“Gelecek, gömülmüş bir saatli bomba gibi, ama bugün tiktaklarını duyuyoruz. Saatin tiktaklarını işitenler var bir de durumu olduğu gibi görmeyip reddeden ya da bilmeyenler” – Stephan Spender
I
Hendekten öte, Devletten yana
Her insan kendi hikayesinden başlar hayatı tanımaya. Böyle yazmıştı cezaevinden bir arkadaşım. Gerçekten de kişisel anılarımızdan daha yakın bir kaynak bulabilir miyiz? Yaşadıklarımızdan daha güvenilir ne olabilir? Hatırladıklarımız sadece bizim yaşadıklarımıza dair mi peki? Pekâlâ, aynı yaşanılanlar, aynı mı hatırlanıyor? Birbirinden ne kadar farklı olabilir mesela?
Kürt ve Türk kadar olabilir mi?
Bugün, Kürt illerinde yaşanan Devlet terörünün karşısında, kurgu ile gerçeği ayırt edebilmekle başlamak gerekliliği çok can alıcı olarak ortada durmaktadır. Kürtlere, kendisini ayrı tutarak bakan her birey, hatırladıklarının doğru olup olmadığını sorgulayarak başlaması elzem bir hal almıştır.
Çünkü kurgu ile gerçeğin savaşı olarak süren bu durumda tarafları, Türk Devleti ve Kürt halkı olarak tanımlamak bir çok sorunun cevabını da kendiliğinden getirecektir. Henüz 1 yıl bile olmamış Hendek üzerinden bugünleri değerlendirmek, bireyin kendi kurgusu ile geçmişi tanımlamak kadar masumane bir hal almıyor, İktidarın kendi amaçlarına uygun olarak yarattığı kurgunun içinde, tam da Devletin kendisini haklı çıkarma işlevini “gerçekliği” olarak kabullenmeyi getirirken, bu kabullenme Kürtlerin her gün katledilmesine de hizmet etmiş oluyor
Türkiye’de çok açık şekilde 100 gündür, devletin askeri, özel harekat polisleri, tankları, zırhlı araç gereç ler, helikopterler, hakim tepelerden top atışları ile Kürtleri “esir” dahi almadan yok etmesini izliyoruz.
Musa Anter, “Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil. Sanığıyım, mahkumuyum ve davacısıyım” demişti 20 Eylül 1992 günü Diyarbakır’da katledildiğinde, davacı olduğu tarih 74 yıl olmuştu..
Elbette geçmişi bugün düşündüğümde, şimdinin içinde bulunduğum ve geçmişten bu yana değişimi içeren duygularım, değişmemiş olması mümkün olmayan düşüncelerimle çatışan, birbiriyle kavga eden taraflar olduğunda o konu hakkında daha da fazla odaklaşmak, zaman ve uzamda, mümkün olan ilk kaynağına inmek arayışında oluyorum.
Eğer belleğin geçmişi şimdinin çıkarında aslından bağımsız yeniden kurgulanmasına direnmezsek, bir Orhan Miroğlu olur çıkarız. Kurgu kişinin kaderi/gerçeği olmuştur ki, katliamdan yaralı kurtulan Miroğlu, “Beyaz Toros”larla korkutarak oy isteyen Başbakan Davutoğlu’nun vekili olarak bu kez Beyaz Toros’u kullananların yanındadır. Dün, Ape Musa’nın (ki yeğenidir) yanında yaralı kurtulan Miroğlu, Kürt illerinde “Kurdun dişine kan değdi” yazan PÖH mensuplarına moral ziyareti yapmış, onlara operasyonlarında başarılar da diler, kişiliğinin özdeşleştiği kurguda, gerçekliğini ayakta tutacak hiç bir dayanağı kalmamıştır geçmişi dahi.
Ve bu fark sadece belleğin kıvrımlarında gerçekleşebilir!
Henüz 40 yıllık bir kişisel tarihim var, kişisel tarihimde, Anter’in katledildiği yıldan 24 yıl sonra bugün, canlı yayında devletin en üst kademesinden kahvedeki Türk bireyine, Cizre’de bodrumlara sığınmış ve çoğu yaralı 100 Kürdü,” ölü ele geçirmenin”, bir gurur ve suçtan hiç korkmamanın kibri ile bir bütün haline getiren şey’in adını koymak gerekmiyor mu? Türk Milleti işte şimdi bir bütün olmuş gibi değil mi? 5-6 Eylülde Rumların evlerini talan etmekteki aynı pervasızlık ve alenilik ile 100 yıl önce soykırıma uğrayan Ermeni katliamı gerçeğini hala Şimdi’nin çıkarında üreten aynı geçmiş değil mi?
Miroğlu’nu Musa Anter’in katledildiği saldırıdan yaralı kurtulup geldiği aynı geçmiş değil mi?
Evet, bir Hendek, neleri neleri ortaya çıkardı aslında.
Belleğin kıvrımlarında kurguya kurban gitmemek için, bu geleceğe dair beklentileri de içeren sağlam bir zemin ararım daima. Yaşananların benim için bir tarafı vardır ve tarafımı ona göre belirlerim. Devlet. Eğer tüm Zoru meşru kılan araçları ile askeri ile silahı ile devlet varsa bir tarafta benim tarafım onun karşı tarafıdır.
Unutmak mı daha vahimdir, geçmişi her seferinde, yeniden, “Şimdi” üretmek mi?
