Blog

  • Thomas Bernhard – Nereye bakarsak bakalım devlet ölüleri görürüz

    Thomas Bernhard – Nereye bakarsak bakalım devlet ölüleri görürüz

    Reger’le Sanat Tarihi Müzesi’nde saat on bir buçukta sözleşmiş olmama karşın, uzun zamandan bu yana kararlaştırdığım üzere, onu bir kez olabildiğince uygun bir açıdan, tedirgin olmadan gözlemleyebilmek için saat on buçukta oradaydım, diye yazıyor Atzbacher. Onun, Bordone Salonu’nda Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ının karşısında, kadife kaplı bankın üzerinde öğleden önceleri tutulmuş yeri olduğundan, ki dün bana orada Fırtına Sonatı’nı açıkladıktan sonra Füg Sanatı üzerine, Bach öncesinden Schumann sonrasına kadar diye adlandırarak verdiği konferansı sürdürdü ve bu arada giderek Bach’dan değil de daha çok Mozart’tan söz etme keyfine kapıldı, ben, Sebastiano Salonu’nda durmalıydım; hiç hoşlanmadığım halde Tiziano’ya tahammül etmek zorunda kalarak, Reger’i Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ının önünde gözlemleyebilmek için, hem de ayakta durarak, ki bu kötü bir durum sayılmazdı, çünkü ben oturmaktan çok ayakta durmayı yeğlerim, özellikle de insanları gözlemlerken ve oldum olası insanları ayakta oturarak olduğundan daha iyi gözlemlemişimdir, Sebastiano Salonu’ndan Bordone Salonu’na bakarken en iyi görüş açısını kullanarak gerçekten de bankın arkalığının bile engelleyemediği Reger’in profilini, dün gece çıkan fırtınadan mutlaka etkilenmiş olarak siyah şapkasını başından hiç çıkartmadan oturduğu halde görebildim, yani Reger’in tamamen bana dönük olan sol profilini, böylece Reger’i bir kez hiç tedirgin edilmeden gözlemleme kararım başarılı olmuştu. Reger (kışlık paltosu içinde) dizlerinin arasına sıkıştırılmış bastonuna dayanarak, bana göründüğüne göre tamamen Beyaz Sakallı Adam’ı seyretmeye yoğunlaşmış olduğundan, Reger’i gözlemlerken yakalanma korkum asla yoktu. Salon hizmetlisi Irrsigler (Jenö!), ki Reger’le onu otuz yılı aşkın bir ahbaplık bağlıyordu ve ben de (yirmi yılı aşkın bir süre) onunla bugüne kadar iyi bir ilişki içindeydim, yaptığım bir el hareketiyle Reger’i bir kez olsun tedirgin edilmeden gözlemleme isteğimden haberdar olmuştu ve bir saat şaşmazlığı içinde her göründüğünde, sanki ben orada yokmuşum gibi davrandı, tıpkı o, yani Irrsigler, görevini yerine getirerek, girişin ücretsiz olduğu bu cumartesi günü anlaşılmaz derecede az olan galeri ziyaretçilerini, o bildik, ama onu tanımayanların sevimsiz buldukları biçimde kontrol ederken Reger orada değilmiş gibi davrandığı gibi. Irrsigler, bilindiği üzere tüm münasebetsizliklerle donanmış müze ziyaretçilerini ürkütmek için müzelerdeki bekçilerin kullandıkları usandırıcı bakışa sahip; onun ansızın ve hiç ses çıkartmadan herhangi bir salonun köşesinden çıkagelip kontrol yapması onu tanımayanlar için gerçekten mide bulandırıcı; gri, kötü dikilmiş, ama sonsuzluğa kadar alınyazısı olmuş üniforması, siyah, büyük düğmelerle iliklenmiş olmasına rağmen, cılız gövdesinden aşağıya tıpkı bir giysi askısından sarkar gibi sarkıyor ve aynı gri kumaştan dikilmiş başındaki armalı kasketiyle devlet tarafından görevlendirilmiş sanat yapıtları muhafızından çok, cezaevlerindeki gardiyanlara benziyor. Irrsigler, onu tanıdığımdan beri hep aynı solgunlukta, oysa hasta değil ve Reger onu onlarca yıldan beri otuz beş yıldır Sanat Tarihi Müzesi’nde görev yapan bir devlet ölüsü diye adlandırıyor. Otuz altı yıldan daha fazla bir zamandan beri Sanat Tarihi Müzesi’ne gelen Reger, Irrsigler’i göreve başladığı ilk günden beri tanıyor ve onunla tamamen dostça bir ilişki içinde bulunuyor. Bordone Salonu’ndaki bankı sonsuza kadar garantilemek için yalnızca ufak bir rüşvet vermem gerekti demişti Reger yıllar önce. Reger, Irrsigler’le otuz yıldan bu yana ikisi için alışkanlık haline gelen bir ilişkiye girdi. Reger Tintoretto’nun Beyaz Sakallı Adam’ıyla yalnız kalmak istediğinde, ki seyrek değildi bu, Irrsigler Bordone Salonu’nu ziyaretçilere kendiliğinden kapatır, sonra kendisi hemen koridorda dikilir ve kimseyi geçirmez. Reger’in bir el işareti yapması yeterlidir, Irrsigler Bordone Salonu’nu kapatır, Bordone Salonu’nda ayakta duran ziyaretçileri Bordone Salonu’ndan dışarıya çıkartmaktan çekinmez, Reger öyle istediği için. Irrsigler, Bruck an der Leitha’da marangozluk eğitimini tamamlamış, marangoz çıraklığını almadan hemen önce polis olmak için marangozluktan vazgeçmiş. Polis örgütü Irrsigler’i fiziksel zayıflıktan ötürü reddetmiş. Yirmidört yılından beri Sanat Tarihi Müzesi’nde bekçi olan bir dayısı, ona Sanat Tarihi Müzesi’ndeki, Irrsigler’in dediğine göre en az paralı, ama en emin işi bulmuş. Irrsigler polis örgütüne de, sırf polislik mesleğinde de giysi sorunu çözülür göründüğü için girmek istemiş. Yaşam boyu aynı giysinin içine girmek ve bu yaşam boyu giysiyi devlet sunduğu için kendi parasıyla ödemek zorunda kalmamak ona ideal görünmüş, onu Sanat Tarihi Müzesi’ne getiren dayısı da böyle düşündüğünden bu idealle ilgili olarak poliste ya da Sanat Tarihi Müzesi’nde işe girmesi açısından bir ayrım olmamış, gerçekten de polis daha fazla ödüyormuş, ama Sanat Tarihi Müzesi’ndeki iş buna karşılık polis hizmeti ile karşılaştırılamazmış, Sanat Tarihi Müzesi’ndeki işten daha çok sorumlu, ama aynı zamanda da daha kolay bir hizmeti Irrsigler düşünemezmiş. Polislik hizmeti her gün yaşamsal tehlike, Sanat Tarihi Müzesi’ndeki iş ise tehlikesizmiş, diyor Irrsigler. Mesleğindeki tekdüzeliği düşünmemek gerekirmiş, o bu tekdüzeliği seviyormuş. Günde kırkla elli kilometre arası yürüyormuş ki bu sağlığı için, örneğin polislik işinde ana meşgalenin sert bir büro koltuğunda ömür boyu oturmaktan oluşmasından çok daha yararlıymış. Normal insanlar yerine müze ziyaretçilerini daha severek izlermiş, çünkü müze ziyaretçileri ne de olsa sanat zevki olan, daha yüksek kişilermiş.

