Ortadoğu’nun tam ortası değilse de, en karışık yerindeydiler; kutsal toprakların yakınında, ancak pek de kutsal olmayan şeylerin yaşandığı bir dönemde…
Adam bir fabrikada çalışır, her gün erkenden mızıldanarak uyanır, kahvaltısını etmeden evden çıkardı. Şehrin metalik kokulu havasını içine çeker çekmez sigarasını çıkarıp alelacele yakar, dumanını göğe doğru üflerken fabrikada boşalan şef kadrosuna alındığını hayal ederdi. Eve eli kolu dolu bir şekilde gururla geldiği, terfisinin müjdesini verdiği bir akşamı… O akşam şehir çiçek kokulu olacaktı. Güneşin gitmeye nazlanacağı bir bahar akşamı belki. Karısının beğendiği bluzu mağazadan alıp hediye paketi yaptıracak, oğluna da çok sevdiği çikolatalı pastadan alacaktı. Her sabah bu hayali kurar, sigarası parmaklarını yakmaya başladığında can acısıyla hâlâ işçi olduğu dünyaya geri döner ve ciğerlerini acıtan metal kokulu havayı soluyup kaçırmak üzere olduğu otobüsün peşinden koşmaya başlardı.
[sws_pullquote_right] İkindi sonrası açılan kapıdan gelen yemek kokuları ve kadının oğluna seslenişi ile kendine gelirdi çoğunlukla. [/sws_pullquote_right]
Kadının tek lüksü, küçük haşarı oğlu yatağına gelip zıplayana kadar uyumaktı. Oğluna söylenerek yataktan kalkar, üzerine soluk elbisesini geçirir, kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa yönelirdi. Akşamdan kalan bayat ekmeği ısıtmak üzere tavaya koyup; peynir ve zeytini çıkarırdı. Bir de bahçedeki vişne ağacının meyvesinden yaptığı reçeli. Bazen yumurta da olurdu. Masayı kurarken ayağına dolaşan kediye bağırır, kurtulamayacağını anlayınca önceki akşamdan kalan yemeğin suyu ile ıslattığı birkaç parça ekmeği önüne atardı. Ablası gibi apartmandaki bir dairede oturduğunu hayal ederdi. Şehri tepeden gördüğü bir evde yaşamayı… Komşularını çaya çağırıp donatılmış bir sofrada keyifle servis yapan kibar bir ev sahibesi olduğu günleri… Çoğunlukla yanık ekmek kokusuyla kendine gelip dalgınlığına öfkelenir ve gürültülü bir biçimde arabasıyla oynayan oğlunu, haykırarak masaya çağırırdı.
Çocuk kahvaltıda annesinin zoruyla birkaç lokmayı ağzına atar, sağa sola çevirip gönülsüzce çiğnedikten sonra burnuna dayatılan sıcak çaydan bir yudum alır ve yandığını söyleyip bağırırdı. Annesini dikkatle gözler, o fark etmeden tabağındaki peynir parçalarını masanın altında bekleyen kediye atardı. Sonunda annesini çıldırtıp bahçenin kapısını açtırır ve oyuncak arabasını aldığı gibi dışarı fırlardı. Arabasını bahçede, toz- toprak içinde keyifle sürer, başını vişne ağacının dallarından görünen gökyüzüne çevirdiğinde büyüdüğü zamanı düşlerdi. Bir gün büyüyüp gerçek arabasıyla asfalt yollarda özgürce hız yapacağı güzel günleri… O zaman annesini yanına almayacaktı ki, başında bir karışanı olmasın. Parklara gidip çılgınca eğlenecek, istediği kadar şeker, çikolata ve çikolatalı pasta yiyecekti. Genellikle bu hayalinden kedinin acı çığlığı ile uyanır, hayvanın kuyruğu üzerinde arabasını sürdüğünü fark ederdi.
