Toplu çıldırma

Tamam, vatandaşlarımızın kitap okumaya gereksinim duymayacak kadar çok şey bildiğini, üst düzey bir zeka ve insan ötesi bir algılayış, yorumlayış kabiliyetine sahip olduğunu hepimiz biliyoruz...

Haziran '09


1
23

Tamam, vatandaşlarımızın kitap okumaya gereksinim duymayacak kadar çok şey bildiğini, üst düzey bir zeka ve insan ötesi bir algılayış, yorumlayış kabiliyetine sahip olduğunu hepimiz biliyoruz…

Ama bir zahmet ansiklopediye mi bakarsınız, gugıl’dan mı ararsınız, şu William Wunt’un Almanya’da ilk psikoloji deneyhanesini hangi ihtiyaç için kurduğunu, psikolojinin bir bilim olarak doğduğu süreci bir inceleyin.

İlk görünen şeyin, psikolojinin azıtmış bir sosyopatlığın yok oluşa götürdüğü toplumun davranış kökenlerini incelemek olduğunu göreceksiniz. Yani bir bireyin psikolojik rahatsızlığında bireysel bazı hususiyetler görülür, ayrı; ama ya toplum mutlak bir cinnet sürecindeyse? Yani psikoloji toplumsal cinnetin köklerini, birey üzerinden hareket ederek çözmeye çalışan bir bilim olmuştur. Ablasının ırzına geçen ortaokul çocukları, annesinin başını kesip pencereden aşağı atan hayırlı evlat, komşusunun oğlunun kıçına bahçe demiri sokan zatı aliler…

Tamam, bizim tarihimizi öyle kurban olunası devrimler de şekillendirmedi, şiddetin, hatta sapıkça bir şiddetin Türk halkının ortak bilinçaltında işlene işlene bir gurur vesilesi haline getirildiğini biliyoruz. Sonuçta tarihçileri Kuyucu Murat hayranı, gazetecilerinin iyi okullardan mezun angut, akademisyenlerinin Türkçe cümle kuramadığı, köylerinde amcalarına dayılarına bok yedirilmiş, dört tane darbe görmüş, başörtülü olduğu için kalçasına tekme yemiş, -ki 4 metre kadar uzağımda oldu, bizzat gördüm-, kendilerini yenen takımın taraftarının Maçka parkında ırzına geçmiş bireylerden müteşekkil bir toplumun çıldırmadan durması beklenemez ki, şükür yaratana, neşvü nemalarına kavuştuk milletçe gururluyuz.

Türk toplumu son on yıldır kişisel bütün tutumlarının, yaşam felsefesinin, televizyon eliyle belirlendiği bir toplum… Bir vatandaş günde on saat eşşek gibi çalışır ki bu eşekliğin karşısında aldığı ücret asgari(!) düzeyde yaşayabileceği yani amiyane tabirle gebermeden sağ kalacağı bir ücrettir. Kuruyemiş gibi, çikolata gibi, gezip tozma gibi lüksler ne haddine. Eve geldiğinde tüm kasları tutulmuştur, bütün zihinsel faaliyetleri durur, aklında yarın çekeceği çilelerden ve gelecek kaygısından başka bir şey yoktur. Biyolojik yeterliliğini ispatlamak için doğurduğu çocukların gürültüsü ve beslendiği medya kültürüyle kendisine sürekli baskı yapan yakın akrabalardan başka bir çevresi yoktur. Aydınları onun semtindeki bir kahveye bile uğramazlar, aydınları dört gün sonra bu garibanın oy vereceği parti başkanlarıyla bir yemekte ya da İstanbullu homoseksüel şairlerden herhangi biriyle edebiyat muhabbetindedir.

Bu zavallı asgari yaşam düzeyine mahkum vatandaşa televizyondan başka bir eğlence kalmamıştır. Yorgunluktan cinsel hayatı bile kalmamış (Bir ankette okumuştum Tr’deki kadınların %75’i hayatlarında orgazm dahi yaşamamışlar… Hemen altında Türkler’in iktidarsızlığını bahane etmeye çalışıyorlardı. Günde eşşekler gibi 10 saat çalışın bakalım iktidar kalıyor mu?), yaşamsal zenginliğe, estetiğe muhtaç bu yaratığa televizyondan başka bir keyif aracı sunulmamıştır. Evet artık, fesat evindedir. Bu fesatla dimağını şekillendirir.

Bu fesatla neler öğrendi Türk halkı?

Hadi cinsel sapkınlığı geçelim, tüketim kültürünü geçelim, apolitizasyonu geçelim… O türküleri yazan bir toplumun çocukları böylesine katil bir ruha nasıl büründüler? Öncelikle televizyon, bünyesinde barındırdığı mutlak şiddetle, şiddeti toplumun günlük görüngesi içerisinde olağan bir eylem bütünlüğü olarak gösterdi. Yani komşumuzun kızının ırzına geçmek ya da arabamıza çarpan adamın kalbine bıçak saplamak olağan birer gündelik davranış gibi algılandı. Kişi bireyliğe cinsel gücüyle, parasıyla, kas gücüyle, hışmıyla, kafasını puştluğa çalıştırabilmesiyle menkul bir yolculuk olarak algıladı. Beyinsizlik, kaba kuvvet ve çok yiyip çok sıçabilme kudreti medya tarafından pohpohlanan birer yapıcı güç haline geldi.

Devletin de bu konuda herhangi bir biliçsel yaptırımı olmayınca (Çünkü bürokratlarımız hayatlarında bir Tarkowsky filmi bile izlememişlerdir, bir düdüklü tencere ne kadar entelektüelse bir bürokratta o kadar entelektüeldir, medyatik argümanlarının toplumsal kıyıcılığı tetiklediğini bile göremez, giyinir, kuşanır şeref tribününde maça giderler…) sevgili medyamız ticari değeri olan her şeyi toplumun gözüne sokmaktan haz aldı.

Zaten İstanbullu ruhu, İstanbul’un ticari ruhu da ticarette etiği yadırgıyordu. Böylece; gidin yüzde on beşi homoseksüel olan Fransa’da, bekaret yaşının dokuz olduğu Hollanda’da bile televizyonlarda bu kadar çıplak kadını bir anda göremezsiniz.

Bugün Türk kanallarını izleyin, en şirin yaratıklar ipneler, orospular ve kredi kartlarıdır (Ardından sırayı muhafazakarlarımız ve tuvalet kağıdı reklamlarında oynayan çocuklar alır…) Bugün önümüzde daha çok yiyemediği için, daha çok çalamadığı için, Aşkı Memnu’daki kart horoz gibi onsekizlik dilberleri düzemediği için dellenen, bu deliliğini bir süre kredi kartlarıyla engelleyen ama sonunda dostuyla birleşip oğlunu geberten, komşusunun kızını sobada yakan, ailesinden 8 kişinin kafasına sıkan, sapıtan, manyayan, beyninin, ruhunun ırzına geçilmiş bir sapıklar sürüsü var.

Peki çözüm ne? Çözümü herkes biliyor ama çözüm Mehmet Ali Erbil’in işine kadar gelirse, sevgili AKP’lilerimizin de, CHP’lilerimizin de, 101. Türk büyüğü Fatih Ürek’in de işine o kadar gelmiyor. ✪

Önceki

Marilyn Monroe: Yeni fotoğraflar

Sonraki

Böyle daha da güzelsin bebişim…