Ölü Komşular: Jim Jarmusch ile George A. Romero hakkında

Jim Jarmsuch, Romero'nun çalışmalarının etkisi ve Yaşayan Ölülerin Gecesi'nin filmine nasıl analık yaptığını anlatıyor.
Ekim '20

Yarım yüzyıl önce George A. Romero’nun Night of the Living Dead (Yaşayan Ölülerin Gecesi) adlı gece yarısı filmi, bildiğimiz zombi türünü icat etti ve Amerikan bağımsız film yapımcılığını kendi kafasına çevirdi. Küçük bir ekiple ultra düşük bir bütçeyle yapılmış, Pennsylvania’daki bir çiftlik evinde saklanmak zorunda kalan bir grup yabancının dışarıdan gelen aç gözlü gulyabanilerin tüyler ürpertici hikayesini anlatıyor. 1968 ‘deki galasından birkaç yıl sonra Romero’ya filmi çekerken karşılaştığı sorunlar röportajda soruldu. Cevabı şuydu: “Öncelikle, bir korku filmi çektiğimizi unutmak için. Kar fırtınasından endişelenmiş gibi görünmelerini istedim.” Bu, merhum yönetmenin tekil yaklaşımı ve en gerçekçi olmayan durumları bile yaşanmış deneyimlerle nasıl aşıladığı hakkında fikir veren, kayıtsız şartsız ortaya çıkan bir cevap.

Bu aynı zamanda, The Dead Don’t Die adlı yeni filmi zombi filmine kendine özgü dönüşünü yapan Romero Jim Jarmusch’a saygılarını sunmak için en son yönetmenin ahlak kurallarını da akla getiren bir hal. Başrollerinde Bill Murray, Adam Driver, Tilda Swinton ve Chloë Sevigny ile Iggy Pop, Eszter Balint, Steve Buscemi, Rosie Perez ve Tom Waits gibi eski işbirlikçiler yer alan bu komedi, yerel bir mezarlıkta yaşayanlar mezardan çıkmaya başladığında sessiz sokakları paramparça olan küçük bir kasabaya odaklanıyor. Jarmusch bu yaratıklara komik bir şekilde yaklaşıyor. Romero’nun filmlerinde olduğu gibi onlar canavarlardan çok “ölü komşular”.

Jim Jarmsuch, Romero’nun çalışmalarının etkisi ve Yaşayan Ölülerin Gecesi’nin filmine nasıl analık yaptığını anlatıyor.

Romero’nun eserleriyle ilk ne zaman karşılaştınız? Geçmişte bahsettiğini duymamıştım ama belli ki bu yeni filmde büyük bir etkisi olmuş.

Yetmişli yılların başında Yaşayan Ölülerin Gecesi’ni izledim – çıktığında değil, ama kısa bir süre sonra. Sonra bir kült film haline geldi ve birkaç kez daha izledim, bu da beni Ölülerin Şafağı’na ve Ölülerin Günü’ne ve nihayetinde Romero’nun Martin ve Çılgınlar gibi diğer filmlerine götürdü. Ama benim için zombi filmlerindeki en kalıcı izlenimler Yaşayan Ölülerin Gecesi ve Ölülerin Şafağı’ndan.

Ben bir film hımbılıyım, ama korku türünün özellikle hayranı değilim, bu yüzden şimdiye kadar ne kendi filmlerimde ne de sadece filmlerden konuşurken Romero’dan pek bahsetmedim. Ama elbette büyük bir hayranıyım. Genelde Melville, Tarkovsky ya da Sam Fuller gibi diğer film yapımcılarından bahsediyorum ama türleri seviyorum çünkü insanların onları kullanarak ne yaptıklarını görmek güzel bence. Resim çerçeveleri gibiler; kendi olayınızı içeride boyayabilirsiniz.

Birkaç tür filmde gidip geldim. Dead Man ile siyah – beyaz bir saykodelik western yaptım; Ghost Dog samuray ve kiralık katil türlerini yıkıyor; The Limits of Control ile çok soyut bir kiralık katil filmi yaptım; Only Lovers Left Alive bir vampir filmi olarak gizlenmiş bir aşk hikayesi; ve şimdi bir zombi filmi yaptım. Sırada ne var bilmiyorum, ama bir savaş filmi yapmak istemiyorum – Sam Fuller’ı ne kadar sevsem de, bunu yapacağımı sanmıyorum.

Romero’ya postmodern zombi ustası diyorum. Zombiler onun sayesinde bir tür modern mitoloji haline geldi.

Sizi Yaşayan Ölüler Gecesi’nin çerçevesine çeken neydi?

İçinde bulabileceğin katmanları seviyorum. Zombiler inanılmaz derecede açık bir metafordur, bu yüzden filmimiz birçok açıdan barizdir. Bu bir hiciv, abartılı ve bazı noktalarda saçma belki. Romero açıkça zombi metaforunu kullandı, ama sanırım filmi izleyince düşünebileceğinizden şekilde Yaşayan Ölülerin Gecesi’nde dokunmuş olan sosyal bilincin daha az farkındaydı ki bu da ilginç.

Night of the Living Dead filmimizin vaftiz annesi sayılır. The Dead Don’t Die bir yeniden çevrim değil, ama bir çeşit saygı ya da konuyu uzatma filmi. Bir film yapımcısı olarak, Romero çok düşük bir bütçenin kısıtlamalarını güçlü yönleri olarak kullandı. Filmde kaba saba oyunculuk, ucuz özel efektler var ve içindeki durumun tuhaflığının altını çizdiği için bir varlık haline gelen tarzında kasıtlı bir tuhaflığa sahiptir. Bu çok hoşuma gitti.

