Blog

  • [Alejandro Zambra] Hakikati anlatmanın ve paylaşmanın mücadelesi

    [Alejandro Zambra] Hakikati anlatmanın ve paylaşmanın mücadelesi

    Recep Şener, Akın Çetin ve Barış Yarsel, Fütüristika! namına, ortak ruh halini paylaştıkları Alejandro Zambra ile konuştular. “Eve Dönmenin Yolları”, “Bonzai” ve “Ağaçların Özel Hayatı”, Notos tarafından yayımlandı ve memlekette fena sayılmayacak bir karşılık gördü. Bunda, anlatılanların, benzer acılar yaşamış bir ülkenin bellek-mekansızlıkta sıkışmış çocuklarının, hakikati paylaştıkları insanları kalabalığın içinde gözlerinden tanımalarının payı var düşüncesindeyiz. Ayrıca, Zambra’nın filmi sinemaya gelmişti. Sinemaya film gelince, perdededen yansıyan ışığın izleyicinin sırtını verdiği loşluk arasındaki noktada, anlatılanların tetiklediği hatırlamanın verdiği ortaklaşma da Zambra ile temas etmeye neden oldu. Kuşkusuz, Marcelo Salas ve Zamorano Türkiye’ye bugün yarın geldi gelecek diye yazlarını geçirmiş bir kuşağız.


    [Fütüristika: Recep Şener, Akın Çetin, Barış Yarsel] Yazmaya nasıl başladınız? İlk kitabınız yayımlanmadan önce nasıl süreçlerden geçtiniz? İlk iki kitabınız şiir kitabıydı. Hala şiir yazıyor musunuz? Roman yazmaya başlamanız nasıl oldu?

    [Alejandro Zambra] Yazmak doğaldı, nedendir bilmem. Belki büyükannemin etkisi yüzünden, kendisi sürekli yazar ve şarkı söylerdi. Okur değildi ama şiir ve öykü yazardı. Ben de yazmayı, gitar çalıp şarkı söylemeyi sevdim. Çok iyi bir yedi-yaşında-gitar-çalan-çocuktum. Sonra tıkandım. Şu anda ise hala oldukça iyi bir yedi-yaşında-gitar-çalan-çocuk gibi çalıyorum.

    Şiir yazmayı sürdürüyorum fakat pek iyi değiller, bu nedenle yayımlamıyorum. Şiir, Şili’de oldukça önemlidir, güçlü bir geleneğimiz vardır. Söylemek istediğim, gerçekten önemlidir.

    O kadar şairin nereden geldiğini açıklamak kolay değil, belki de topluluğun ruh hali şairleri yetiştirdi. Şairler hep birbirlerine yardımcı olurlar ve aralarında kavga da ederler, bir topluluk şeklinde hareket ederler. Çok güzel ve gergin bir dünya. İlk, dostlarımla yazmaya başladım, ilk kitabımı yayımladığımda yirmi üç yaşındaydım – şiir yayımlama şeklin neredeyse her yerde aynıdır: kendinin ve arkadaşlarının kitaplarını ufak bir yayınevinden yayımlatırsın.

    Sanırım roman yazmaya tam anlamıyla karar verdiğim bir an olmadı. Akıp gitmeye çalışıyordum, farklı yönlerde ilerliyordum. İşin aslı, “Bonzai” isimli bir şiir kitabı için şiir yazmaya çalışıyordum. Lakin şiir ortaya çıkmadı. O zaman ben de bir hikaye anlatmayı denedim.

    Bonzai’nin giriş cümlesi, okuduğumuz en iyi giriş cümlelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, Emilia’nın öldüğünü kitabın hemen başında söylüyorsanız yazmaya başlamadan önce bir taslak çalışması yapmış olmalısınız diye düşünüyoruz. Yazmaya başlamadan önce bir taslak çalışması yapar mısınız yoksa her şey doğaçlama mı gelişir? Yazma disiplininizden söz edebilir misiniz? Nasıl bir yol izliyorsunuz? Öğrencilerinize yazmakla ilgili nasıl öğütler veriyorsunuz?