Bir organizmanın, bilgiyi depolama, saklama ve sonrasında ise geri çağırma yeteneği, hafıza. Şimdilik bu “geri çağırma” yeteneğine vurgu yapmak istiyorum. Kişisel olarak çağırdığımız anılarımızın bugün bizde karşılık bulduğu duyguların tazeliği ile onları yeniden anımsarız, her anımsayışta yeni şeyler ekler, bazı ayrıntılar yerini başka detaylara bırakır, asıl hikaye sürekli yeniden üretilir.
İnsan, belleğinin kıvrımlarında geçmişte yaşadığı bir anıyı çağırıp onu tekrar anımsayabilir. O anı her geri çağrımında, anının ilk yaşandığı gibi hatırlandığını kim söyleyebilir?
“Sarışın kadını otobüste gördüğümden bu yana tam bir yıl geçti. O günden beri kentte birkaç kez karşı karşıya, göz göze geldik. Sarışın kadının bende bıraktığı duygu karmaşasını içselleştirirken oldukça kafa patlattım sanırım. Şimdi de geriye dönüp tam bir yıl önceki olayı ne kadar hatırladığımı kavramaya çalışıyorum…” Bu giriş, Münir Göle’nin,” Doğru olmadığını biliyorum, ama öyle hatırlıyorum”, isimli makalesinden. (Cogito sayı 50; “Bellek: öncesiz, sonrasız” s.23).
“ Sarışın kadının o gün otobüsteki giysilerini doğru anımsıyor muyum? Sadece birkaç dakikalığına gördüğüm, mimiklerini, ses tonunu, konuşma şeklini bilmediğim çehre, geçmişimden gelen başka çehrelere karışıyor mu? Geleceğe nasıl adım atabileceğimi kestirebilmek için, geçmişimden gelen mirasa ne kadar güvenebilirim? “ soruları ile çıktığı yolculuğuna şöyle devam ediyor:
”Belleğin hayatım boyunca tüm öğrendiklerimi, hissettiklerimi, davranışlarımı, hareketlerimi bugüne getirdiği ve şimdimi şekillendirdiği gerçeğinden yola çıkabilirim.”
II
“Duygusal kopuş”
Münir Göle, Cogito’nun söz konusu sayısında yer alan makalesinde, sarışın kadını anımsadığında hatırladığı bazı ayrıntıların doğruluğu tartışılsa bile bakış açısının tartışma götürmez bir şekilde aynı olduğunu vurgulayarak:
“..onu karşımda görüyorum.. . Anı, sarışın kadını bana, benim gözlerimden iletmektedir. Buna karşın, ilkokulda bir teneffüs saatini anımsadığımda, kendimi beyaz yakalı siyah önlüğümle bir seyircinin bakış açısından, bir üçüncü kişi olarak görüyorum. Hatırlarken, hatırladığım malzemeyle bağlantılı olarak sahnede yer alabiliyorum, ya da dışarıdan, mesafeli, bir seyirci gibi izleyebiliyorum. Sarışın kadının yakın geçmişteki görüntüsüne karşın, ilkokuldaki halimin uzak görüntüsü buna bir açıklama olabilir. Daha da önemlisi, sarışın kadının bende uyandırdığı heyecanlar duyularımda hala geçerliliklerini sürdürüyor, ama ilkokuldaki o teneffüsün duygu yükü çoktan yitip gitmiş.”
“Zaman faktörü kadar duygusal faktör de önem taşıyor, belki de zaman içinde duygu yüklü anılar güçlerini yitiriyor ve anımsayan kişiyi katılan kişi olmaktan çıkarıp seyirciye dönüştürüyor”
Cezaevindeki arkadaşımın mektuplarından hatırladığım bir şey daha geldi şimdi aklıma. Dışarının aynılığından, dışarının “içeriliği”nden bahsederken ben, o şöyle demişti: “Anlıyorum ancak inan Reşit, hiçbir içeri bu kadar sahici değildir”
Şimdi belleğimde bu anıları çağırırken, aynı zaman diliminde olduğum arkadaşımla aynı zamanı yaşadığımı nasıl düşünebilirim sahiden?
Hendekleri anımsayalım, hendeklere dair bildiklerimizin kaynağını irdelediğimizde kaçınılmaz olarak hep karşımıza devlet çıkacaktır. Daha somut olarak Hendeğin arkasında kalanlara dair görüntüleri, ilkokuldaki teneffüs anı gibi üçüncü bir gözden mi görüyoruz? Yoksa sarışın kadını gördüğümüz bakış açısı ile kendimiz gibi mi görüyoruz? Devletin gözünden baktığımızda nasıl geliyor? Kürdün gözünden baktığımızda, aynı şekilde Türkün gözünde nasıl görünüyor?
Cizre’de bir bodrum katında yaralı olduklarını ve sığındıklarını bildiğimiz insanlara dair gün be gün katledilmelerine giden süreç belleğimizde nasıl bir düzende yer alıyor?
Peki, Cizre’de bodrum katında yaşanılanlar karşısında tepki verenleri kümeleştirirsek, Türkiye’nin bölünmüş olduğu gerçeğini, aynı olay karşısında farklı tepkileri veren toplulukların aslında farklı topluluk olduğunu daha açık nasıl tespit edebiliriz?
