[sws_2_column title=””]F. öğle yemeğini, yolu bu mahalleye düştükçe uğradığı esnaf lokantasında yedi. Tavuk sote, pirinç pilavı, yoğurt ve ardından tel kadayıf. Beyefendilere has tavırları ve her uğrayışında bıraktığı dolgun bahşişler sayesinde saygısını kazandığı yüzü et benleri ile dolu o bahşişin çay konusundaki ısrarını reddetti. Bir ekonomi dergisinde yemekten hemen sonra içilen sıcak içeceklerin mideyi genişletip, bedende göbek yaptığını, gündelik kültürü zamansızca içilen sıcak içeceklerle yorulmuş Ortadoğuluların bu yüzden göbekli olduklarını okumuştu. “Başka sefere!” deyip kalitesi derisinin parlaklığından belli çantasını omzuna taktı. Çıkış kapısına yakın bir kısımdaki kasaya ödemeyi yaptı. Esnafsı hararetin kızıllaştırdığı elmacıkları yüzüne o köylü çirkinliğini katan patron lokantasının en önemli kısmı olan noktada görevine tapınan bir muhafız gibiydi. F. “üstü kalsın” dedikten sonra, eğilerek saygılarını arz eden lokantacının titrek tebessümü ile dışarı çıktı.
Öğle ezanının üzerinden hemen hemen bir saat geçmişti. Yine bu mahalleye yolu düştükçe uğradığı camiye doğru koyuldu. Ağır ağır yürüyordu; boş vakit bulma ihtimalleri kaldırımlarda külçe altın bulma ihtimallerine eşit o meşgul adamların boş vaktin içine sığan her şeyden zevk alan rahatlığı ile yürüyordu. Ve özenerek yürüyordu. Etrafında göz ucu ile süzdükleri kendisinin ihtişamlı haline özenen insanların kendilerini güçlü gösteren, umarsız, bıçkın, serkeş ve hür gösteren sahte tavırlarına özendi. Bu hallerle yolları arşınlayanların ara sıra boğazlarına çöken yumruları, yüreklerini tırmalayan pençeleri olmazdı herhalde. Belki de!
Bir buçuk seneden beri düzenli olarak namaz kılıyordu F. Avrupa’ya yaptığı bir iş gezisi esnasında uçakta bulduğu bir kitapta okuduklarından etkilenmiş, o kitabın etkisi ile başka kitaplara yönelmiş, aramış, araştırmış ve sonunda yaşamdan sonraki hayatı için bir şeyler yapması gerektiğine karar vermişti. Bir şeyler öğrenmenin tek yolunu kitapları kurcalamak olduğuna inanan o garibanlardandı F. Tanrıya karşı sadece namaz kılarak kulluk görevlerini yerine getirmediğinin farkındaydı ama şimdilik gücü sadece namaza yetiyordu. Bazen karşısına çıkan o her yanları kirden kapkara meczuplara yemek ısmarlıyor, bazense ofisindeki çaycının veya her fırsatta gevezeliğe başlayan pembe önlüklü temizlikçi kadının yoksulluklarından bahsettiği o çok çocuklu dul kadıncağızlara para gönderiyordu ama, daha yapması gereken çok şey olduğunu hissediyordu. F. Daha fazla kitap okumalıydı.