Kedi bahçedeki çalının köşesine çömelip miskin bir biçimde etrafı gözlerdi sabahtan akşama dek. Uzun gösterişli kuyruğu dışarıda kalırdı her seferinde. Buna rağmen düşmanca bakan sokak kedileri ve başıboş köpeklerden korunmak için iyi bir yerdi burası kendince. Karşı komşunun taklacı güvercinlerine sinir olur, vişne ağacının dallarına konduklarında heyecanlanırdı. Bir keresinde tam üzerlerine atlayacakken içerden bahçeyi gözleyen kadın durumu fark etmiş ve başına terlik fırlatıp kendisini bir daha eve almamakla tehdit etmişti. Ev de ev olsa bari diye düşünürdü bazen. Sokakta olsa daha lezzetli bir şeyler bulup yiyebileceğini… Ancak yaşı ilerlediği, eski çevikliğini yitirdiği için tekrar sokağa dönmeyi de göze alamazdı. Sık sık taklacı güvercinleri yakaladığını hayal ederdi. Eski, gençlik günlerindeki gibi bir çırpıda üzerlerine atlayıp nefeslerini kestiğini… İkindi sonrası açılan kapıdan gelen yemek kokuları ve kadının oğluna seslenişi ile kendine gelirdi çoğunlukla. Akşam yemeği vakti payına düşenleri kapmak için içeri, çocuğun sandalyesinin altına doğru koşardı.
Çocuk sızlanmanın kâr etmeyeceğini anlayıp arabasını bahçede gönülsüzce bırakır ve akşam yemeğini yemek üzere suratını asıp içeri girerdi.
[sws_pullquote_right]Kadının tek lüksü, küçük haşarı oğlu yatağına gelip zıplayana kadar uyumaktı. [/sws_pullquote_right]
Oyuncak araba en çok akşamın bu saatlerini severdi. Akşama kadar haşince oradan oraya sürülmüş, çocuğun motor sesi niyetine çıkardığı gürültüyle hayli yorulmuş olduğu için bu sessizlik saatlerini sabırsızlıkla beklerdi. Günün geceye kavuştuğu vakitlerde, kuşların usul cıvıltılarından başka bir şeyin duyulmadığı zamanlar olurdu bu karışık topraklarda bile. İşte o sessiz vakitlerde araba hiç çıkmadığı yolları, hiç görmediği yerleri düşlerdi. Nasıl olacağını bir türlü tasarlayamaz ama dünyayı dolaşacağı bir zamanı hayal ederdi. O akşam da yine böyle bir vakit bu tip düşlere dalmıştı ki şiddetli bir patlama sesi duyuldu. Toz- duman içinde havada uçan şeylerden birinin hızla üzerine geldiğini gördü ve o anda kendini kaybetti.
Evden dumanlar yükselirken, adam, kadın, çocuk ve kedinin hayalleri bu kara dumanlarla birlikte göğe karıştı.
Pek şaşıran olmadı. Ortadoğu’nun tam ortası değilse de en karışık yerindeydiler; kutsal toprakların yakınında, ancak pek de kutsal olmayan şeylerin yaşandığı bir dönemde…
Araba kendine geldiğinde patlamanın etkisiyle sağ ön tarafının ve bir tekerleğinin olmadığını fark etti. Sonra bir şekilde bir sanatçının eline geçti. Savaşta hayatlarını kaybeden çocukların oyuncaklarının arasına konuldu ve bir sergi nesnesi olarak dünyayı dolaşmaya başladı.
Hayallerini gerçekleştirdiğini sananlar olabilir. Ancak o, kendisine hüzünle, acıyarak bakan gözlerden, hikâyesini hiç bilmeyen ve öğrenemeyecek olan bu insanlardan hiç hoşnut kalmadı. Hayallerinin bu yolla gerçekleşmesine derinden içerledi.
Eski hayatını, kendisini çılgınca süren haşarı çocuğu, ailesini, kuş seslerinin duyulduğu birkaç huzurlu akşamı, havası çoğunlukla metal kokan o hüzünlü şehri ve vişne ağacını delicesine özlemeye başladı. Zamanın geri döndürüleceğini bilse kalan üç tekerleğini vermeye razıydı. Ama zaman geri dönmezdi.
Ve vişne ağacı bir daha hiç meyve vermedi…
✪