Daha ekim başı olmasına rağmen, rüzgâr acı bir ıslık çalmaya başlamıştı bile…
“Gece ayazı başlamış” diyerek keyifsizce üniformasının yakalarını kaldırdı mahallenin bekçisi Beşir.
Gece en koyu giysilerini giymiş, etrafı derin bir sessizlik kaplamıştı. Sadece arada bir uzaklardan uluyan köpeklerin sesi işitilmekteydi… Başını içine çekti, derin bir ürperti hissetti. Bu ürperiş ayazdan mı, yoksa günlerdir mahallelinin dilinde dolaşan uğursuz gölge yüzünden mi karar veremedi…
Canı iyiden iyiye sıkılmaya başlamıştı. Bir hayaletin dolaştığı söylentisi bütün mahalleyi sardığından beri… İnsanlar ileri geri konuşuyor, gece evlerinden çıkamadıklarından yakınıyor; korkuyu tüm mahalleye ağır bir tütsü gibi yayıyorlardı. İçerliyordu Beşir. Kendisini suçladıklarını açıkça hissediyordu. Yıllardır bekçiliğini yaptığı, çok sevdiği ve sevildiği mahalledeki tüm itibarı uğursuz, asılsız bir gölge yüzünden yerle bir olmuştu. İçi sızladı. Kahvenin önünden geçerken zorla masalarına oturtturan, bir kahve ikram etmeden kalkmasına izin vermeyen insanlar şimdi o geçerken yüzüne bile bakmıyor; bir selamı bile çok görüyorlardı.
Günlerdir canını yakan sağ bacağını yerde sürüyerek sokakları adımlamaya devam etti. Tüm ömrünü nasıl bu mesleğe adadığını düşündü. Halbûki o, bir türkücü olmayı istemişti çocukluğundan beri. Olamamıştı ama… Dede mesleği olan bekçiliği seçmişti mecburen.
Kolay mıydı bu iş? Herkes sıcacık yatağında uyurken sokakları arşınlamak… Hiç kolay değildi. Gecenin en koyu vakitlerinde, uykuya dalan insanların bütün düşünceleri gelir onun zihnine üşüşürdü sanki. Kafasının içinde dolaşan bir sürü sahipsiz ses… Sessizliğin içinde olmadık düşünceler dolanırdı kafasında. Bunları uzaklaştırmak için bir türkü tutturmak isterdi çoğunlukla. Neşeli ise bir Trakya türküsü! Ya da hüzünlü ise bir uzun hava ama ne mümkün? Bağıra çağıra söylemek istediği türküler içinde yankılanır, bağrını tarifsiz bir acı ile yakardı. Kışın ayazda, uzun geceler boyu içine işlerdi soğuk. Ya korku? Hangi köşe başından ne tür bir uğursuz çıkacağı belli mi? Her zaman tetikte olmak kolay mı? Çocukken karanlıktan korktuğunu anımsayıp gülümserdi bazen… Kaderin cilvesi ile karanlığın içinde çalışmak zorunda kalmıştı. Bunlara katlanmıştı da ne olmuştu sanki? Tüm emeği asılsız bir söylenti yüzünden yerle bir edilmiş, tüm yaptıkları birkaç gecede eriyip havaya karışmıştı. İçten içe öfkelenmeye başlamıştı Beşir.
Kulaklarını dikti! En küçük bir kıpırtıyı, en ufak bir sesi kaçırmamaya yemin etti! Bu gece, şu uğursuz gölgeyi hangi deliğe girerse girsin bulup çıkarmaya karar verdi. O sırada Peri Çıkmazı’na yaklaştığını fark etti. Burası, bu mahallenin en tekinsiz yeri idi. Mahallede sokakları arşınlarken, adım atmadık yer bırakmamaya özen gösterir ama buraya, Peri Çıkmazı’na gelince ortalığı şöyle uzaktan bir kolaçan edip hızla uzaklaşmaya gayret ederdi.
Çıkmazın sonuna doğru baktı. Karanlığın en koyu hali belirsiz bir sonsuzluğa karışıyor gibi görünüyordu. Yüreğinde bir sıkıntı, içinde tarifsiz bir telaş hissetti. Eli ile tabancasını yokladı. Yerinde duruyordu. Ancak, yine de oraya girmeye cesaret edemedi. Adımlarını sıklaştırıp bu can sıkıcı yerden uzaklaşırken, düdüğünü çalarsa rahatlayacağını hissetti. Cebinden çıkardığı düdüğü ağzına götürüp hızla üfledi. Derin bir sessizlik! Hatırladı… Düdüğü birkaç gün önce bozulmuş, o da yenisini almayı ihmal etmişti. İlk defa üşengeçliğine lanet etti! Şimdi şu düdüğü tüm mahalleyi inletircesine çalmayı ne çok isterdi…
Birkaç adım daha atmıştı ki sol yanından garip tıkırtılar işitti. Olduğu yerde donakaldı. Bahsedilen gölge hakkında anlatılan tüm korkunç hikâyeler zihninden bir korku filminin en can alıcı kareleri gibi hızla geçti. “Ya anlatılanlarda gerçeklik payı varsa?” diye düşünerek ürperdi. Kalbinin atışları hızlanmaya başladı. Hemen silahını çıkardı. İşe yarayıp yaramayacağı düşüncesinin tedirginliği ile… Eli, silahının tetiğinde iken dikkatle kıpırtının geldiği yöne doğru döndü. O sırada iki karaltı belirdi. Beşir titreyerek silahın tetiğindeki parmağını hareket ettirmek için hazırlandı. İki karaltı yaklaştıklarında, ay ışığının altında apaçık seçildiler. Mahallenin iki genci, kucaklarında içleri ıvır zıvır dolu birer teneke ile görünür oldular. Beşir’in silahını kendi üzerlerinde gören gençler ellerindeki tenekeleri yere fırlatıp koşmaya başladılar. Tenekeler ve onların içinden etrafa yayılanlar büyük bir gürültü çıkararak yokuş aşağı yuvarlanırken Beşir derin bir nefes aldı ve tetiğe basmadığı için şükretti.