Biz de filmimizde bazı kısıtlamalar kullanmaya çalıştık, gece için gündüz çekim yapmak gibi, çünkü yazın, gecelerin kısa olduğu zamanlarda çekim yapıyorduk. Ayrıca tüm otomobil iç mekanlarımız için “Zavallı Adamın Süreci” dedikleri şeyi yapmak zorunda kaldık. Arabayı çekmeye ve hareket halindeki bir arabada oyuncularla çekim yapmaya gücümüz yetmiyordu, bu yüzden sadece ışık efektleriyle depo sahnesinde çalışıp sonradan arka plan ekledik.

Zombiler hep ilgini çekmiş miydi?

Zombiler benim favorim değil – vampirleri tercih ederim – ama ekrandaki zombilerin tarihinden gayet haberdarım ve White Zombie/Beyaz Zombi gibi ilk dönem zombi filmleri, ille de mevta olmayan insanların daha sonra onları zombileştiren ve kontrol eden başka birinin gücüne verildiği bir tür voodoo fikriyle ilgili olan. Sonra Romero… hepsini bir kenara attı, bu yüzden ona postmodern zombi ustası diyorum. Zombiler onun sayesinde bir tür modern mitoloji haline geldi. Akademik görünmek istemem ama Yaşayan Ölüler Gecesi’nde rasyonalizm askıya alındı. Zombiler her türlü kimlik ve anlamdan uzaklaşıyor. Godzilla ya da Frankenstein gibi sosyal yapının dışından gelen canavarlar değiller, bu kırık sosyal yapının kalıntılarıdır. Onlar içeriden geliyorlar, onlar biziz. Canavar olmalarının yanı sıra, onlar da kurban, çünkü yeniden canlandırılmayı istemediler.

Romero’nun yaptıkları benim için karmaşık ve şaşırtıcı. Zombileri yavaş hareket eden ve yaşayan ölü olarak düşünme şeklimiz onun sayesinde. Filmimizde, meta fetişizmini ve kapitalizmin sonsuz tüketim hedefinin çıkmaz ucunu çok güzel bir şekilde yansıtıyoruz.

“Palmetto Yeşili”

Romero, çağdaş toplumun durumunu yakından görmek için bahsettiğiniz metaforu kullanma konusunda ne öğretti?

Night of the Living Dead gibi, bizim film de toplumu yansıtıyor, gerçi benim gerçek hislerim Amerika’daki insanların herhangi bir vizyonuna sahip olmama karşı. En büyük endişem ekolojik kriz ve bunu inkar edişimiz – insanlar bunu bir filmde kullandığınız için bile üzülüyor. Benim için çok korkutucu. Empati, güzelliğin hayatta kalması ve hayatın gizemi taraftarıyım. Bölücü bir film yapmaya çalışmıyorum, ama yansıtıcı denebilir, kesinlikle Romero’nun filmleri gibi.

Ölülerin Şafağı’ndan, zombilerin bir zamanlar yaşadıkları yerlere ya da bir zamanlar kullandıkları nesnelere çekildikleri bir anıya sahip oldukları fikrini aldık. Ayrıca, kadın kahramanın ikincil rolünü reddetmesi de ilginç. Ölüler Günü’nde bile filmdeki en güçlü karakter olan bir kadın bilim adamı var. Ve tabii ki Yaşayan Ölülerin Gecesi’nde tek mantıklı kişi siyah karakterdir ve Amerika’daki ırkçılık tarafından dışlanır. İronik ve trajik son ise hayatta kalan son kişi olmasına rağmen musallat olup geldiğini düşünen otorite tarafından öldürülmesidir.

Anlatıda Romero’ya yapılan bariz atıflar dışında, filmlerinin The Dead Don’t Die filmini görsel veya biçimsel olarak nasıl etkiledi?

Her yerde Romero’ya atıfta bulunduk ve hatta genel yapım kuruluşumuza, Romero’nun parçası olduğu Image Ten’den sonra gelsin diye “Image Eleven” adını verdik. Romero’nun zombilerinin o kadar makyaj ve gardırop karıştırıp süslenmesinden ilham aldım. Bazen sadece nasıl hareket ettiklerinden etkilendim çünkü hepsi farklı hareket ediyordu. Bu daha önce gördüğümüz klasik kolları önde size doğru tekinsizce ilerleyen zombiler değil. Ayrıca, Romero’nun zombilerinin giysileri yaşarken ne yaptıklarına tam oturan sıradan kıyafetlerden ibarettir – bu yüzden onu da kullandık.

Yaşayan Ölülerin Gecesi’ne benzer biçimde bulabildiğimiz tek sentetik tepeli 68 model Pontiac LeMans otomobil beyazdı. Yine de satın aldık ve sonra Jeff Butcher Yaşayan Ölülerin Gecesi’ndeki arabanın orijinal renginin ne olduğuna bakıp tam olarak o renge boyadı, “Palmetto Yeşili.” Romero’nun filmi siyah beyaz olmasına rağmen Jeff aynı renkte olması gerektiğinde ısrar etti. Bunu yapmasına bayıldım. Siyah beyaz fotoğraflarını çekip baktım, tıpatıp aynı görünüyordu.

80’lerin başında Romero’yla yapılan bir röportajda onu korkutan bir şey olup olmadığı sorulmuştu. En büyük korkusu doğaüstü bir şey değil, atom bombası ve rastgele şiddet eylemleriydi. Sizi korkutuyor?

Dürüst olmak gerekirse, beni korkutan şey doğanın insanlık tarihinde görülmemiş oranlarda gerilemesi ve insanların sadece hangi ayakkabıyı alacağını düşünmesi. Bu beni çok korkutuyor. ✪

Önceki

Miller için İlahi

Sonraki

Beni Tekrar Öldür: Ennio Morricone ve geleceğin müziği