    Çeviri: Sezer Duru

  • Johan August Strindberg: Baba’dan [Bütün ev silahlanmış bulunuyor]

    Johan August Strindberg: Baba’dan [Bütün ev silahlanmış bulunuyor]

    RAHİP : Sen Bertha konusunda ne yapmak istiyorsun ki bir türlü anlaşamıyorsunuz? Uzlaşma yolu yok mu?

    YÜZBAŞI : Onu olağanüstü bir varlık yapmak, ya da kendi kalıbıma dökmek istiyorum sanma. Kızıma pezevenklik edip onu evlenme pazarına uygun biri olarak yetiştirmek niyetinde değilim. Çünkü, sonunda evlenemezse, yaşamak bir dert olur kendisi için. Öte yandan, uzun bir yetişme dönemini gerektiren bir erkek mesleğine girmesini de istemiyorum, çünkü evlendi mi hepsi boşa gider.

    RAHİP : Peki, niyetin ne?

    YÜZBAŞI : Öğretmen olmasını istiyorum. Evlenmezse, kendi başının çaresine bakabilir; hiç değilse, kendi kazançlarıyla ailelerini geçindirmek zorunda kalan o zavallı öğretmenlerden geri kalmaz. Evlenecek olursa, kendi çocuklarını eğitir. Doğru düşünmüyor muyum?

    RAHİP : Doğru düşünüyorsun, evet, ama kızdaki o sanat yeteneği ne olacak? Körlenirse, yazık olmaz mı?

    YÜZBAŞI : Hayır. Denemelerini, ünlü bir ressama göstermiştim: “Bunlar okulda öğrenilen cinsten şeyler ancak,” demişti. Derken züppenin biri geldi bu yaz, sözde daha iyi anlarmış bu işlerden: “Kızınız dahi,” dedi; bunun üzerine davayı Laura kazandı.

    RAHİP : Adam kıza âşık mıydı?

    YÜZBAŞI : Hiç şüphem yok.

    RAHİP : Öyleyse Tanrı yardımcın olsun dostum, çünkü ben hiçbir çıkar yol göremiyorum. Ama çok can sıkıcı bir şey bu; bana öyle geliyor ki, Laura’yı destekleyenler de var… (Öbür odaları göstererek) Orada.

    YÜZBAŞI : Bundan emin olabilirsin. Bütün ev silahlanmış bulunuyor; laf aramızda, öbür tarafın savaş yöntemi hiç de yiğitçe değil.

    RAHİP (kalkarak): Bilmez miyim sanıyorsun?

    YÜZBAŞI : Sen de mi?

    RAHİP : Ne sandın ya!


    Johan August Strindberg
    (d. 22 Ocak 1849, Stockholm –ö. 14 Mayıs 1912, Stockholm) İsveçli oyun yazarı, romancı.

    Oyunları, romanları ve kısa öyküleriyle tanınır. Yaklaşık yarısı tiyatro oyunu olan 120 kadar eser üreten Strindberg, Avrupa ve Amerikan tiyatrosu üzerinde büyük etkisi olmuş bir yazardır. Toplumsal eleştiriler içeren ve bir yandan da kadın-erkek çatışmasını konu edinen oyunlar yazmıştır; Bayan Julie, Ölüm Dansı, Rüya Oyunu, Hayalet Sonatı gibi oyunları günümüzde de dünya sahnelerinde sıklıkla oynanır.

    Strindberg edebiyatçılığının yanı sıra astronomi, kimya, zooloji gibi bilimlerle amatör olarak ilgilenen bir bilimadamı; fotoğrafçılık, resim, sinoloji (Çinbilimi) ile uğraşan çok yönlü bir kişi idi. 100. ölüm yıldönümü olan 2012, “Strindberg yılı” ilan edilerek çeşitli etkinliklere vesile olmuştur.

  • Alejandro Zambra – Ağaçların Özel Hayatı’ndan

    Alejandro Zambra – Ağaçların Özel Hayatı’ndan

    Tam şu anda, parkın yalnızlığına sığınmış ağaçlar, iki kişinin dostluk işareti olarak kabuğuna isimlerini kazıdıkları bir meşe ağacının talihsizliğinden bahsediyor. Kavak, Kimse senin rızan olmadan üzerine bir dövme yapma hakkına sahip değildir, diye atılıyor, baobapsa daha kızgın: Meşe içler acısı bir vandalizmin kurbanı oldu. O insanlar bir cezayı hak ediyor. Onlar hak ettikleri cezayı bulana kadar mücadele etmekten geri durmayacağım. Yakalarından düşmeyecek, yeri, göğü, denizi arşınlayacağım.

    Kız en ufak bir uyku belirtisi olmadan, zevkle kahkaha atıyor. Zor sorular soruyor, asla tek bir soru değil, en azından iki ya da üç, hem de telaşla, acilen cevaplanması gereken sorular: Vandalizm nedir Julián? Bana bir bardak limonata getirebilir misin, üç şekerli? Annemle sen dostluk işareti olarak bir ağacın gövdesini kazıdınız mı hiç?

    Julián sabırla, soruların sırasını bozmamaya gayret ederek cevap veriyor: Vandalizm vandalların yaptığı şeydir, vandallar sırf zarar vermekten zevk aldıkları için zarar veren kimselerdir. Ve evet, elbette sana bir bardak limonata getirebilirim. Ve hayır, annenle ben asla bir ağacın gövdesine isimlerimizi kazımadık.


