Haldun ben. Necif’ti değil mi?
Haldun, Necif’ciğim seni fazlasıyla tanıyor. İşte o beraber çalıştığımız fabrika için bir Kullanma Klavuzu çevirmiştin Almanca’dan, üç yüz tane falan basmıştık. İşte bizim Necif’imiz de, fabrikanın tam bir buçuk senelik değerli bir emekçisiydi. Haldun’cuğum, burası eski emektarımız, sadık dostumuz o Necif’imizin kapıcı dairesi. Saat de sabaha karşı dört yirmidört. Bizim ofisi de evi de dün dağıttılar biliyorsun. Gecenin bir yarısı beni avukatına arattırıp resmi bir toplantı talep ettiğin için şu anda bu talihsiz üçlü buradayız.
Her yazarın hayatında karakteri, editörü ve okuyucusuyla kesiştiği bir an vardır. O da olmuştur.
Ama Necif bey, sıradan bir okuyucu değil, birliktendi.
Ha, O Necif… Sizde mi? Böyle tedbil kıyafet görünce, şu olmayan şair. “Nobel’i törene gidip kürsüden değil, mektupla reddedecek yazarlardanım.” dizesi beni çok etkilemişti.
Hayır Haldun’cuğum, onu sen yazmıştın, ancak yer darlığından varlık dergisi basamamıştı. Bu Necif, biz “işi kitabından öğren” birlikçilerindendi. İşlerini senin çevirdiğin klavuzlardan öğrenmişlerdi. Canlarımız. Sağolun. Canlarım. Gözlerimsiniz. Yüreğiniz sağolsun.
Bu taraf eğlenceli gitmiyor. Sana sorayım Necif Bey, eee?
Eeesi ne, senin yazdıklarınla yaktık fabrikayı bizim birlik.
…
…
…
Dilini çıkarıp götünü de salla bari NECİF. Biraz yaşadığın sıkıntılarının içinde mağrur ol, güçlü ol. Erdemli bir sınıfın, Bodrum katında, sınıfsızlığı için mücadele edecek tek sınıfın bir ferdisin sen. Ne işin var hem senin madem burda, git iş ara. Dikkat et. İşsiz birini, hiçbir aklı başında kamyon şöförünü ıskalamaz. Şu turuncu şeylerden giyin.
Hadi sen bakma bu oğlana, çık Necif Bey, bahçede biraz oyalan.
Bazen ay falan dolanıyor biliyor musun Bey?
Estağfurullah beylik ancak güneş katında.
Bakalım öyle bir akşam mı ki hem bu akşam diyorum yani Bey?
Anlaşıldı, benim arabanın anahtarlarını al, çıkın dolaşın biraz.
Yengeleri de arkaya üçle.
Haldun, girmiyim araya diyorum olmuyor. Yoldaşlar, yangından Necif’imizin kurtardıkları son kalan birlik üyeleri. Yüzleri yandığı için, saçları uzayana kadar şimdilik böyle çarşaf, havlu gibi tekstil ürünlerinin yardımıyla yaşayacaklar… Birliği tekrar kurana kadar. İşte onlar da ne yapsın, bu arda kaçı erkek kaçı değil tespitten sonra üreyecekler mecburen. Hem. Bizden davacı da olmadı. Pekala, biz burada okuduklarımızı aynen yaptık ve fabrikayı ateşe verdikten, sonra aynen yazıldığı gibi “Yapmadık biz yapmadık, Allah Allah kim yaptı? Valla gören duyan yok, inanır mısın sanki bu şeytanın işi diye bağırarak bahçeye koşmadık.” diyebilirlerdi. Ama onlar ne dedi; “Biz doğru anlayamadık klavuzu, aslında her şey gayet güzel anlatılmıştı.” dedi.
Tamam işte, alan razı veren razı. Bana bu garez niye?
Hayata yeniden tutunan bu dörtlü, “Yeniden başlayalım” diye ayaklanarak yeniden başladılar. Eski bir kiliseyi altı ay onarma karşılığı, orada bir açılış yaptılar. Senin de imza günündü. Gelmediğin için gerisini hatırlamıyorum. Ama bir süre sonra birlik üyeleri özgüvenlerini yavaş yavaş ve sinirli bir biçimde yitirmeye başladıklarından yeniden bitirelim diye ikinci bir örgüt kurarak kendilerini bu eve hapsettiler.
…
…
…
Ben onu demiyorum, ben diyorum ki, sen versen de ben zaten içmem. Burama kadar doluyum. Yeni içtim. Ne bulursam içtim. Dünyayı dibinden içtim.
…
…
…
Seni dinliyorum Haldun.
Ne zaman?
Şimdi.
Şimdi ama ne zaman konuşsam bakalım dinleyecek misin beni?
