2 yıl 3 ay

Aysu Sek: 2 yıl 3 ay
Şubat '10

“Yağmurlu havada vapura binmek iyi değil”

Tavanı akan ve rutubet kokan o odanın içinde beklerken bir yandan, dışarıya bakıyordu. Yağmur durmamıştı son bir haftadır. Gözüne sürekli ilişen aynı reklam yazısını okudu belki de bininci kez: “Size daha iyisi layık”.

“Beni tanımadan verilen bu kararlar, herkesleştirme çabası…” diye düşündü, belki de yüksek sesle konuştu, “Daha ne kadar devam edecek?”

Aynı odanın içinde aynı yalnızlığı yaşamak daima zor olmalıydı, bunu bilerek terk etmişti evi. Cümlelerini tamamlayacak biri olamıyordu, çok yaşa diyeni yoktu, hapşırıkları yalnızdı. Ama son 2 yıldır, 2 yıl 3 aydır aslında, hayatını kaplayan biri vardı. Vardı da işte gidiyor muydu bir yere. Ne zaman onu görse dahasını istiyordu, evet. Ama ne zaman onu daha çok görse hiç olsun istiyordu. Buna da evet. Yüzünü pencerenin yanındaki aynaya çevirdi. Göz kalemi akmamıştı henüz, ruju tazelemek gerekti. Panosunun önünde duran çantasından ruju almaya kalktığında annesinin, kim bilir kaç yıl önce ona verdiği, elleriyle ördüğü mavi patikleri gördü. Çok minikti onlar; hiçbir canlı bebek içine giremezdi. Zaten süs için yapılmıştı. O da süs için kullanıyordu. Annesi assın istemişti belki de öylece duvara. Hep onu hatırlasın, nasihatlerine uysun; o mavi patikler hep bir ünlem olsun hayatında, hatalarını hatırlatsın. Annesi hiç hata yapmazdı.

Güldü.

Annesinin damla çikolatalı kurabiyeleri nasıl yaktığını hatırladı. Kokusu burnuna geldi. Bu evden daha iyi kokuyordu kuşkusuz. Yağmurdan daha kötü elbette. Zaten bir kez yakmıştı kurabiyeleri. İnsan bazen yanmayı bile özlüyor. İdeal anne olmak istiyordu, kendi annesi de herkesin annesi gibi. Hem çalışıyordu bankada, hem de iki çocuğuna bakıyordu. Babası neredeydi? İki ayda bir gelir miydi? Oyuncak almış mıydı? “Baban gelecek yavrum…” derdi annesi. Baba diye kime denirdi? Kaçmıştı babası. Bunu herkes biliyordu. Bakkal biliyordu. Bankanın müdürü de. Muhtemelen annesi de. “Herkes baba olamayabilir…” dedi yine içinden, belki de yüksek sesle, “Anne de.”

O istemişti ama anne olmayı. Belki de olurdu. Mükemmel bir dünyada kesinlikle olurdu. Anne olsaydı belki de daha temiz olurdu o ev. Kurabiye kokardı, onları hayatında en az bir kez yakardı. Annesi de yakmıştı, ama yine de yemişlerdi. Gülmüşlerdi. En son o zaman gülmüşlerdi herhalde kardeşiyle. En son o zaman sevmişti kardeşini. Babasını düşünmeyi en son o zaman bırakmıştı. Rutubet kokusuna o zaman alışmıştı. Sanırım annesi en son o zaman ölmüştü.

Vapuru yakalamaya çalışıyordu Karaköy’den. Yine yağmurluydu hava. İptal edilmemiş en son seferdi o vapur. Annesi yetişememişti muhtemelen, denize bırakmıştı kendisini. Bundan tam 2 yıl önceydi, 2 yıl 3 ay aslında. O mavi patikleri annesi örmüştü elleriyle. Yeni harf öğrenen 6 yaş neşesiyle vermişti onu kızına. Çıkartamıyordu artık onları yerinden. Yerine ne koyacaktı ki? İzini silemeyecekti ki. Kendine her gün işkence etmenin verdiği kudret vardı artık içinde. Yanık kurabiye kokusunu bastıran rutubet de.