    Alejandro Zambra

    1975’te Şili’de doğdu. İspanyol edebiyatı ve filoloji okudu. Etkilendiği yazarlar arasında Jose Santos Gonzalez Vera ile Juan Emar’ı sayan Zambra, ilk romanı Bonsâi (2006) ile çeşitli ödüller kazandı. Cristian Jimenez tarafından sinemaya uyarlanan Bonsâi (2011) Cannes Film Festivali’nde ve İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. 2010 yılında Granta’nın İspanyolca yazan en iyi yirmi iki romancı arasında gösterdiği Zambra El Mercurio, La Tercera, The Clinic ve El Pals gazetelerinde yazdı. Regina’da yaşıyor ve Santiago’daki Diego Portales Üniversitesi`nde edebiyat dersleri veriyor. Bahia Inutil (1998) ve Mudanza (2003) adlı şiir kitaplarının yanı sıra No leer (2010) adlı bir deneme kitabı ile Facsfmil (2014) adlı deneysel bir kitabı var. Notos Kitap’ta yayımlanan öteki romanları: Bonzai, Eve Dönmenin Yolları. Öykü kitabı Mis documentos (2013) da Notos Kitap tarafından yayına hazırlanıyor.

    Çiğdem Öztürk

    1978 İstanbul doğumlu. Adam Yayınları’nın ve Adam Öykü, Adam Sanat, Pazartesi, Roll, Express, Bir+ Bir dergilerinin mutfağında çalıştı. Çevirdiği kitaplar arasında Küba’da Sosyalizm ve İnsan (Ernesto Che Guevara), Tavşan Deliğinde Fiesta (Juan Pablo Villalobos), Bonzai ve Eve Dönmenin Yolları (Alejandro Zambra) bulunuyor.

  • Ahmet Hamdi Tanpınar [Bize göre hürriyet meselesi]

    Ahmet Hamdi Tanpınar [Bize göre hürriyet meselesi]

    Yukarda hayatımın sıkıntılarından birkaç defa bahsettim. Hatıralarım ilerledikçe okuyucularım ömrüm boyunca ihtiyaç ve mahrumiyetin âdeta ikinci bir deri gibi vücuduma yapışmış olarak dolaştığımı göreceklerdir. Fakat hiç de saadet denen şeyi tatmadım diyemem.

    Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde– zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun bellibaşlı imtiyazı hürriyetti.

    Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık.

    Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

    Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, –haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!– bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.

    Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir. Evvelâ, burası zannımca en mühimdir, onu bana hiç kimse vermedi. Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz, etrafımızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıa sonraları ben de onu kaybettim. Fakat ne olursa olsun bana temin ettiği şeyler hayatımın en büyük hazinesi oldular. Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım, hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar. O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti.

    Lüzumsuz hiçbir şeyin peşinde koşmadım. Hiçbir ihtirasın peşinde beyhude yere emek sarf etmedim. Hiçbir zaman sınıfımızın birincisi veya ikincisi, hattâ yirmincisi olmak istemedim.

    Fatih Rüştiyesindeki sınıfımızın kalabalık mevcudu bana, etrafımdaki yarışı en geri sıralardan, isterseniz buna kral locası deyin, seyretmek imkânını verdi. İnsan işlerine uzaktan bakmayı oradan öğrendim.

    Arkadaşlarımın çoğu gibi mektebe lalalarla, uşaklarla gitmedim. Ne yeni, süslü elbiselerim, ne su geçmez potinim, ne sıcak paltom vardı. Daima diz kapaklarım yamalı, daima dirseklerim biraz dışarıya fırlamış gezdim. Hiç kimse mektebe giderken bin türlü sıkı tembihle beni öpmedi, ne de akşam üstü yolumu dört gözle beklediler. Hattâ eve ne kadar geç gelirsem etrafımdakiler o kadar rahattı. Bununla beraber mesuttum. Bütün bu şeylerin yokluğuna karşılık hayatı ve sokağı kazanmıştım. Mevsimler, insanlar, hayvanlar, eşya en munis, en değişik yüzleriyle benimdiler.

    Günde iki defa Edirnekapı ile Fatih arasındaki yolun en uzun zaman içinde, her adımı ayrı ayrı hayaller peşinde atarak, gider gelirdim. Vakıa on yaşlarıma doğru bu mesut hayatı bir ihtiras bulandırdı. Dayımın sünnet hediyesi olarak verdiği saatle hayatımın ahengi biraz bozulur gibi oldu. Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir. Bununla beraber mesut yaradılışım onun hayatımı büsbütün çığrından çıkarmasına mâni oldu. Bilakis ona bir istikamet verdi. Yani hayatım onunla şekil aldı. Belki de bana hürriyetin asıl kapısını o açtı.

  • Pier Paolo Pasolini: 120 ve futbol

    Pier Paolo Pasolini: 120 ve futbol

    Pier Paolo Pasolini, Bologna FC 1909 taraftarı. Şunu söylemiştir, izansız ve katıksız: “Spor, uygarlığa dair o kadar önemli bir olgudur ki, ne yönetici sınıf ne entelektüeller tarafından görmezden gelinemez, göz ardı edilemez.” Ve, hem, futbolu kelimelere dönüştürüp çevirmeye hiç ihtiyaç yoktur. Futbolun kendisi, eylemi, gerçek anlamda bir sınıf çatışmasıdır, sergilendiği arenada, stadyumda beliren çatışma ortamıdır, yerleşik, kuralları belirlenmiş, bileğine göre savaşacağın bir sınıf mücadelesidir. (O zamanlardan bahsediyoruz, bu zamanlardan değil.)

    En güzel fotoğrafları sokakta top teperken. San Lorenzo sokaklarında beraber duvarda paslaştıkları arkadaşlarını ziyaret eden Fütüristika alt birimleri mevcut. Bir lokantanın köşesinde, Pasolini’nin futbol oynarken gülümsemesini tasvir eden yaşlı adamların torunlarının tercümesinden, coşkulu pası almışlardır. Gran tuvalet giyinmiş Pasolini, deri ayakkabıları, kolalı gömleğiyle topun ardından koşar,  kıravatı ve ceketinin altından gözüken yeleğiyle, topu kontrol eder, sahaya nasıl ayak basacağını bilir, yumrukları sıkılı, kollarını koşarken açar, dengesini bulmaya çalışan bir kuşun kanatlarını açması gibi, topu alır, gözleri pas atacak arkadaşlarını aramaktadır, bunca fotoğrafına bakınca, en çok odaklandığı ve kendisini verdiği an, futbol oynadığı andır.