Caminin kapısına vardığında o serin sonbahar rüzgârlarından birinin keskin esişini teninde hissedince irkildi. Allah’tan abdestliydi. İhale toplantısının sonunda otelden çıkarken beş yıldızlı tuvaletin sıcak sulu lavabosunda almıştı abdestini. O güzelim sabunun tanımsız ama büyüleyici kokusu hala ellerindeydi. Güzel bir gündü bugün. Toplantı iyi geçmişti. Toplantı esnasında ikram edilen meyveli çaylar çok lezzetliydi, oturduğu koltuk yumuşacıktı ve etrafındaki insanlar bilindik İstanbullu okumuşların aksine toplantının tümünde maskelerini takmamışlardı. En azından yükselen benzin fiyatlarını eleştirirken ceplerinden çıkan paranın acısını mimiklerine yansıtabilmişlerdi. Toplantı sonunda dosyalarını düzenleyip çantasına yerleştirirken, lavaboya girerken yüzüne, kollarına, ayaklarına değecek soğuk suyu düşünerek kaygılanmıştı ama hayır; kaygısı boşa çıktı, lavabodaki su sıcacıktı. Soğuk, serinlik, adı her neyse o his onun için kainatın en kötü hissiydi. O kadar ki bir oğlu olsa adını güneş, bir kızı olsa adını bahar koyardı. Eli ekmek tutana kadar yetiştirme yurdunda, üniversite yurtlarında, bekar evlerinde ve hatta yalnızlığın üzerine dev adımları ile geldiği uzak şehirlerde sarılıp yattığı kötü arkadaş tüyleri diken diken eden o soğuktu.
Camide, minberin etrafında bağdaş kurarak oturmuş kuran okuyan birkaç ihtiyardan başka kimse yoktu. Çinili duvardaki eski bir çiviye asılmış tespihlere vuran güneş ışığı ucuz, mat, plastik boncuk tanelerini zümrütlere, yakutlara çevirmişti. Gül suyu kokusu girişte buruna çarpan ayak kokusunu bastırmıştı. Daha da güzeli cami zeminden ısıtmalıydı, ayaklarına değen yumuşaklığın bedenine naklettiği ısı çok hoşuna gitti. Huşu ile namazını kıldı. Alnı sıcak ve yumuşak zemine değerken içindeki ağır boşluklar ağzından secdegaha aktı. Ferahladı. Bu ferahın müsebbibi namaz mıydı, sıcaklık mı, anlamadı. Namazın sonunda dua niyetine nas suresini okudu. İnsanlardan korkuyordu çünkü; korkulmalıydı insanlardan. İnsanların nerede ne yapacağı ve kimin kime karşı yüreğinde ne beslediği belli olmazdı. Yüzüne bakılınca güzel şeylerin hatırlandığı insanlar o kötü kağıtlara basılan ve şimdi sahafların tane ile değil kilo ile sattığı ansiklopedilerde kalmıştı. Şimdi yeryüzü göbekli, maskeli, kravatlı, makyajlı insan yığınlarının boşluğu sıkıp suyunu çıkardıkları oda parfümüne bulanmış bir mezbahaydı. Namazı bitince çıktı, çantasından çıkardığı meşin eldivenlerini ellerini geçirirken ihtiyarlara selam verdi, kuran okumayı sonlandırmış çekik gözlü bir ihtiyar gülümseyerek selamını aldı. Caminin önünde uzayıp giden cadde boyunca yürümeye başladı. Mütebessim öğrenci kızların tezgâhtarlık yaptığı o yol üstü kahvecilerinden yeşil, şirin karton fincanlarda satılan Türk kahvesinden aldı, acıydı. Kahve yüksek tansiyon sürecini hızlandırıyordu, ara sıra başına binen ağrı, zonklamalar, halsizliği ve ölçümleri kalbinin durumunun pek hayırlı olmadığını söylüyordu ama olsun. Şu koskoca yaşamda bir tane zevki vardı. Gün gelir ondan da vazgeçerdi, üniversite yıllarında da sigaradan vazgeçemeyeceğini düşünürdü. Üç yıl önce onu da bırakmıştı işte! Biraz kilo almış, abur cubura meyli başlamıştı ama olsun. Yokuşları, merdivenleri çıkarken tıkanmıyor, kalbinin kaburgalarını döven coşkun titreklikleri uykularını bölmüyordu.