– Serseriler! Ne işiniz var bu saatte sokakta ha? diyerek, öfkeyle bağırdı arkalarından.
Gençlerin topuk sesleri uzakta yok olurken iki evin penceresi açıldı. Önce meraklı Hatice Hanım bigudili kafasını uzattı sokağa; ardından maliye emeklisi Tahir Bey. Hatice Hanım bigudilerini düzelterek sokağa meraklı bir bakış fırlattı. Tahir Bey de gözlüklerini oynatarak çatık kaşları ile etrafı kontrol etti.
Beşir yüksek bir ses tonu ile:
– Endişeye mahal yok, her şey kontrol altında! diyerek meraklı izleyicileri yatıştırmaya çalıştı.
Hatice Hanım ile Tahir Bey birbirlerine selam vermeden ve Beşir’i de duymazdan gelerek içeri girdiler. Beşir öfkeyle:
– Siz birkaç dakika katlanamıyorsunuz ayaza ama biz tüm gece yiyoruz o soğuğu! diyerek söylendi.
O sırada bir kedi gecenin sessizliğini yırtan derin bir miyavlama sesi ile koşarak bir kuytuya saklandı. Beşir hayvanın arkasından “Bir de kedilere nankör derler; insandan nankörü var mı acaba?” diye söylenerek düşüncelere daldı tekrar kırgın bir ifadeyle… Yeniden yürümeye başladı.
Sokak lambasının altından geçerken üniformasının üzerindeki büyük lekeyi fark etti. Hem de bir değil, iki leke! Durup dikkatle baktı. Biri göğsünün üzerinde, diğeri ise sağ bacağında! Elini lekenin üzerinde gezdirdi. Kuruydu. Üniformasının o kısmını koyulaştıran bu leke ne zaman olmuştu acaba? Hatırlayamadı. Gece karanlığında çalışmanın iyi tarafları da var diye düşündü. Bu karanlıkta lekeyi kim görecek, görse de fark edemeyecekti zaten. Ayağını sürükleyerek yürümeye devam etti. Bacağında hiçbir iyileşme belirtisi yoktu. Her adım attığında canı yanıyordu. Yarın bir doktora görünmeye karar verdi. Tamam, doktora gitmeyi sevmiyordu ama bu iş de, ağrılı bir bacağı sürüyerek yapılamıyordu ki! Koşması gerekse ne yapacaktı? O sırada sabah ezanının sesini duydu. Bir gece daha bitmişti nihayet! O uğursuz gölgeyi yakalayamamıştı ama yine de şükretti. Hem, belki de gölge; korkak mahalle halkının uydurmasından başka bir şey değildi. Ayağını sürüyerek sokağın sonuna yöneldi. Birazdan yatağına kafasını koyup huzurla uyuyacağını düşününce mutlu oldu. Gözden kayboldu…
Güneşin ilk ışıkları mahallenin eski ahşap evlerini bir anne şefkati ile okşamaya başladığında Aysel Hanım penceresini açıp merakla etrafı izlemeye başladı. Hemen arkasından Hatice Hanım başını uzattı. Aysel Hanım meraklı komşusunu görünce heyecanla lafa girdi…
– Hatice abla kız, gece neler olmuş duydun mu?
Hatice Hanım esneyerek cevap verdi…
– Nasıl duymayayım kız, bütün mahalle inledi. O ne sesti öyle ya, meraktan bütün gece uyuyamadım…
– Bizim Eray ile arkadaşı dükkânın eşyalarını taşırken görmüşler!
– Neyi görmüşler kız? Doğru düzgün anlatsana!
– Bekçiyi be abla, Beşir’i! Böyle dimdik karşılarında duruyormuş…
– Deme kız? Vay vay! Ben de korkumdan vurulduğu yerden, o uğursuz çıkmazdan geçemiyorum valla! Ay niye musallat oldu mahalleye bilmiyorum ki?
– Öyle deme be abla! Çok iyi adamdı. Görüntüsü gözümün önünden gitmiyor bir türlü. Göğsünden, bacağından vurmuş şerefsizler; biz bulduğumuzda bir kan gölünün içinde tatlı bir uykuda gibi yatıyordu…
– Ay tamam neyse, “Allah rahmet eylesin” de; bizim ne suçumuz var? Kız içim daraldı; gel de bir kahve içelim.
– Yok abla, sağol; Hikmet’i yolcu edicem, belki öğleye doğru gelirim ama…
– İyi tamam, gel de iki lafın belini kıralım.
Aysel ve Hatice içeri girip pencerelerini kapattılar. Hayat her sabahki gibi akmaya başladı. Güneş şefkatli ışınlarını en kuytulara uzatmaya… Gün ilerlerken her yeri ışığa boyayacaktı… Peri Çıkmazı hariç! ✪