    “Prati di Caprara’da futbol oynadığım o ikindi vakitlerinde, hep sağ kanattaydım, hiç kuşkusuz hayatımın en güzel günleriydi. Bologna, ah Bologna o dönem tarihinin en güçlü dönemini yaşıyordu.Futbol işaretler oyunu, dili bu. Yazılı dil ile karşılaştırılacak olursa dahi, mükemmelliğe en yakın dil denebilecek özellikleri var. İşin aslı, futbolun dilini oluşturan ‘kelimeler’, yazılı dilin kelimeleri gibi yapılanıdırılmıştır. Yazılı dil, sesbirimlerinin sonsuz kombinasyonlarından oluşur, İtalyanca’da mesela, alfabedeki 21 harfin çeşitlemeleri gibi. O zaman, yazılan ya da konuşulan dilin en küçük parçası sesbirim ise, futbolun dilinin temel biriminin keyfini yaşamak istemiyor muyuz? Topa “vurmak için ayağını kullandığı” birisi de bu durumda futbolun sesbirimidir, keyfini çıkaracaksak.  Böylece, sesbirimlerin sonsuz kombinasyonu “futbol kelimelerini”  ve gerçek sözdizimsel kurallarla yapılandırılmış futbol kelimeleri ise konuşmayı oluşturuyor. Futbolun sesbirimleri yirmi iki adet, futbol kelimeleri ise sonsuz, çünkü bu birimlerin sonsuz kombinasyonu var (mesela, antrenmanda iki oyuncu arasındaki pas varyasyonları), sözdizimi “oyunda” belirleniyor, ki kendisi hakiki bir konuşma haline geliyor. Dilin anahtarı oyuncular, bizler, tribünlerde, şifre çözücüleriz: Kodları paylaşıyoruz. Futbolun kodunu bilmeyen biri, onun kelimelerini de (koşuyu), konuşulan dilin (koşular dizisi) anlamını yakalayamaz.

    Ben Roland Barthes ya da Greimas değilim, bir amatörüm. İsteseydim, bu basit metinden öteye, futbolun diline dair bir deneme yazabilirdim. Ama yine de, sizlerin futbola dair iyi bir şeyler yazabileceğinizi düşünüyorum, çünkü her dilde olduğu gibi, futbolun da tümüyle “aktarımsal” bir yanı vardır ve koduyla şekillenmiş bir yapısı, aktarımı mevcuttur. Her dilin oluşturduklarının alt dilleri olduğunu söyledim, her birinin kendi alt kodu bulunur. O zaman futbolun dilinde de şu türden ayrımlara gidebiliriz: Futbolu da alt kodaları vardır, tamamen araç olduğu andan itibaren de, aktarıcıdır. Topa bir vuruş bütünüyle bir metin olabilir ya da bir dil olarak başka bir vuruş tümüyle şiirsel de olabilir. Şöyle açıklayayım: Bulgarelli bir düzyazı vuruşçusuydu, o tamamen gerçekçi bir düzyazı yazarıydı”. Riva ise şiir gibi vururdu topa, “gerçekçi şairdi”. Burada şiir ve düzyazı arasındaki fark anlama dair değildir, lütfen, tamamen teknik bir ayrımdır.”


    İTALYAN DERBİSİ: Pasolini ve Bertolucci

    Bertolucci, Pasolini ile kupasını alırken
    Bertolucci, Pasolini ile kupasını alırken

    1975 yılında Pasolini ekibiyle birlikte Salo ya da Sodom’un 120 Günü çekimleri için Parma yakınlarına konumlanır. Bertolucci de kendi ekibiyle yakınlardadır. 16 Mart tarihinde doğumgünü şerefine iki ekip futbol oynamak üzere çayıra çıkar. (Bu çayır, sonradani Parma kulübünün anternman tesisleri olur, Chiesa’lı, D. Baggio’lu, Zola ve Inzaghi’li efsane Parmalılar aynı sahada koşar. Pasolini’nin takımı, kaptanları eşliğinde Bologna renkleri taşıyan mavi-kırmızı ağırlıklı üst ve şortlarıyla sahadadır, Pasolini sağ kanatta yerini almıştır. Bertolucci ise, futbol topuna nasık yaklaşması gerektiğine dair kararsızlığıyla olsa, kenarda yer alır. Bertolucci’nin takımının adı 900, Pasolini’nin takımının adı ise, filme göndermeyle 120’dir. Bertolucci’nin ekibi, formasızlıktan yarı çıplak ya da kimileri sadece donuyla oynayacak oyuncularıyla, bazılarında üstlerinde rengarenk kazaklarıyla sahaya çıkar, filmin kostümcüsü, sarı çizgilerle kağıtlardan 900 rakamını oyuncuların giysilerine iliştirmiştir. Parma gazetesi daha sonra maçta giyilen “saykodelik çorapların”, Bertolucci’nin takımının rengarenk kıyafetlerinin karşı takımın paslaşma esnasında nasıl kafasını karıştırdığını yazar. Maçı izleyenlerin söylediğine göre, Bertolucci’nin ekibi maçı 5-2 kazanır. Golün oluşumunun gerçekliğine dair kafa karışıklığıdan olsa, yönetmen maçın 19-13 bittiğini iddia eder. Pasolini ise, maça kendilerini yeterince vermediğini düşünen takım arkadaşlarına kızdığından devre arasında maçı terk etmiştir. Maç boyunca şakalar komiklikler yapsa da, oyuna saygısı daha fazladır.

    B. ve P.
    B. ve P.
  • Vladimir Makanin: Siyahı seçmek

    Vladimir Makanin: Siyahı seçmek

    “Acı çeken, biraz olsun kendisine kimin ve neden acıdığını bilen demektir. Acı çeken, kendiliğinden ıstırap duyan demektir.”
    Vladimir Makanin


    Doğduğum köyde yapacak bir şey yoktu, sürekli satranç oynardık. Dikkatli ve istekli bir öğrenciydim, yine de dersler yüreğime hiç işlemedi. Kişiliğim üniversitede oluşmadı, daha çok beşinci sınıftayken yetişkinlerle satranç oynadığım günlerde kendim oldum. Rakiplerimi tam yeneceğim sirada, terlemeye başlarlardı, sandalyelerinde kıpırdanır, sigara içerlerdi, o zamanlar yarışmalarda tüttürmek serbestti. Karşılarında sessizce oturmuş oğlan ise –ben- oyundan keyif alırdı. O eşsiz mücadele duygusu tüm yaşaşmımda bana yardımcı oldu. Daha çok, metin yazmanın talepkarlığını ve beni yenmek için neredeyse oyuncu bir halde bastıran çabasını kast ediyorum. Artık o genç değilim, yerinde oturmuş, terleyen, kıpırdayan ve tüttüren kişi oldum.

    “Zafer, siyahlarla oynayanın olacaktır.” Beyazlarla oynamak, başkaları gibi yazmak anlamına geliyor, hızlıca öne geçmek. Belirsiz bir alanda yeni karakterlerle bir novella ya da roman yazmak, siyahlarla oynamaya benziyor. Bölümler halinde yazıyorum, ana sahneleri karışık sırayla yazıyorum, bazen sondan başlıyorum. Mutfakta olmak gibi bir durum. Bir şey kızartacaksın, ihtiyacın olan şey birkaç parça et sadece.