Braveheart, Türkçeye çevrilmiş ismi ile Cesur Yürek isimli filmi bilmeyen yoktur, benim yaş kuşağımda ki sonraki kuşakta da bu vardır. Türkiye toplumunun izlerken kendini özdeşleştirdiği kişilere dair fikir yürütmek gerekirse ezici çoğunlukla, hatta hiçbir konuda hemfikir olunamayan bir çoğunlukta, Wallace (hatırlayamayanlar Mel Gibson) der.
Film, İngilizlerin, İskoç liderleri barış görüşmesi için toplantıya çağırdıkları tahta kulübeye kilitlenerek, diri diri yakılmaları ile başlıyor, bu ana içeride babasını da kaybeden Wallace tanıklık ediyor. Daha sonra doğduğu toprağa dönecek olan Wallace, başlattığı mücadele ile uzun bacak lakaplı İngiltere kralının barış görüşmesi için aracıları gönderdiğinde filmin başındaki sahneyi hatırlatarak “Uzun bacak en son barış isteyen İskoçları bir kulübede diri yaktı” demişti. Bellek bu değil midir?
Orada da devrilen bir çözüm süreci.
Bu filmi izlediğimde yurtsever Kürt bir arkadaşımın sözü gelir hep aklıma “Buraya çekelim minibüsü çıkanlara bir iki kandil diyelim, minibüs beş dakikada dolar,” demişti.
90’lı yıllardı. Lice yakılıp yıkılmıştı. Çiller, “Helikopterlerin PKKye ait” olduğunu ifade edecek kadar rahattı, Devletimizin Terörle Mücadelesi sürecek, Türk Milletinin bölünmez bütünlüğüne uzanan…
Özgür Gündem gazetesinin İstanbul Kumkapı binası bombalanmış, gazete çalışanı Ersin … hayatını kaybetmişti, Dönemin başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı M Ağar imzalı bombalama dahil öldürme emri binanın boyunca asılmıştı, ancak ortada tek bir suçlu dahi bulunamadı, suçlu devletti.
Türkiye, “Köylüsüne bok yediren ülke olarak” mahkum olmuş ve tazminat ödemişti. Bunlar yaşanırken aynı şekilde bugünün manşetleri vardı: Teröristler.
Çok değil, beş yıl önce, bu yılların bir ‘özeleştirisi’ verildi. Genelkurmayın nasıl haberleri servis ettiğinden, Kürt illerinde yaşanılan köy yakmalardan, Faili meçhullerden, toplu mezarlardan, sivil katliamlardan, korucu yağma ve katliamlarına, uyuşturucu ve silah kaçakçılığından, Ergenekon’a uzanan süreç revaçta iken verilen özeleştirinin ne kadar devletten bağımsız olduğu bugün Cizre, Silopi, Sur’da açık değil mi?
Aslında, Göle’nin makalesinden yola çıkarak, Hendekten bu yana düşenler olarak, şu an yaşanılanları nasıl anımsıyoruz? Geçmişten bugüne gelmek çok zor bu coğrafyada, geçmiş, zaman ve duygu bağlamından koparılıp, şimdinin çıkarında yüz yıldır eritiliyor yeniden üretiliyor. Şu an kim, hangi gerçeği yaşıyor?
Cesur Yürek filminde kendini özdeşleştirdiği kahramanın Kürt olduğunu düşünürsek bir an, yine ezici çoğunluğun film hakkındaki düşünceleri ne yönde değişir?
Gömülmüş saatin tiktaklarını duyuyor muyuz?
Ve artık sorun Kürtlerin olaylar karşısında nasıl davranması gerektiğinin çok ötesinde, Türk Milleti iddiasının ve Tek’liğinin, “hendek” içinde nasıl boğulduğundan bahsetmek gerekir. Moda deyimle, Kürtlerin Duygusal Kopuşu.
Göle’nin makalesinden iz sürerek devam ediyorum:
“J. Robinson, “hayatımızın anlamlı deneyimlerini düşünürken, onları anlatırken karşımıza duygular çıkar” diyor. Duyguların yeniden yaratmak olasıdır, buna karşın onları yeniden yaşamak mümkün değildir. Anılar geri geldikçe, duyumsal kimi tepkilerin de ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kişi, olayın geçtiği dönemde neler hissettiğini hatırlayabilir, ama duyguyu tekrarlayamaz. Anlamlı olmayı sürdüren deneyimler, anlamını yitirmiş olanlardan daha güçlü duygular esinler.
Bir aşkın anısı, sonradan nasıl yaşandığıyla bağlantılıdır. Duygu içeren anılar, her geçen gün yeniden yorumlanır ve güncelleştirilir, her biri yeniden yüklendiği anlamla, kişinin duygusal yaşantısına ve diğer kişilerle olan ilişkilerine bağlanır ve ancak bu süreç içinde işlevsel hale getirilebilir.”
40 yıllık bir geçmişi düşündüğümde, Kürtlerin yıllardır unutmadığı tek şey Devletin getirdiği ölüm olduğu gerçeğini net olarak ortaya koyabiliriz.
Yani Kürtlerin hayatında yıllardır anlamlı olan deneyimleri, dayatılan inkar imha saldırıları karşısında yarattığı örgütlülük ve direniş olduğunu da belirtebiliriz.
Kürtler 40 yıldır devletin katliamlarını bir an olsun unutma şansını hiç bulamadılar. Çözüm sürecinde bu kadar umutlu olmaları devlete güvendiklerinden değil, ilk kez böylesi bir şansı bulmanın kıymetini bilmelerindendi.