“Gelemedi hala o da” dedi, bu sefer kesin yüksek sesle, saatine bakarken. Yağmuru seyretmeye geçti tekrar. Pencere camındaki nefesinin buğusunu seyretti. Bir şeyler çizmek istedi ama aklına gelen boşluktu yalnızca. En son 2 yıl 3 ay önce, annesinin kaldırıldığı hastane camına yapmıştı bunu. Nefes almanın kolaylığını ve ağırlığını aynı anda yaşadığı sırada. Kardeşi görüp kızmıştı. Bu durumda bile eğlence aramakla suçlamıştı. Birine takılmıştı sonra gözü. Başını eğip göz kırpmıştı o. Yanına gelip nefesini verip cama doğru “j.” Yazmıştı. Sonra gitmişti. Bir küçük kız çocuğu babasının kucağında ağlayarak geçmişti yanlarından. Babasız olmak hiç üzmemişti onu bu yaşına kadar. Gerekli değildi ona göre. Hiç kıskanmamıştı ailece yenen kalabalık akşam yemeklerini arkadaşlarının. Annesiz kalmışsa da şimdi tam anlamını bilmiyordu.

Ne 2 yıl 3 ay önce ağlamıştı, ne de şimdi bu mavi patiklere bakarken ağlıyordu. Yağmur yağıyordu; o yetiyordu. Annesiz kaldığının farkına hala varamıyordu. Herkes üzülerek bakmışsa da mezarının başında ona, neden yalandan da olsa ağlayamadığını anlayamıyordu. Aile dedikleri şeyin ne anlama geldiğini bilemiyordu. Annesi asla onaylamamıştı onu. Babası da bilseydi aynısını yapacaktı. Kuşkusu yoktu. En iyisi onu değiştirmeye çalışmaktı. Yapılacak tek şeyse değişmemeye uğraşmaktı. Ama değişti. Annesinin istediği gibi biri olamadı ama, yine de değişti. “Asla yapmam” dediklerini teker teker yaptı. Sigara içti, küfretti, aşık olduğunu sandı, vazgeçti. Bunların hiçbirini sıraya koymadı, kendiliğinden oluverdi. Olması gerekliydi. Hayatı, asla bir manası varmış gibi gelmedi ona. 2 yıl 3 ay önce onunla tanışmış olsa da. “Asla yapmam” dediği şeyi yaptı. Birine kendini verdi. Sonsuzluk yeminleri etti, belki adaklar adadı. Başkaları olmadı değildi muhakkak, yine de kendini bir tek kişiye açtı, en karanlık anını da cebine sokarak.

Elleri cebinde yürümüştü bir gece yağmurun altında. 2 yıl önce onun evinden dönerken. Elini cebine attığında bir şey acıtmıştı canını. Çıkarıp baktığında annesinin aldığı broş olduğunu görmüştü. Hiçbir şey yapmamıştı. Olduğu yerde bırakmış, aynı paltoyu tekrar giyilmemek üzere kaldırmıştı. Şu mantar panonun ardındaki odada duruyordu, hala. 3 gün evvel bakmıştı en son. Hala duruyor olduğunu bilmek nefes aldırmıştı az çok.

Yağmur hızlanıyordu.

Şimdi kesin bir marketin içinde bekliyordu o. Dinsin yağmur diye. Camlarda buğusu vardı, buhar yapıyordu. Mavi patikler oldukları yerdelerdi. Palto olduğu yerdeydi. Şu koltuk, ayna, masa ve aynı reklam panosu uzun zamandır oldukları yerdelerdi. “Size daha iyisi layık”. Ona hep daha iyisi layıktı zaten. Annesi de derdi bunu o mavi patikleri örerken. Ve ona kızarken. Ve sevgilisinden ayrılsın isterken belki bininci kez. “Yağmurlu havada vapura binmek iyi değil…” dedi. “Bunu ben bile görebiliyorum. 2 yıl 3 ay önce bile görebiliyordum.”

Kendi kendine kalmak uzun dakikalar boyunca hiç kimseye iyi gelmez.

Apartmanda ayak sesleri duydu. O botları her yağmurda giyerdi; en derin sesli botuydu o. Bir gün hiç beklemediği anda gelmişti. En görmek istemediği anda üstelik. En kendini istediği anda. O botların tüm gürültüsünde yalnız kalmak istediği anda. En “Git!” diyemediği anda. Onu en çok istediği anda. En ıslak hissettiği anda. Kapının vurulmasıyla botların gürültüsü durduğunda mavi patikleri izlemeyi bıraktı.

Tüm o düşünülenler, tüm insanlar tarafından hem de, boştu. Kapıyı açtığında karşısındaydı. Tanıdık birini görmenin ferahlığını, en boş anlarında tanıdık birini görenler bilir. En şık gülüşünü gösterip -botlarını çıkarmadan- içeri girip cama koşup buğusuna “j.” Yazıp “Hatırladın mı?” diye sordu. Hatırlamıyor olmak belki de en iyisiydi, ama “Elbette” dedi.

Fotoğraf: Bill Brandt, Portrait of a Young Girl, Eaton Place London, 1955 ✪