    Gençken, çevrede bu kadar kitap yoktu, yine de şanslıydım, annem öğretmendi. Onuncu ya da on birinci sınıftayken, bana okumam için üç yazarın kitaplarını getirdi: Ivan Bunin, Alexander Kuprin ve Leonid Andreyev. Okumak bir dere değil de nehir gibiydi bana. Üniversitedeyken Remarque’nin Üç Yoldaş’ı hit olmuştu. Shakespeare okudum, çok güzel bir ciltti, yüksek ihtimal çalındı ve bir sahafın raflarına düşmüştür herhalde, yarı aç gezen öğrencilerdik, ne yaparsın? Artık pek üzülmüyorum, yine de o kitabı üzerinde eski notlarımla bir kere daha görmeyi isterdim.

    İki süreç var: Yaratma ve tüketme. Yazar sadece ilkinden sorumludur. Bir roman, drama yazabilir ama nereye ulaşacağına dair sözü yoktur. Etkisi dışındadır. Toplum ürettiğini tüketir, ertesi gün hakkında konuşmaya başlar ve bir ay sonra da seni çöpe atabilir. Veya ancak ölümünden sonra farkına varır. Ya da asla farkına varmaz. Yine de, bunlar senin işin değildir, senin tek işin yaratmaktır. Yaratma süreci tabii ki sonrasını da etkileri yazarın kendisini de. Yazarın kendisi de sıklıkla, sonradan olanları pek algılayamaz. Başarı denen şey pek güzel bir durum olmayabilir. Bizler, üretenler ve onlarla ilgilenenler arasında pek ince bir bağ var ya da yok gibidir. Bir kovandaki arılar gibi olmayalım zaten. Birçok örneği vardır, matematikte, fizikte, satrançta, büyük isimler var, haklarında hiçbir şeyi bilmediğimiz, varlıklarından haberdar olmadığımız kişiler var.

    Danimarka’da kitabım yayımlanmıştı. Tanıtımdan sonra bir yere davet edildik ve oturduk. Kızım da o zamanlar müizk eğitimi alıyordu. Yolumun üzerinden ona aldığım plakları koyduğum torbam da elimdeydi. Editörlerle oturunca, kapının arkasına astım. Konuşmaya başladık, Dostoyevski, Kierkegaard, varoluşçular, o zamanlar pek moda konular. Genç bir adam kapıyı çalıp içeri girdi, kendi dilinde anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Çıktı. Bir saat daha oturduk, Dostoyevski, Kierkegaard’a devam. Sonra fark ettik ki, soyulmuşum. Plakların olduğu torba gitmiş. Konuşmalar başladı hemen, yapan Danimarkalı olamaz, kesin Alman’dır dediler. Bu muhabbeti Almanya’da anlattığımda, Almanlar bana yapan kesin Doğu Alman’dır dedi. Doğu Almanyalı biriyle konuşurken Polonyalılar çalar dedi. Polonya’da da Ruslar’ın hırsız olduğunu düşünüyorlar. İşte böyledir, bir adım (yarım adım) doğuya doğru itildikçe dönüp dolaşıp Asyalı diye yazmamın beni vurması ilginç.

    https://vimeo.com/31087085

  • [Hür Yumer] Bir Arayışın Notları…

    [Hür Yumer] Bir Arayışın Notları…

    I.

    İyi İnsan,-bence-kendini hayata kaptırandır. Örnekleri olmasaydı bu sözü söyleyemezdim.

    Sözcükler de kendilerini dağıtıp toplarlar. Ama insanlar gibi değil. Bir tümcede bütün bir hayatı okuduğunuz, yanılsamasına kapıldığınızda, o tümcenin bir yerinden , ya da o tümcenin çağrıştırdıklarının içinde yaşıyorsunuzdur artık. Bazen öteki tümceye geçmeyi bile gereksiz bulursunuz. O kadarı yeter size. Ama merak edersiniz işte. İyi yazar kendini değil hep kendinden öncekileri, kendinden sonrakileri merak ettirir. Ya da kendini onlarla nasıl silebildiğini gösterir.

    Yazı nefes alan bir dokudur. Ritim budur. Yazıda en güç şey başka biri gibi nefes almaktır. Sözcükleri öteki nefesler seçtirir size. Bulunmuş bir sözcüğün sırıtması bundandır. Yapaylık kendini gizlerse yazı kötü olur. Nefes, yalancıktan başka birinin nefesiymiş gibi yaparsa, yazı okunmaz. Sözcükler sıradanlaşır. Mesele, herkes gibi, herkes kadar, ancak farklı seslenmektir. Mucize denen şey sıradanlıktır. Yazarın kişisel sıradanlığı.

    Üç cümle yazabilmek için üç sokak gezmek gerekmiyor. Ama bir iki sokakta tökezlemek kesinlikle gerekiyor. Hele sokaklar, yarattığınız, kendi sokaklarınızsa.

    Bu çağın en büyük sorunlarından biri, sıradan insanın, kendini , silah tüccarlarıyla, milyarderlerle, erişilmez düzenbazlarla, dedikodusunu yaptığı mayalarla, eşit görmesi, kendi basit hayatında, adeta onların çıkarları doğrultusunda düşünerek onlara öykünmesidir. Bu noktaya maalesef gelinmiştir. Yoksul, ancak, başkaldıran insanın ahlakıdır yitirilen. Ben para gücünün küçümsendiği bir dünyada yaşamak istiyorum. Ben insana yakışan bir soyluluk arıyorum.

    Müsrifleri severim. Sıkıldıkları için tüketirler. İhtiyaçları olmadığı için harcarlar, kendileri dahil.

    İnsan, dönüp dolaşıp kendini anlattığını anlar. Ama dönüp dolaşıp. Eğer dönüp dolaşamıyorsunuz, yolculuklarını sahte düşlerinden başka hiçbir şey anlatamazsınız. Kendi dünyanız bir zindan gibi karşınıza dikilir.

    Her sanatçının kendine göre bir dürüstlüğü vardır. Ama bu dürüstlüğü yitirebildiği ölçüde yaratır. İşin güçlüklerinden biri, yaratı biterken, baştaki dürüstlüğü yakalamaktır. Çehov gibi.

  • Gösterim ve Konuşma: Themroc, Claude Faraldo

    Gösterim ve Konuşma: Themroc, Claude Faraldo

    Faraldo’nun Themroc’u, ele aldığı ideal “sapma”dan söz ederken konuşmamayı tercih ediyor; ancak bu tercihin konuşmayı başlatıcı bir tarafı var. Bir bakıma, güçlü bir ideolojik/sınıfsal eleştiri için kelimelerin temsil gücünü çok aşan bir küçük şoklar düzeni kuruyor.