Süreç ile Kürt hareketine yönelik eleştirilerin genelinin bugün Hendek ile de benzeştiğinin detaylarına girmeyeceğim, yarın başka bir şey olacaktır. Aslında bir eğimi olan çizgi gibi düşünürsek, CHP, MHP, Cemaat, AKP bu ip üstünde sıralı halde, Devlet de bu çizginin bütün olarak kendisi zaten.
Devletten ötesi zaten bir şekilde Hendeğin arkası olmuyor mu?
Hendek ile gerçekten ortadaki Özyönetim talebini, bu talebin arkasında fikri, bu fikrin etrafında örgütlü halka gerçekten, teneffüsteki halimizi hatırladığımız gibi üçüncü bir gözden bakıyormuş gibi ne zaman bakılacak?
III
Geçmiş, kendi zamanı ve uzamından koparılıp, şimdinin gerçekliğine uygun yeniden yazılıyor.
Her kuşak kendi tarihini yazar!
Bugün hendekler konuşulurken, hatırladıklarımızı sorgulamak hiç aklımıza gelmiyor. Hatırlamak, aynı anda hatırladığımız anıları yeniden tanımlama süreci değil midir? Geçmişi yeniden üretmek, onu şu an yaşanan gerçeğe uydurmak, kolaydır, üstelik bu yeniden tanımlamayı kabul edip doğruluğuna şüphe duymadan inanmak bireye sorumluluktan kaçış fırsatı da sunar.
Hendek üstünden çıkarak yapılan tartışmalar, hendeğe karşı yapıldığı zannını yaratıyor. Oysa böyle düşünenler, hendekten aşağı bir çukura düşmüş olduklarını, güncel örneklerle verebiliriz:
Cemaatin sesi Emre Uslu, 23 Aralık 2015 tarihli Yeniyöntv sitesinde yer alan yazısına, “Hendek savaşını kim kazanır PKK mi Devlet mi?” sorusuyla üçüncü bir göz olarak (Cemaat) başlıyor.
Uslu, “Haziran seçimlerinden sonra AKP PKK ile olan anlaşmasını rafa kaldırdı… (Seçim öncesi barajı aşamayacağı, AKP ile başkanlık karşısında özerklikte anlaşıldığı, HDP’nin AKP ile ittifak yaptığı söylemlerinin yanlışlığını örterek, yakın geçmiş ŞİMDİ’nin çıkarında yeniden üretiyor. Farketmeksizin savaşın Haziran Seçimlerinden sonra başladığının da kabulü ile.) Başından beri söyledim ne PKK’nin ne de AKP’nin niyeti çözüm değil… Bunun için devlet ne yapıp edip bölgedeki savaşı bitirmeli. (Devlet’e çağrı, Hükümet ve PKK’den bağımsız olarak? ) PKK ile savaşı bir istihbarat savaşına dönüştürmekten başka çaremiz yok” Tüm cümleleri ile seçilmiş yazısını noktalarken 3. Şahıs olarak başlayan cümle 1.ci çoğul şahıs olarak “başka çaremiz yok” şeklinde Devletle bir bütün olarak bitiriyor.
Uslu, “AKP’de istihbaratın önceliği PKK değil Cemaate karşı yürütülen Erdoğan savaşı.” Diyerek kendi iç savaşını, Erdoğan karşıtlığında bulmayı umduğu ittifaklarla sürdürmek istiyor.
Bakın Emre Uslu için ve Cemaat için ne tespit yapılmış alıntı yapacağım kişi PKK, Abdullah Öcalan. Paralel Devletin özellikle, Utah merkezli akademisyen isimlerle Erdoğan’ın çevresini sardığını, çözüm sürecini bitirip, lider kadrolara yapılacak suikast ile Kürtlerle savaşın kazanılacağını işlediğini vurguladığı görüşmelerde, “Cemaat korkunç çalışıyor. Gazeteciler, yazarlar var. Taraf ve Zaman gazetesini takip edin, korkunç çalışıyorlar. Bunlarla kolay değil, ama teslim olmayacağız. İşte bu Kürdistanlı köylülerin öldürülmesi olayı. Emniyet amirlerinin çoğu cemaat sızmaları Diyarbakır ve Siirt Emniyet amirleri özel programla gelmişlerdir. … Paralel devlet dolayısıyla geri çekilme olmayacak.” Emre Uslu ve Mehmet Baransu’nun yazılarının özellikle takip edilmesi gerektiğini belirten Öcalan, KCK tutuklamalarının çözümü baltalamaya dönük pratik olduğunu, Paralel devletin gücünün daha da arttığını durdurulması gerektiğini belirterek şu can alıcı tespiti yapıyor:
“Paralel devlet, AKP yönetimi, KCK yönetimi var. Çözüm gelişmezse bu üç yönetim arasında çatışma riski artar… Anlamlı müzakereye geçilmeden yüksek çatışma riski var. Hükümet tek taraflı olmaya devam ederse, anlamlı müzakereye geçmezse paralel devlet, AKP yönetimi, KCK yönetimi ciddi çatışabilir. AKP hükümeti tek taraflı çözüm sürecini kullanmaya devam ederse, KCK de tek taraflı bunu yapacaktır.” (Abdullah Öcalan, İmralı Görüşmeleri, 2013)
Her yol Devlete çıkıyor, Hendek hariç!