Uygun bir yerde olursa dinlerim tabii.
İşte bundan emin olamıyorum.
Uygun bir yer bulduktan sonra yine dinlerim. Emin olana kadar dinlerim.
Herkes senin benim gibi mi bakalım.
Nasıl laf o öyle, herkes senin benim gibi işte. Biriz.
Sait Faik, unutulmaktan ne kadar korkarmış biliyorsun, unutulacaktır da belki, ama düşündüğünden uzun süredir de hatırlanıyor. Ben misal, doğdum doğalı Sait Faik var. Birileri doğdu doğalı ben de varım. Ama insanlar hain, hafızasız, İsa gibi ipte görmek istiyorlar bütün iyi insanları. Hadi İsa neyse, ama ya Sait Faik, neticede annesinin karnından doğmuş, sınırlı bir dünya içinde yaşamış, bir tek bisiklete benden daha iyi binebiliyor. Ama neticede aynı coğrafyanın insanıyız, ben bütün yaz Burgaz adadaydım. Hak mı bu?
İp durum içinde hiç yok. İkisiyle de hiç tanışmadım ancak, “insan gibi insan” demişler merhumun arkasından.
Kesin Sait’in arkasındandır.
Herhalde.
Ah bu canlarım… Nasıl da öyle hain olabiliyor kuzu gecenin köründe, nasıl da bir kurt gibi… Arkamızdan bize neler yapıyorlar arkadaşlarım, ama yine de sevelim o halkı.
Alma günahlarını, kimse kimseyi ellemiyor Haldun.
Ha, ellemediler de, İsa ve Sait de öylesine öldüler yani. Bu yanılgılar içinde seni görmek beni parçalıyor.
İsa, Sait, Aldun. Bir çağrışım mı sezgi miydi bu…? Boşver bu cenaze laflarını falan, içim sıkıldı. Kitabın adını mı buldun yoksa?
Benim cenazemde kimse olmayacak. Bir taş gibi, sessiz yalnız çukuruma devrileceğim.
Bu uzun olur.
Bu ahvali halim.
Hep tökezliyorsun, kullanma şu eski cümleleri yalan yanlış.
Ben hala eski kalem bir yazarım.
Değilsin. Daha bir şey yazmadın. Soruna gelince, neredeyse kişi başına en az bir imam düşüyor ülkemizde. Birden de fazla ölsen, hep bir imamın var. Olacak. Onlar başına kaç ölü düşüyordur kimbilir ama böyle söylemek doğru olmadığından kullanılmayan bir ölçü birimi. Beni de kendin gibi içsesli yaptın ya Haldun, aşkolsun sana. Sonra, canım yazarımın cenazesine, ben öldüm mü, ben de gelirim, çiçek falan bekleme öyle süslü, ama belki yoldan sana düşen yaprakları getiririm… Necif bey de katılmak ister mutlaka.
Necif Beymiş. Onunkine beraber gitmeyeceğimiz ne malum? Beylik, paşalık, dünyayı bunlar zaptediyor, benim gibi bir Köroğlu ne yapsın! İmamı düş. Yakılmak istiyorum.
O zaman, Necif beyler gelmezler hehalde. Tam prosedürü bilemiyorum şimdi, ama araştırır öğreniriz. Kimler katılabiliyor, kimler saklayabiliyor. Bir liste yaparız.
Ne listesi. Boş o sayfa, boş. Kimse olmayacak. Sanki damarımda daha öncede kan akmamış kadar doğal olacak her şey. Ne çabuk alışacaklar sopuk toprak altındaki bedenime..
…
…
…
Sopuk Toprak, bu bu arada kitabımın ismi.
Yine şiire döndüm deme.
Ölürüm daha iyi. Bu, ziraat çalışanları hakkında bir fotoroman. Toprak… Ölümün üzerindeki tehlike.
Hangi tehlike?
Deprem olsa önce onlar çatlaklara sıkışacak. Ya ben, ben? Ya toprağın altında korkarsam?
Bu konuyu konuşmuştuk. Sen önce ölürsen yedi tane yüzlük ampul taktırıyorum mezarına, güneş enerjisiyle çalışan bir radyo koyuyorum, toprağına cebindeki tohumlardan atıyorum arada sulayıp budayıp, ekinlerini toplayıp, kurutup sarıp, yakıp sana bırakıyorum. Açıp içirsem daha makbul ama bu nasıl öldüğüne bağlı. Ve kesinlikle gül suyu istemiyorsun.
Harika, sen de… En geç on beş gün içinde annene haber verilmesini istiyorsun.
On… Haldun, Haldun. Eski ahbabız biz. Nedir bu ahiret rüyaları? Nedir kafanı asıl kurcalayan? Saat sabahın dördü Haldun?