    Bugün 91 yaşındaki Michel Piccoli, en akılda kalan rollerinden birinde, hayatını “yıkıp” yeniden “kurma” içgüdüsünü izleyen bir işçiyi canlandırıyor. İşçi, olmayan diline veda ediyor, dairesinin yönünü değiştiriyor, beslenme tercihini kolluk kuvvetlerinden yana kullanıyor, hiçbir öneride bulunmadan bir öneri haline gelen varlığı giderek çevresini de patlatıyor, olaylar gelişiyor. Minör yenidalgaların görece olarak bilinen örneklerinden birinde “emek” kategorisine bir de bu yönden bakmak için yol ve zihin açıcı bir “yıkma emeği”.

    Fütüristika! ile ortak planlanan gösterimi müteakip filmin hissettirdikleri/çağrıştırdıkları üzerine Barış Y. ve Ozan K. “konuşacaklar”.

    Avam Kahvesi Kadıköy

  • Alain Mascarou’yla Bilge Karasu hakkında: ‘Farklılığı yaşamayı bilmek’

    Alain Mascarou’yla Bilge Karasu hakkında: ‘Farklılığı yaşamayı bilmek’

    [Barış Yarsel/Fütüristika!] Bilge Karasu ile 1983 yılında tanıştınız diye biliyoruz. Nasıl tanıştınız ve arkadaşlığınız nasıl ilerledi, biraz anlatır mısınız? Bilge Karasu’nun metinlerini çevirmeniz nasıl gerçekleşti?

    [Alain Mascarou]: 1983 baharında Ankara’da tanışmamızdan itibaren, 1988 Ağustos’undaki gidişime kadar yakın çevresinde yer aldım; şehrin sokaklarında yürüyüşler, Ulus ‘Hali’nden ev alışverişi, arkadaş ziyaretleri, Stark’lar, ressam, müzisyen ve yazar Ertuğrul Oğuz Fırat, Tacar’lar. Opera’da, Alman Kültür Merkezi’nde konserler, Fransız Kültür’de sinema, en sık da evinde çay eşliğinde sohbetler, kelime oyunlarının izinden gidecek olursak ‘çaylanmış’ sohbetler… Cezbedici, nükteli, uyarıcı, sohbette ‘zıplayış ve sıçrayışlarla’ ilerleyen bir zihin, şevkati aydınlık, özenli, gönül okşayıcı, öteki algısı her an tetikte (‘farklılığın yapıcı olabilecek özelliğini yaşamayı bilmek’) bir arkadaş, konu ister para, ister maneviyat, ister bir kelimenin anlamı olsun, her açıdan titiz bir insan.

    Beni işe koştu: arkadaşı İffet Aslan’ın 23 Nisan Çocuk Bayramı broşürünün ve Turan Erol’un Selman Pınar’ın kitabı için yazdığı, Türk resmiyle ilgili birkaç sayfalık yazısınının çevirileri… 83 Haziranı’nda, Autrement’nun ‘İstanbul, zafer ve sapmalar ‘ sayısını yöneten Semih Vaner’in isteğiyle Karanlık Bir Yalı Üzerine Bir Metin’in çevirisi üzerinde çalıştık saatler boyunca. Kısa bir süre sonra, kendisiyle tanıştıktan birkaç gün sonra yine Fransız Kültür Merkezi’nde tanışmış olduğum Serra Yılmaz’la beraber Gece’yi çevirmeye koyulmamı Anafartalar Caddesi’nde bir işkembecide teklif etmişti. Serra da aynı şeyi önermişti. Serra’yla oluşturduğumuz versiyonu gözden geçirmek Bilge’yle beni uzun akşamlar boyunca meşgul etti – sokakların kar altında olduğu bir yeni yıl gecesi çalışmamız telefon görüşmeleriyle neşeyle bölündü: Paris’ten, Brüksel’den vs. gelen telefonlarla…

    Serra Yılmaz’la beraber Gece’yi çevirmeye koyulmamı Anafartalar Caddesi’nde bir işkembecide teklif etmişti.

    Paris’e dönüşümden sonra çok düzenli olarak yazıştık; eğlenen, duygulu, düşünceli, her zaman özgür, olaylarla ilgili düşünceleri bazı desenlerin çizilmesiyle, hatta bir sonraki eserin müsveddesinin oluşmasıyla sonuçlanıyordu. Sonraki yıllarda, pek çok kez geldim Ankara’ya, başka metinler üstünde çalıştık, özellikle de son sayfalarını oluşturuşunu izlediğim Kılavuz’un çevirisi üstünde. Onu en son 1995 Şubatında ziyaret ettim. Çevirmek ihanet etmektir sözü doğruysa, onu ölümünden sonra çevirmek, paradoks içeren bir sadakat göstergesi şüphesiz; aynı zamanda sohbeti sürdürmenin bir yolu. ‘Yeni yollar keşfetmek’ (tuhaftır, kendisine yapılacak girişimi açıklayan cerrahın kullandığı imgeydi bu) konusundaki başarısı nedeniyle sürprizi eksik olmayan bir sohbet.

    Fransa’da 2012 yılında Quai Branly Müzesi’nde düzenlenen bir konferansta Bilge Karasu’nun sürgünlüğünden, kendisinin “iç yabancı” kelimesini kullanarak bahsettiniz. Konferansta olmayanlar için, bunu biraz açıklayabilir misiniz?

    12 Eylül 1980 darbesini izleyen demir grisi yıllarda, eseri ve adamı beraber, aynı süreçte keşfettim. Onu Gece’deki ‘Düzeltmenin’ yalnızlığıyla özdeşleştirdim: entelektüel, sanatsal, diplomatik çevrelerde son derece zengin ve yoğun arkadaşlık ağına, düzenli yazışmalara, Türk veya yabancı, tanınmış-tanınmamış ziyaretçilerinin sadakatine rağmen, temel, neredeyse özüne ait zihinsel bir inziva içindeymiş hissi veriyordu. Yaratıcılığını bulduğu yerdi orası (şehrin sustuğu saatlerde yazmayı sevmek, Jean Genet’den aldığı Gece başlığının ‘Nöbetçisi’ olmak), orada doğasının bir parçası endişe nedeniyle azalan güç, hassas sağlığından kaynaklanan endişeler, ciddi migren krizleri, maddi güvencesizlik, T.R.T’den gerekçe gösterilmeden çıkarılışında olduğu gibi mesleki dertler, zoraki taşınmalar vardı ve özellikle de eleştirinin sanatı önüne diktiğini düşündüğü 28/07/85 Haluk Aker’e yazdığı mektupta (Halûk’a Mektuplar) sözünü ettiği ‘Susma duvarı’ veya anlamama duvarı.