Varmayı planladığı yerin sokağına doğru saptığında kahvesi bitmişti. Kağıt fincanı buruşturup üzerinde belediye amblemi olan minik, metal bir çöp kutusuna attı. Caddeden kopup, sokağın içine ilerledikçe her şeyin kalitesi düşüyordu. Az önce omzuna çarptığı kişiler işsiz sanatçılar ve kollarını birbirine kenetlemiş üniversite öğrencileriydi. Cadde insanlarının saldırgan bakışları yoktu, çoğu kavga etmeyi bilmezdi, bakışları davetkar bir meraktan mamuldü. Sokak insanları iyi insanlardı belli ama… Martı kanatları tepesini gölgelerken güzel kıyafetlerine, asil duruşuna ve pahalı çantasına gözlerini diken eğitimsiz, çirkin ve saldırgan insanları aşmaya çalışıyordu. Burkucu yalnızlığına bir de korku eklenmişti. Neredeydi o dünyevi yoksulluğun bakışlarındaki manayı zenginleştirdiği varoş insanları? Yürüdü. Bakışları aştı, şimdiye kadar aştığı engellerin hepsinden daha az bir emek ve sıkıntıyla… Yüzeyindeki çürümüşlükler siyah beyaz türk filmlerindeki kasveti akla getiren demir kapıya, kirli sokağa girenleri kontrol eden polis noktasına ulaştığında polislerin bakışları donuklaştı.
-Buyurun efendim!
-İçeri gireceğim.
Polisler onun gibi kibar ve varlıklı olduğu her halinden belli olan bir beyefendinin bu mezbelede ne aradığına şaşırdılar. Onun gibi birisinin bedenini tatmin etmek için böylesi çöplüklere ihtiyacı yoktu ki. Ne kadınlar vardı kim bilir etrafında! Her geçen saniye süzüşleri sakilleşti. Yüzlerindeki anlamsızlık öfkeye dönüştü ama kime ne. Alanın ve satanın memnun olduğu bir diyarda ancak tezgâhları koruyabilirdi onlar. Düşünceleri görevlerinden daha önemli değildi polislerin, kapıyı açmak zorundaydılar.
-Teşekkür ederim.[/sws_2_column]
[sws_2_columns_last title=””]F. diğer günlere nazaran seyrek olan sokakta ilerlemeye başladı. Haftasonu olsaydı ohoooo! Şehir dışından gelmiş ameleler, kısa saçlı askerler, taşralı tüccarlar… Ceplerini ve çantasını kolluyordu çünkü yankesicilerin ustalıklarını göstermekten çekinmeyecekleri bir ortamdı burası. Fahişelerinde çürümeye yüz tutmuş biçimsiz bedenlerini! Etrafındakiler kış uykusundan yeni uyanmış ayılar gibi yalanırken o etrafına pek bakmamaya çalıştı. Gözlerine üzerine çamur sıçramış paçalar, giyinile giyinile paçavraya dönüşmüş ayakkabılar, sigara izmaritleri ve gobit suyu veya döner yağına batmış gazete parçaları çarparken adımlarının temposunu değiştirmedi. Pencereleri mavi demirli sarı eve yanaştıkça içindeki heyecan arttı. Ne zaman hasretini çektiği şeylere kavuşmanın heyecanına kapılsa boğazı ile göğsü arasındaki etlerde bir karıncalanma olurdu; hafiflerdi. Mavi demirlere tutunarak dışarıdakilere göğüslerini gösteren kadınları izleyen yığını güçlükle aştı. Duyduklarına şaşırmadı, alışkındı ama yine de iğrendi. İnsan böyleydi işte. Az sonra bu çirkin tınıları duymayacağı bir dünyada olacaktı. Kapıdan içeri girdiğinde iç çamaşırlarıyla oturan kadınlar etrafını sardılar. Böylesi paralı ve bakımlı bir keklik asırdan asıra düşerdi bu çöplüğe, etini yemek kime nasip olurdu acep? F. etrafını saran kadınlarla ilgilenmedi, en genç ve en bakımlısıyla bile. Bedenlerine dar gelen rengarenk iç çamaşırlarıyla absürd bir tiyatronun acemi oyuncularına benziyorlardı. Başını salonun her köşesinde gezdirdi, aradığı ortalıkta yoktu. Salonun derinliğinde bir koltuğa kurulmuş gazete okuyan tüccarın yanına gitti.
-Selamlar.
Tüccar ceplerinden altın dökülen bir şehzadeyi görmüşçesine sevinçle ayağa kalktı.