İkinci kitabım ya birincisi kadar tutmayınca ne olacak, o zaman dünyanın en aşağılık dinini yaratmışım gibi, bir tükürükte boğmayacak mı beni bu halk?
Haldun, daha birinci kitabını da yazamadın ki, dört ay geçti, bir elimiz götümüzde dolanıyoruz kimse yorulmasın diye, her ay, Çetinkayalar’dan benim kredi kartımdan bir atkı alıyorsun. Çoraptı bereydi derken hal kalmadı. İnsan her ay da cüzdan mı değiştirir. İçinde de Oğuz Atay’ın falan resimlerini dolduruyorsun. İcra gelmese o faturaları da bulamayacağım üstelik.
Senin oğlan bu sefer enayilik etmese de Amiga 64’ünü saklasa bari.
Kıçına mı soksun çocuk Haldun, tepesine alıp koşsun mu, daha üç buçuk yaşında çocuk.
Bilemem. Ne de olsa kirvesinden geldi.
Hala o mesele mi, sen gelemediğin için kuzenimi kirve yaptık. Oyalama beni. Daha Eminönü’nden çamaşır asacağıyla ütü tahtası alıcam Haldun, lütfen. Nedir mesele? Para mı lazım?
Ben sana, üzerimi bir mezarla örtecekler, gelin desen değilim, şehit desen hiç mümkün değil, ve ben hiç olmamışım gibi devam edecek insanlar yaşamlarına diyorum. Sen para diyorsun. Para beni tarihe yazabilir mi, ya düşüncelerimi, ya beynimi? Varlığımı? Kağıdı, kalemi tarihe kendinle gömebilir misin?
Sedafi bey, sana daktilonu getirdi mi?
Evet, ama F Klavye istemiştim.
Sen, F Klavye yazamıyorsun ki Haldun.
Ama kahramanım yazabiliyor… Ama artık hiçbir şey yazmaz o da, herkes memnun olur.
…
…
Ya ıslık, senin kadar iyi çalabiliyor mu?
Bilmem, hiç çaldırmadım.
Denemelisin. Ve elli sayfalık bir şarkı çaldığında bana gel. Al şu çeyrekliği.
Çeyrekliği mi, hangi ülkede yaşıyoruz, yok olmak hiç istemiyorum. Herkes, beni hatırlasın istiyorum…
…
…
Senin şu tarihçi arkadaşların, hani ansiklopedi hazırlıyorlar ya.
Fazlasıyla akademik bir çevreden geldiğimi biliyorsun Haldun. Bizim hazırlıktakileri mi diyorsun?
Evet, beni aradan sokabilirler mi acaba kitaba?
Aradan?… Altında ne yazacak?
Şu kapının arkasına yazdım.
Ofisin kapısının mı?
Evet, meşenin işte.
Neden yaptın bunu?
Neden değil, ne ile olacaktı cevap. Tebeşirle. Telefonda konuşurken okuman kolay olsun diye.
Kağıttan da okuyabiliyorum.
Ama ona tebeşirle yazmak zor, hem o zaman haberlerin taşıdığı ciddiyetten uzak olacaktın.
Ne yazıyor burada?
Kitaplarımın listesi.
Daha bunların hiçbirini yazmadın ki.
İyi ya, yazdıkça çizik atarım.
Ya altında yazanlar, kim bu Josh Halk Oxford Universitesi Türk Yazarlarını Eleştirme Bölümü Asistanı? Sen mi çevirdin?
“Özellikle yarattığı atmosferlerdeki gerçekçilik duvarını döndürerek yanlamasına kullanan ve kurgularında parça pincik edilmiş bir yılanın hırçın öfkesini bölümlerine taşıyan Aldun…” H’yi unutmuşsun.
Bir yazar, yazmadığı hiçbir şeyi unutmamıştır, sadece koşullar onu yazmak için uygun değildir.
Hangi koşullar?
A’nın her kitapta, H’den önce gelmesi gibi. Eee, ne diyorsun?
Bence ileride bunları görüp utanabilirsin.
…
…
O zaman sildiremiyor muyuz ?
Maalesef, ansiklopedilerden hiçbir şey silinemez, bunu biliyor olmalısın.
O zaman ben… Başka şeylerle uğraşıyım. Lig başlıyor, gerçi kablolu tv’yi kestiler ama, belki bir yerden sinyal minyal gelir.
Dün ödemiştim onu, açmaları gerekiyor.
Açmışlardır o zaman. Bende izleyelim mi?.
Televizyonunu dün sattığını biliyorum Haldun.
Sendekini de götürdü tabii şerefsizler.
Sorma,
Neden oluyor bunlar?
Kredi kartı borcundan.
Eve gidip biraz kendimi tüketmeliyim. Sen?
Arabam Necif’te, ben onu bekler, olmadı, buraya kıvrılırım. ✪