    Bununla beraber, bu zor senelerde de, daha sonra da göç etmeyi hiç düşünmedi, kendininkinden, kendi Türkçesinden başka dilde yazmayı da. Tamamen kayıtsız kalmamakla beraber çelişkilerini bildiği, dışarıya dönük bir adanmayı umursamıyordu pek: ’Hangi kültür oluştuğu sırada şu ya da bu yabancıya hoş görünüp görünmeyeceğini dikkate alır’ […] ‘Türk yazarı, diğer tüm yazarlar gibi, diğer ülkelerde tanınmak ve/veya takdir edilmekten memnun olur ama bir ‘Avrupa galerisinin’ duvarındaki yerini Fransız okuyucusunun hoşuna giderek elde edebileceğini umut etmez’

    Bilge Karasu, okurunu şekillendiren, bir anlamda onu yaratan bir yazardı denebilir. Fransızca’da okurlar kendisine ne derece ulaştı? Türkiye’de edebiyat eleştirisinde yer bulması uzun zaman almıştı.

    ‘Kolonyal’ bağlantılardan da söz ettiği adı geçen mektupta, Bilge’nin değindiği gibi, yazarlar, uluslararası itibar arayışı içinde, dış kriterleri benimsemeyi kendileri isteyebilirler. Ancak bunu reddettiklerinde bile, çevirinin eseri, hedef dilin  belirlediği başkalığa indirgeme riski vardır.

    Frankofon okuyucu açısından Bilge Karasu’yu okumakta bir başka engel de budur. Dünya edebiyatları arasından gelip geçmeye ‘izinlilerin’ bakış açısı da ekleniyor buna. Özellikle Fransa’da, Bilge’ye evvelce Türkiye’de yapıştırılmış olan etiket kullanılarak ‘Deneysel edebiyat’ sınıfına sokuldu kendisi azıcık tembelce. Büyük bir Flaubert, Proust, Yourcenar okuyucusuydu, Celine okuyordu. Kendisinin de Celine gibi, incelikli yazı özelliğiyle, okuyucuyu bile isteye karşıt anlama ittiğini düşünebiliriz. Son derece ilginçtir ki, Fransızca çevirisiyle ilgili, kendisini ‘ biçemci olmasına rağmen, rahatlıkla başka niyetleri de olabilecek bir yazar’ olarak tanımlayarak, şüphe uyandırıyor.

    Çağdaş yaratı zekasıyla Batılı olduğu, yaratının biçimsel yenilenmesinde, bir Claude Simon veya Julio Cortazar’ın yanında yer aldığı söylenebilir elbette; masal, analoji, mit tadıyla, kronoloji dışı bir zamanın arabesque’leri hissinin ortaya çıkardığı ise, bir o kadar Doğulu hayal gücü.

    Bununla beraber bu kategorilerden, çok çeşitli kültürel aralıklarda birden çok portede çalma konusundaki vitüözlüğüyle sıyrılıyor. Jean Nicolas’ya ‘Yaşamsal bir imgeye dönüştü’ğünü yazdığı (27/02/70) Dumézil okumasıyla da şüphesiz desteklenen, arkaik Triskelion sembolüne olan ilgisi gibi. Bizans sitesine şiirsel bakışında Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ve Boğazici Üzerine Bir Ön-Metin açıkça görülüyor bu referans. Sevilmek’te ve Judas figürü aracılığıyla Altı Ay Bir Güz’deki aşk üçgeni sorgulamasında olduğu gibi.

    Bu özellik, Yourcenar’a (Bir Ölüm Bağışlamak) ve Kadın Aşık Olursa’nın da yazarı D-H. Lawrence’a duyduğu ilginin nedenlerine eklenmelidir belki; The Man Who Died [Ölen Adam] çevirisinde, içindeki mit aşılayıcısı, Yeni Ahit’in ikon düşmanı fidesini, Isis ve Ressuscite’nin tensel birliğini sevmiş olmalı. Salt tarz alıştırmalarının epey uzağına düştük.

    Kültürlerarasılığa bağlı bunca tümsek ’susma duvarı’nın yer değiştirmiş oluşunu açıklıyor. La Nuit’nin [Gece]’nin Fransa’da yayımlanması sırasında kendisi de saptıyor bunu:

    ‘’Evde, baskını ve ‘toplanmayı’ bekleyerek geçirdiğimiz, sonraki gün uzun tutuklama listelerinin yayımlandığı sokağa çıkma yasaklı senelerden mi söz etmek gerekiyordu ilgi gösterilmesi için?’ Bu insani ve insan haklarıcı ilgi, hastalıklı bir havaya bürünmeye başlıyor düşününce’.

    Duvarı, genç araştırmacı Barbara Coffy’nin yenilikçi okuması aşıyor. Gece’nin Fransızca çevirisi La Nuit okumasını, Michel Foucault’nun ihlal ve onun sınırla ‘sarmal ilişki’ analizleriyle karşılaştırınca, metnin ‘endişe verici yabancılığı’ yani rasyonel kategorilerin zora sokulmasını (belirtiyor); bu şekilde anlaşılan kavramı modernlik belirtisi haline getiriyor.

    Böyle bir okuma sistemi, ilk sayfalardaki şiirle daha sonra dağılan anlatım arasındaki tezat ve ‘soyutlama yazısı’ ile ‘somut olanı yazma’ arasında sürdürülen tereddüt açısından eleştirilebilecek olan (1993’te bana ulaşan bir Fransız okuyucunun mektubunu referans alıyorum) anlatım bütünlüğünü görünür kılar. Oysa Barbara Coffy işte tam da bu tereddütü ‘Gece’yi, salt ütopik veya distopik olmaktan çok heterotopik bir kaçış çizgisi, yazı çalışması, okuma çalışması’ olarak ele alıp eserin merkezi haline getiriyor. Bu ele alış, değindiğim Gece okuyucusunun hayal kırıklığının nedenini açıkladığı gibi, eserin tamamını kucaklamanın zorluğunu, bunun kaynağını da ortaya çıkarıyor.