Bir başka kalem. 30 Aralık 2015 T’24’de Metin Gürcan başka bir açıdan yaklaşıyor olaya ve tabi yine üslup 3. Bir göz, “Eğer devlet aradan çekilirse hendek kazan çocuklar PKK’ya da karşı çıkar” başlıklı haberde, önce bir analizle girizgah yapıyor “Devlet çarpık kentleşmenin hendek-barikat pratiğine elverişli olduğunu göremedi” bu cümleler önemli, bellek biraz da bunlar değil mi? Söylem:davranış, doğru ilişkili değil midir? Zaten devamında bu şefkatli bakış açışındaki Devletin yapamadığı, bu gençleri önce anlamaya çalışması gerektiğini, sorunlarının otorite ve dayatmayla olduğunu, iddiasının devlet aradan çekilse Pkk’ye de başkaldıracaklarını söylüyor. Bu üçüncü göz, analizini tespitlerle destekliyor, başka bir ses gibi geliyor kulaklarımıza değil mi?
Devleti, çekiç olup vatandaşını çivi görme eleştirisinden bakın nereye varıyor: “Devlet, önce çatışma bölgelerindeki halkını kucaklayacak (Basında “Hayata dönüş başlıklı gülümseyen çocuk başını okşayan asker resmi, spotlar, sizce Kürtleri mi ikna ediyorlar? Güvenli bir bölgeye bırakacak, sora ‘erdemli gücü’ ile hendeğin içine elini uzatacak. Gençlerden o eli tutmak isteyenler o hendekleri boşaltacak”.. ne güzel: Ya Sonra!
Mesela sokakta günlerce annesinin cenazesini alamayıp izleyen, “ayakları kımıldıyor gibiydi ilk saatler, sonra hiç kımıldamaz oldu… çok acı çekti mi acaba?” cümlelerinin sahibi çocukların, yaşlıların, evlatlarını veren anaların, bacıların, sevgililerin, “Hayır” hakkına sahip olduğunu unutan Gürcan, çözümü ise korkunç net:
“Tüm bunlardan sonra devletin elini tutmayanlar gerçek teröristlerdir.”
İnsanların yaşam alanlarını terketmeme hakkını yıllardır öğrenememiş olan bu uzman beyefendi, yüz yıldır Kürtlerin ne için mücadele ettiklerini anlamamış. Sonuçta hepsi, devlet ve pkk arasında 3. Göz gibi başlayan fakat devletten de devlet bir şekilde biten yazılara her gün onlarca örnek daha verilebilir. Şaşırtıcı mı?
Sonuçta, devlet, hiçbir “şefkat elini” uzatmadan da tankı topuyla yakıp yıkarak girdiği bugün, arkasında bıraktığı 100lerce ölü için Gürcan’ın deyimiyle devletin dediği buluşmadı mı?:
Orada kalanlar Terörist!
Ancak bazı gerçekler de ifade ediliyor, “Haziran seçimleri”
Haziran seçimleri HDP açısından bir zafer olarak değerlendirildi. Seçimde bu başarıyı en başından beri ısrarla söyleyen tek kişinin de Abdullah Öcalan olması ayrıca belirtilmeli. , Birlikte yaşamın kazandığı diye yorumlanabilir HDP’nin başarısı, ortak bir gelecek inşasında temelleri atacak bir hareket iddiasına uygun bir çıkıştı. HDP birlikteliğinde vücut bulan gelecek içinde, Özyönetim hakkını da tanıyordu, başarı bu açıdan bütünlüklü değerlendirildiğinde büyüktü.
AKP tek başına iktidarı kaybetmişti, sonra tek bir şey oldu: Kürtlere savaş başlattı. Kürtlere savaş açmak ile AKP oy kazandı. Akp değil, “Beyaz Toros” tehdidi kazandırdı denilebilir!. Ancak Beyaz Toroslardan korktukları için değil, Beyaz Torosları isteyip destekledikleri için kazandı.
Kürtlere karşı Devletin kustuğu ölüm, yıkım, katliam, oy getirdi. Tekrar belirtmek gerekir, Korkudan değil, Destekten ötürü. Devletin, Cizredeki yüzü, cenazeyi taşıyan beyaz bayraklı sivillere açıkça ateş açarak arkasında yeni cenazeler bırakan Devletin bu hali, destek görüyor.
Bugün, bölünmeyi getirecek olan, Kürtlerin yaşadığı Duygusal Kopuş değil, Türk Devletinin Kürtlere şiddetinden duyulan bu memnuniyet ve bunun devamı yönünde verilen destektir. Elde kalacak olan sadece şiddetini daha da artırmaktan başka bir doğası olmayan totaliter bir Türkiye olacaktır. Kürtler, Devletin despot baskısı altında yaşamak yerine kendi özyönetimi için yine o Devletten niye izin istesin? Niye beklesin?
Hendekten beri Devlet var, Devletten öte hendek. Türkiye devleti resmi tarihi, Türkün otobiyografisi haline getirildi. Şimdinin çıkarında yok edilen birlikte yaşam umutları. Tek Millet mi?