    Teşekkür ederim. İlk paragrafı ne zaman yazdığımı tam olarak hatırlamıyorum. Fakat tekrar tekrar okuduğumu, sevdiğimi ve “işte her şey başlıyor” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yani, bir ilk satır arayışında değildim.

    Her zaman bir taslak yazdığımı düşünüyorum. Başka türlü akıp gidemem. Tıkanırım. Yazarken düşünmeye son verdiğiniz bir an vardır. O anı çok seviyorum. Kontrolü kaybediyorsunuz, belki birçok fikriniz var fakat yazmak, planlarınızı tekrar ve tekrar değiştiriyor.

    Ben ve disiplin. Aslında birçok duruma bağlıdır. Günlük tutuyorum, oldukça sıkıcı bir günlük. Alışkanlık. Bir kitabın ortasındayken, ona odaklanıyorum, gün içinde saatlerce yazdığım oluyor. Disiplinli olmaktan çok takıntılıyım. Yazmak bir olmaktan ziyade, bir alışkanlık ve takıntı durumudur.

    [/vc_column_text][/vc_column][/vc_row][vc_row full_width=”stretch_row_content” full_height=”yes” bg_type=”image” parallax_style=”vcpb-default” bg_image_new=”36833|https://futuristika.org/wp-content/uploads/futuristika_alejandro-zambra-hakikati-anlatmanın-ve-paylaşmanın-mücadelesi_01.jpg” bg_override=”browser_size” parallax_content=”parallax_content_value”][vc_column][/vc_column][/vc_row][vc_row][vc_column][vc_column_text]

    Julio sürekli yalan söylüyor. Söylediği yalanı devam ettirmek adına bir roman yazmaya bile girişiyor. Julia için yalan söylemek hayatını devam ettirmenin bir yolu sanki. Julio da  Bonzai gibi  formunu mu arıyor?

    Bu soruyu yalan söylemeden cevaplayamam. İşin aslı “doğruyu söylemek” diyecektim ve hepimiz biliyoruz ki, bu da yalan söylemeye başlamanın klasik bir yoludur.

    Bonzai oldukça hüzünlü bir finale sahip. Emilia’nın öleceğini başından bilmemize rağmen etkileyiciliğinden bir şey kaybetmiyor. Emilia’nın ölüm haberini aldıktan sonra Julio’nun yaptığı şey çok tanıdık geldi. Sizin de acı verici durumlar karşısında devreye soktuğunuz reçeteleriniz var mıdır, yoksa akışına mı bırakırsınız?

    Üzüntüyle yüzleşmenin birçok yolu var diye düşünüyorum. Kesin olan, yüzleşmeniz gerektiğidir. Yine de, her ne kadar istesem de, bir tarifim yok. Bir şeyler yapmanız gerekiyor, her gün süren şeyler. Umursamadan ilerlemenin nihayetinde durup, düşünüp, konuşup yüzleşmekten çok daha incitici olacağını düşünüyorum.

    Bonzai, Eve Dönmenin Yolları ve Ağaçların Özel Hayatı kitaplarınızı bir üçleme olarak okumak mümkün.   Bu açıdan, Bonzai’deki  Julio’nun  ailesiyle olan ilişkisinin kopuk olmasının nedeni Eve Dönmenin Yolları’ndaki aile içi politik hesaplaşma olarak değerlendirmek mümkün mü?