    Mektubu aldığında Bilge Karasu olan biteni anlıyordu kuşkusuz: ‘Ötekini ancak kendimize göre tanıyoruz’. Ayrıca, içinde bulunduğumuz dönemde bir eserin kendini ortaya koymasının güçlüğünün de gayet bilincindeydi. Ona Kenneth White’ın T.S. Eliot’un ‘yoğun, güçlü eserinin’ ‘nüfuzu’ ile ilgili sözlerini naklettiğimde :’ ‘Her şeyden’ o kadar çok gördük, ‘yenilik’ ve ‘farklılığa’ o kadar doyduk ki bu güçlü eserin, bu tür nüfüzun giderek daha imkansız hale geldiği bir dünyada ‘nüfuz’ sahibi olma şansı gerçekten çok düşük. Sabırlı bir çalışma, bir gün, bu eserin ‘açılmasını’ sağlayabilir (K.W’nin istediği bu olabilir mi?); ama nüfuz ancak zamanla yerleşir.

    "Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti."
    “Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti.”

    Gece’nin Fransızcaya çevrilmesinde Serra Yılmaz ile çalıştınız. Bildiğimiz kadarıyla Bilge Karasu da çeviride yer aldı. Çeviri çalışması hakkında, Bilge Karasu’nun Fransızca bildiğini de düşünürsek, neler söyleyebilirsiniz? Bilge Karasu’nun dilde titizliğini düşünürsek, özellikle kendi uydurduğu kelimeleri nasıl çevirdiniz?

    Kendi kendini çevirebilirdi (Fransızcaya da, İngilizceye de). Kulağın ve dil hissinin ‘yerli’ olmasına ihtiyaç duydu. Çeviri alanı, iki dil arasında olma hissinin, ve onun aracılığıyla kültürlerarasılığın, tamamen vücut bulduğu en önemli alandı. Beraber yaptığımız çevirilerden coşkun bir zevk alıyordu. Ortak çalışma seanslarımızdan birinde, metnimin üstünden geçerken ve bir kelimenin nüansları hakkında sonsuz bir sohbete dalmışken ziyaretçilerinden biri fotoğraf çekmişti. Bilge, bana gönderdiği bu fotoğrafı hakkında: ‘Mehmet, iğneme tam ipliği geçirecekken, iğne ve ipliğin havalanıp buharlaşmasına duyduğum şaşkınlığı yansıttığını düşünüyor’ demişti. Fransızca bilgisi anlamsal kaymalara karşı özellikle hassaslaşmasına neden oluyordu; Avından El Alan masalında: ’Tekboynuz kızoğlan kızlara düşkün’ deki ‘düşkün’ için hem somut, hem mecaz anlam taşıyan ‘friande’ sözcüğünü önermiştim ancak somut anlamı silmek için ‘raffole de’ de karar kıldık sonunda. ‘La licorne est friande de vierges’ ‘La licorne raffole de vierges’’e dönüştü.

    Çevirmenin sözlükselleşmiş ifadeleri yapıştırma eğiliminin kendi tecrübesi nedeniyle farkında olduğundan, Gece/La Nuit’den ‘Fransız dilinin kurallarını’ göz ardı etmeksizin bir bölüm yayımlamak isteyen Nota-Bene dergisinin yapmaya karar vermiş olduğu değişiklikleri düzeltmişti: düzelten ‘iki duvar arası’nı ‘dört duvar arası’na çevirmişti. Bununla beraber, kültürler arası mesafeleri göz önünde bulunduran Bilge orijinal olandan uzaklaşmak konusunda tereddüt etmezdi. Örneğin ‘Texte sur un yalı obscur’ Karanlık bir yalı üzerine bir metin yerine, sözcüğün oryantalist renginden ve nitelemenin gizemli çağrışımlarından kurtulmak için ‘Kapalı bir ev üzerine bir metin’ seçimi gibi.

    Son olarak, şair yönü nedeniyle, ona göre çeviri anlam aktarımıyla sınırlı değildi. Kendi ifadesiyle, Gece’nin Fransızca çevirisinde bulduğu ‘Eklenen koku’ da gerekiyordu.

    Çevirmek ihanet etmektir sözü doğruysa, onu ölümünden sonra çevirmek, paradoks içeren bir sadakat göstergesi şüphesiz; aynı zamanda sohbeti sürdürmenin bir yolu.

    Fransa’da Bilge Karasu konulu bir dergi sayısı hazırlığınız var. [Inverses] Bu sayıda neler olacak? 

    Inverses (‘Sanat, Edebiyat, Eşcinsellik’) dergisinin Bilge Karasu’ya ayrılacak bir özel sayı hazırlama projesi, Bilge Karasu’nun iki Parisli arkadaşıyla yazışmalarının Lettres à Jean et Gino  /Jean ve Gino’ya Mektuplar, Y.K.Y., 2013, yayımlanmasından doğdu.

    Jean Nicolas’nın şair arkadaşı, Metis Yayınlarının zerafetle yayımlanma izni verdiği çevirileri ve içeriği bana emanet eden, redaksiyon müdürü Patrick Dubuis ile bağlantı kurdu; bu çevirilerin çoğu Aslı Aktuğ ile iş birliğim sayesinde gerçekleşti. Sevilmek’in metnini Şehsuvar Aktaş’la beraber gözden geçirdik. Jean Nicolas’nın mektupları yer almadığı için, Bilge’nin mektuplarına cevaben Jean’un resimlerini, Bilge’nin bildiği birkaç tuvalini eklemek istedim. Bu şekilde eşcinsellerin kendileriyle ilgili konuşma hakkının tanınması talebini saygıyla selamlamak (selam çakmak) istedim. Tutumu mektuplarında, ve 77-78 yıllarında tutulan ve ölümünden sonra yayımlanan Özel Günlûk’te açık.

    Şu halde aşk, korku gibi başka tematikleri de farklı şekilde aydınlanıyor eserlerinde. 1963’ten, ölümünden sonra son yayımlananlara kadar, eserlerindeki (ton) ve biçim çeşitliliğini: masal, düzyazı, tiyatro, müzik, göstermeye çalıştım. Bilge’nin yazar olarak, (kısmen-) kenarda bir edebiyata ait olmak anlamına gelen böylesi bir konumu her zaman reddetmiş olduğu düşünülürse, eseri bu ‘Azınlık’ yaklaşımına indirgemek tam bir karşı-anlam hatasına düşmek olur elbette. Bununla beraber, eserin biçimsel özelliğini öne almak, hem ahlaki bir talep, hem de düşünceye dair temel ilke (‘kalıplaşmış fikirler teçhizatı’nı sorgulamak) göstergesi olan (isteğini) gölgelemek demek olur. Sonuçta ‘farklılığı yaşamayı bilmek’ esas konu, buna katkıda bulunmaksa edebiyata –ve çeviriye- (uygun) görevlerinden biridir.


    Referansı belirtilmemiş alıntılar Bilge Karasu’nun Alain Mascarou’ya 1988-1994 yılları arasında yazdığı mektuplara aittir.

    Inverses dergisinin Bilge Karasu konulu sayısı 2016 bahar aylarında yayımlanacaktır.