-Ooo abicim, hoş geldiniz. Nerelerdesiniz aylardır.
F. gülümsedi. Tebessümünde her şeyi ile belirgin bir çekingenlik vardı.
-Eh uğrayamadım, işler güçler, vakitsizlik.
-Allah hepimize bol kazanç versin.
Tabi ki F’nin bu pis herifle muhabbet etmeye niyeti yoktu. Sabırsızlanıyordu.
-O nerede?
-Şimdi gelir güzel abim, bekle. Bir çay ikram edeyim sana.
-Teşekkür ederim.
-Olur mu yahu!
-Hayır gerçekten, teşekkür ederim. Müşterisi mi var?
Tüccar daha sorusuna cevap vermeden O başı balık, gövdesi öküz gövdesine benzeyen bir adamın koluna girmiş vaziyette aşağı iniyordu. Adam elini onun kat kat, çirkin beline atmıştı, anlamsız anlamsız, sırf laf olsun diye gülüyorlardı. O, F’yi görünce önce duraksadı. Gülümsedi, kaybettiği bir şeyi bulmuş gibiydi. F. Onu görünce tüccarın yüzüne baktı. Gözleri umut doluydu. O hızlandırdığı adımları ile merdivenlerden indi, çirkin müşterisinin kel alnını öptü ve adamı alelacele yola koydu. Adam kapıdan çıkar çıkmaz F’nin yanına geldi.
-Nerdesin aylardır hayırsız.
-Boş ver, yukarı çıkalım.
F’nin cümlesinin ardından tüccar kadına göz kırptı. Kadın F.’nin koluna girdi yukarı çıktılar.
Odada ağır bir ter ve insan gazı kokusu vardı. F. küçük sehpanın üzerindeki minik bakır tabakta içi er suyu ile dolu kırmızı renkli bir prezervatifi gördü. Rahatsız oldu. O F’nin buruşan yüzünü görünce hemen ayaklandı.
-Amaan bu naleti nasıl unutmuşum. Kusura kalma.
F. hiçbir şey söylemedi, acıyla tebessüm etti. Kadın tabağın içindekini çöpe attı. Ellerini etrafı sapsarı kesilmiş kara taştan bir lavaboda yıkadı.
-İşlerin nasıl?
-Çok iyi, bugün yeni bir ihale aldık. Sen nasılsın?
-Kötüyüm, ülser olmuşum, neydem çekiyoz işte. Doktor olacak kör olası ilaç verdi ama ilaç netsin. Yaş oldu elli bir be yiğidim.
-Geçmiş olsun.
-Her zamanki gibi mi?
-Evet.
F. çantasını yatağın üzerine koydu, minik siyah bir poşet çıkardı, poşetin içinden de mor renkli bir yazma. Ona uzattı, kadın tecrübeyle yazmayı başına bağladı. Ardından F. serçe parmağı büyüklüğünde bir göz kalemi çıkardı çantasından. Yazmayı başına bağlamış kadının sol gözünün altına ve dudağının sağ kenarına koyu ve büyük birer et beni çizdi.
-Tamamdır şimdi.
Kadın alışık olmadığı bir ağırlıkla gidip yatağın sağ ucuna oturdu. F. Yatağa uzandı, başını kadının dizlerine denk getirdi. Kadın da mutluydu. Tatmadığı, tatmaya fırsat bulamadığı bir sevecenlikle bütünleşiyordu şimdi.
-Başlayabilirsin.
Kadın tombul parmaklı elleriyle F’nin kafasını okşamaya başladı. Gerçekten sevecenlikle dokunuyordu, her şey F’nin istediği gibiydi.
-Yavrum, gınalı guzum, gurban olduğum, gadasını aldığıım.
Kadının kalın sesi kulaklarına dolmaya başlayınca F. gözlerini kapadı. Yüzünü sadece yetiştirme yurdundaki dosyasında gördüğü annesini hayal etti. Şimdi F. için her şey inanılmayacak kadar güzeldi. Şimdi F. gınalı guzuydu, gadası alınıyordu, resmen uçuyordu.