Cogito’nun 50. Sayısında yer alan (s.47) Cengiz Çağla’nın, “Renan, Irk ve Millet” başlıklı makalesinde başvrulan, Louis Snyder’in “German Nationalism” kitabından alıntıyı buraya değiştirmeden alalım:
“Almanlar aşağılanmalarını ve umutsuzluklarını unutmak için şanlı Cermen İmparatorluğu’nun Avrupa’nın gücünün dayanak noktası olduğu geçmişlerine yöneldiler. Şairleri ve filozofları eski geleneklerin örtüsüne sarılmış organik bir halk topluluğunun varlığını araştırdırlar, halk şarkıları, peri masalları, efsaneler ve şiirleriyle kahraman geçmişlerini yeniden harekete geçirmeye çalıştılar. Bunu yaparken Batı Avrupa “filozoflarından” çok kendi hayal güçlerine başvurdular”
Çağla’nın aynı makalesinde (‘Renan , Irk ve Millet’, Cogito 50. Sayı “Bellek: Öncesiz, Sonrasız” sayfa 47) başvurulan başka bir alıntıyı da hemen ardından eklemeliyim:
“…11 Mart 1882’de Ernest Renan, Sorbonne Üniversitesi’nde “Qu’est-ce qu’une nation?” (Millet Nedir?) başlıklı konuşmasında “Millet, bir ruhtur, manevi bir prensiptir. Bu ruhu, bu manevi prensibi aslında bir olan iki şey teşkil eder. Bunlardan biri maziye, diğeri ise hale (bu güne) aittir. Biri, zengin bir hatıralar mirasının müşterek sahipliğidir. Diğeri birlikte yaşama arzusu konusunda mutabakat ve bir bütün halinde devralınan mirası yüceltme iradesidir.” Ve Aynı konuşmanın devamında;
“Tıpkı bir ferdin mevcudiyetinin kesintisiz bir yaşama iddiası olması gibi, bir milletin mevcudiyeti de –bu benzetme için müsaade ediniz- her gün tekrarlanan bir plebisittir.” Der.
Türk Milleti mi Türk ırkı mı?
Çağla, makalesinde Renan’ı yorumlayarak çok önemli bir tespit yapıyor: “ Milletlerin oluşumunu ırka bağlamak hatalıdır, tarih onların çeşitli hatırlama ve unutma süreçleriyle oluştuklarına dair örneklerle doludur”
Bu önemli tespitten yola çıkarak şunu sormak yazının iddiası ve devamı açısından elzem bir hale geliyor. Türk milletinin Hatırladıkları ve unuttukları nelerdir? Hatırladıkları, unuttuklarının sınırlarını da belirleyen bir çerçeve ise, Renan’ın Alman Milleti için yaptığı tespiti üstte bir kez daha okuyarak, Almanlar yerine Türkler diye okunduğunda anlam bütünlüğünü kaybediyor mu? Ve bunları, Şimdi bu gün yaşananlar açısından bir kez daha tekrar ederek adım adım kaynağını yitirmiş, “kahraman geçmişin” gerçekler karşısında “hendek” ile yeniden nasıl üretildiğini ele alalım.
Üretilen, şimdinin çıkarına uygun, devletin resmi tarihinin iz düşümü, Türk’ün bireysel geçmişi ve geleceksizliği haline geliyor. Türk milleti hendekte boğuldu ifadesinin arkasını doldurmalıyım elbette. Bugün yaşanılanları Hendek ile analiz edip başlayarak, Devletin, geçmişinin tekrarı olan Katliamlarının devamına giden ve “sürekli yeniden düşülen yola” döşenen taşları tek tek görebilmek, Zaman’ın ayrımına varmakla başlayabilir.
Cogitonun aynı sayısında (Sayfa 55) “Kollektif Bellek ve Zaman” başlıklı makalesine Maurice Halbwachs “ Kollektif bellek, zamanla sınırlıdır. Bu zaman sınırın genişliği ya da darlığı, her toplum için farklı olabilir. Kollektif belleğin, bu sınırın ötesinde kalan olaylara ve kişilere doğrudan ulaşması mümkün değildir” cümlesiyle başlar ve farklı topluluklar için farklı kollektif süreçlerden bahsedilmesi gerektiğinin altını çizer.
Toplulukların iç içeliğinden, bir topluluktan bir topluluğa geçişin her an gerçekleşmesinden örnekler verdiği makalesinde Halbwachs, “Ne kadar çok topluluk varsa o kadar çok zaman anlayışı vardır. İçlerinden hiçbirinin, kendini diğer topluluklara dayatması mümkün değildir.” Tespitini yapar.
Hendekte boğulduğunu iddia ettiğim Türk milleti kavramı, cumhuriyetle yaşıt resmi tarihin en temel dayanağı, “Türkiyede yaşayan herkesin Türk Milleti kavramı ile ifade edildiği” iddiası ve kabulü için dayatılan bu bilinç, gerçekten “kollektif”midir? Türkiye toplumunu oluşturan, iç içe geçmiş tüm farklı toplulukların ortaklaşabildiği bir “Tanım”mıdır? Türkiye Cumhuriyeti sınırları coğrafyasında en geniş topluluk sayılabilecek Millet tanımı altında tek bir topluluktan bahsedebilir miyiz?
Maurice Halbwachs’ın makalesinden alıntı ile açmaya çalışırsam “Bir tek olayın, birbirinden farklı birçok kollektif bilinci etkileyebileceği söylenir; bundan yola çıkarak da bu bilinçlerin birbirlerine yaklaştıkları ve ortak bir temsil biçiminde birleştikleri sonucuna ulaşılır. Ama birbirlerinden farklı düşünce biçimleri, herhangi bir olayı ele alıp, her biri bu olayı kendisine özgü bir şekilde temsil ediyor ve bu olayı kendi dilince ifade ediyorsa, bu olayın bir tek olay olduğunu söylememiz mümkün olabilir mi?”
Bu olayın, Hendek olduğunu varsayalım. Hendeklere yaklaşımların her topluluk içinde nasıl kümelendiğine bakalım. Öyle ya, aynı coğrafyayı paylaşan, ortak tarihi geçmişe sahip, 1000 yıldır “kardeş” gibi yaşadığımız birliktelikte, Cizre, Silopi, Şırnak özelinde yaşanılanların, ortak bir bilinç ve her gün yeni baştan bir “birlikte yaşam” talebi içerdiğini kim söyleyebilir?
Hendeğin arkasında bir direniş başlatan Kürtleri bir topluluk olarak (millet değil) ayırdığımızı düşünürsek; aynı şekilde Kürtler dışında (millet ayrımı yapmaksızın) kalanları kaç farklı topluluk olarak ayırabiliriz?
Halbwachs, olay üzerinden devam ediyor (biz olay’a hendek diyebiliriz), “Uzam içinde topluluklar biri ve öteki olarak karşı karşıya gelirler. Olay da uzam içinde gerçekleşir ve topluluklardan biri ve öteki bu olayı alımlar. Ama önemli olan, olayı yorumlama biçimleridir, ona verdikleri anlamdır. Farklı toplulukların aynı olaya aynı anlamı vermeleri için, iki bilincin önceden iç içe geçmiş olması gerekir”
Tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin söylemi bu değil midir? İki bilincin iç içe geçmişliği ve birbirinden bir farkı olmadığı, Kürt ile Türk’ün birbirinden ayrılamayacağı. Peki gerçekten Türk ile Kürt’ü birbiri içinde erittiği söylenen “kollektif bilinç” nerede var?
Cizre’de, bir evin bodrumunda yaralı bekleyenlerin katledilmesine giden yolu bir ay boyunca izleyen ve hatta destekleyen, Kobane’de, “Düştü düşecek” diyerek tarafını belli eden ve destek bulan bir topluluk ile Kürtlerin gerçekten ortak “kollektif bilinç” içinde olduğu iddiasını nasıl hala ifade edebiliriz, bu aymazlıktan başka ne olabilir? Eşyanın tabiatına aykırı değil midir?
Bu soruların Kürtler için olmadığı aşikar, “Hepimiz Türk Milletiyiz ve Devlet hepimizin devleti” söylemi bugün yaşananlar karşısında nasıl bir karşılık bulur? Hendek özelinde, Türkiye Toplumu’nu oluşturan, diğer tüm toplulukları, Hendeklere bakış açılarına göre saflaştırırsak karşımıza gerçekten de ortak ve bir olan bir Kollektif Bilinçten söz edilebilir mi?
Peki aynı olaya, Kürtleri katmadan yaklaşırsa Türkiye (Türk milleti) demeye daha yakın mı kalıyoruz, daha uzak mı, ne dersiniz?
Makalenin devamından alıntı yapacak olursak “Gerçekten de iki farklı düşünce biçiminin, bu şekilde birbirinin içine geçiyor olmasını düşünmek mümkün değildir. İki topluluğun birbiri içinde eridiği olur elbette ama bu durumda yeni bir bilinç doğar ve bu yeni bilicin kapsamı ve içeriği, eskilerinden çok farklıdır.”
O zaman Türk Milleti olarak geçmişi, asıl kaynağından çağırdığımızda, geçmiş olayların hangisinde, (Kürt isyanları özelinden bakarsak-ki aslında Ermeni Soykırımından ele almak; Türk Milleti tanımının varlığını ötekinin yok edilmesi/inkarı ve asimilasyonu üstüne inşa ettiğini daha çarpıcı açığa çıkarmak için elzem) yeni bir ortak bilinç kurulması sonucunu yaratacak yaklaşımlar sergilendi?
Halbwachs makalesinden devam: “Başka bir halkı fetheden bir halk, onu kendi içinde eritebilir, ama bu durumda kendisi de başka bir halka dönüşür ya da en azıdan varlığı içinde yeni bir evreye adım atar. Fethettiği halkı kendi içinde eritmezse, her iki halk da kendi ulusal bilincini korur ve aynı olaylar karşısında farklı tepkiler verir.”
Burada Türk Milleti kavramının 100 yıllık geçmişini bugün iki farklı bir topluluk olarak açıkça ayrılmış olan Kürtler ve Türkler açısından ele alırken, Türklerden yola çıkmak gerektiğine inanıyorum. Öncelikle Türk Devlet geleneğinin, ne diğer toplulukları kendi içinde eritmesinden bahsedilebilir, Ermeni, Rum, Yahudi azınlıklara yapılan, soykırım, katliam ve sürgün tarihinde azınlıkların yok edilmesi eritme olarak kabul edilemeyeceği gerçeği ortada. İslam kollektif bilinç altında, gayri Müslimlere uygulanan politikalar, “türk milleti bilinci”ni yeni bir evreye geçirmediği gibi milliyetçilik kavramının daha da ilkel bir güncelliğe bürünmesine yol açtı. Türklük altında, Kürt varlığının önce resmi ideloloji tarafından 70 yıl boyunca inkarı üstünden oluşturduğu “Türk milleti bilincini” zor ile dayattı. Bu zor, daha başlarken, iki farklı topluluğu Teke indirilebileceği öngörüsüyle baştan eşyanın tabiatına aykırıydı. Zaman ile, Türk Milleti kavramının ve Tekçi dayatmasının, değişime manasızca direnerek, geçmişi şimdinin çıkarında yeniden ve yineleyerek üretmesi, ortak bir gelecek arayışı için zemini, sürekli bir katliam ve şiddet hali ile yok etti.
IV
Türk bireyinin özgeçmişi: Resmi İdeoloji
Şu an ki gerçeklik üstünden bir birliktelik kurmanın ilk ve en öncelikli koşulu, Kürt ve Türk’ün ayrılması gerçekliğine büründü.Bugüne kadar Türk milleti bilinci altında buluşmak, Türklük üstünden değil de, Türk dışındaki toplulukların, inkarı ve yok edilmesi ile mümkün kılındı. Devletin resmi tarihi, Türkün otobiyografisi haline geldi. Devletin katliamına yönelik tepkileri kendi kişiliğinin bir parçası gibi algılayan, kişisel tarihi, devletin resmi tarihinden ibaret bireyler, katliam ve inkar tarihini sahiplenen birer suç ortağı gibi hareket etti.
Ve en ürkütücü boyutu, Türk milleti kavramının, Türklük değil de ötekinin inkarı ve yok edilmesi üstünden kurmanın ağır yıkımını ancak altında kaldığında kabullenecekleri bir bir yolda devlet ve millet suçtan gurur duyarak ilerlemeye devam ediyor.
Toplum devlet arasındaki ilişkide, kurumların farklılıkları değil aynılıkları, sorunun çözümü için bir gelecekten ziyade sorunun her farklı kesimde homojenleşerek kronikleşmesini sağlıyor.
Abdullah Öcalan’ın, Türk Devlet ve toplum arasındaki ilişkilere dair şu tespiti ile Devlet toplum özdeşleşmesinin çarpıklığını da vurgulamak gerektiğine inanıyorum:
“Eski devletçilik hastalığı var. Toplumsal algı ile sorunlar çözülemez. Toplum kendini devlet, devlet de kendini toplum yerine koyuyor. Siyasi partiler de üçüncü güç olarak aracı olduğunda sorunlar artıyor. Partiler, devlet ve toplum özdeşleşmiş. Çözümün önüne geçiyor.” İmralı görüşmeleri Abdullah Öcalan. 14 Ekim 2013
Münir Göle’nin (Cogito; Sayı 50, sayfa 28) makalesinden alıntıyla sonuçlandırmaya yaklaşırsak, “Şimdi’nin süzgecinden geçirerek geçmişi kuran kişi, kendi kurgusunun sonuçlarıyla değişime uğrar. Geçmiş, şimdi’nin çıkarlarıyla uyumlu olarak sürekli bir yeniden yapılanma içindedir. Kişinin belleğini yoğurarak kendi anlatısını yaratması, toplumların tarihlerini yazmalarından pek farklı değil elbette. İnsan varlığını, kültürünü, değerlerini, yaşam biçimini başkalarına kendi bakış açısını yansıtacak şekilde hatırlar, anlatır. Bilinmesini istemediklerini gizler, örter, bazı noktaları vurgular, abartır. Nesnellikten uzak kişisel tarihini kurarken, geleceğe ve içinde yaşadığı topluma da mal olacak bir kurgu yaratmaktadır. Tarih bir toplumun bireylerinin amaçlarına uygun olarak düzenlenir bu amaçları haklı çıkarma işlevini üstlenir, güncel bir amaca hizmet edecek biçimde geçmiş ‘kurulur’…
Yeni bilgilerin değişimlerin ışığında tarih gözden geçirilir ve M. Mead’in belirttiği gibi ‘her kuşak kendi tarihini yazar”
Türkiye’de yaşadığımız ve aleni bir şekilde geçmişin kurgulanarak şimdinin çıkarlarına uygun olarak sunulduğu bugünlere bir kez daha bakalım:
Yaşadığımız, yaşanmış ve yaşanmakta olan bugünlerde doğruluk pusulamız, Kürtlerin gün be gün direnerek yaşadığı deneyimlerden yana mı; yaşanılanları bize şimdinin gerçeği ile aktaran Devletten yana mı?
Hendeğe kadar önümüzdeki asıl soru budur. Bu olmalıdır. Hendekten bu yana devlet var, Bu yandan baktığımızda Hendeğe kadar görüyorsak, gördüğümüz ne bunu anlatmaya çalışmak da yeterli kalmayacak. Devletten öte Hendek var dedik tamam, peki Hendekten öte tarafta ne var?
Bugün, tarihsel anlamda tüm geçmişin getirdiği direniş kültürünü de harmanlayarak, geleceğin yaratıldığı günlerdir. Bir şekilde, saatin tik taklarını duyanlardan olduğumuzu farz edersek, bizim hangi tarafa düşeceğimiz hakkında belirsizlik içinde olmamız biraz da hendeğin arka tarafında olan fikrin, söylemin ve inşa edilen yaşamın neden hala uzağında kaldığımızla ilgili değil midir?
Reşit Şahin, Şubat 2016 ✪