    Evet, olası. Kitapları bir üçleme olacaklarını düşünüp yazmadım fakat sanırım sürekli aynı kitabı yazıp duruyorum. Her şey çok büyük bir hızla değişiyor, yani farklılar, fakat dürtü, arzu aynı. Bu arada, zaten bir kitap yazmışken, ikinci ya da üçüncü bir kitap yazmayı neden istersiniz? otomatik cevap, “Çünkü bir yazarsınız” olabilir ama bunu kabul etmiyorum. Kendimi bir yazmak zorunda biri şeklinde kurmuyorum, yazmak isteyen biri diye düşünüyorum. O zaman yeni bir kitabı yazmak istemenin nedeni, önceki kitabın artık bitmiş gitmiş olduğu ve tekrar o yerde olabilmek için, tekrar yazmak istemen. Fakat her durumda, bahsedilen noktanın neresi olduğunu bilmiyorum.

    Her üç kitapta da kadınlar “gidiyorlar”, o insanların gidişlerinden doğan boşluğu doldurmanın bir yolu da edebiyat oluyor denebilir. “Boşluksuz edebiyat” mümkün mü, kayıplarımızı anlattıkça, kayıplarımızı bulmaya yakınlaşıyor muyuz?

    Söylediğiniz şey hem çok hüzünlü, hem de çok güzel. Nasıl cevaplayacağımı bilmiyorum. Sürekli kendime sorduğum bir soru gibi.

    İlgimizi çeken şeylerden biri de; Bonzai’deki karakterlerin birbirlerine sürekli yalan söylerken, Eve Dönmenin Yolları’ndaki karakterler birbirlerine karşı fazla dürüstler. Kitaplarınızda yalan söyleyen ya da gerçeği gizleyen karakterlerle sıkça karşılaşıyoruz. İslami kültüründe günah çıkarma ya da yüzleşme gibi bir eğilim olmadığı görülüyor. Şili’de ya da Güney Amerika’da günah çıkarmanın, geçmiş ile hesaplaşmanın rolü nedir?

    Cevaplamaya çalışacağım başka bir soru daha. Bana kalırsa Eve Dönmenin Yolları ve Belgelerim [My Documents] kitaplarında yer alan hikayelerin hepsi, bir şekilde, bir tür topluluğa ait olma hakkında, bir çeşit “hakikati” paylaşmanın hikayeleri. Bence hakikati anlatmak zorunludur ve aynı zamanda imkansızdır. Bir mücadeledir, çünkü hakikat salt “bilgi”den fazlasını içerir. Şili’yi düşünürsem, hakikati anlatmaya alışık olmadığımızı söyleyebilirim. Örneğin son on yılı ele alırsak, nasıl yapacağımızı öğrenmekteyiz, yine de alınacak çok yolumuz var.

    Bonzai çok güzel bir uyarlama. Çekimlerde bizzat bulundunuz mu? Müdahil olduğunuz yerler oldu mu?

    Hayır, hayır kesinlikle. İlk gösterime girdiğinde, Cannes’da, oradaydım ve Cristián Jiménez ve Diego Noguera ile iyi dost olduk.

    Cristian Jimenez’in üç filmi de festivaller kapsamında ülkemizde gösterildi. Ilusiones opticas Malatya Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazandı hatta. Senaryosunu yazdığınız Vida de Familia da büyük ihtimalle ülkemizdeki festivallerden birinde gösterilecektir. Davet edilmeniz halinde gelir misiniz Türkiye’ye?

    Tamamen mümkün. Gelmeyi çok isterim. Cristian’a asistanı olabileceğimi söyleyebilirsiniz.

    Kitaplarımın Türkiye’de sunuluşundan çok mutluyum. Lütfen buradan çevirmenim Çiğdem Öztürk’e teşekkürlerimi iletin.

    Marcelo Salas ve Ivan Zamorano’yu canlı izleyebildiniz mi hiç? Copa America 2015’te Şili namağlup şampiyon oldu. Futbol ile aranız nasıldır? Bizim buralarda futbol gündelik yaşantıyı fazlasıyla etkiler. Şili’de durum nasıldır? Ayrıca güzel futbol güzel bir kitap, film ya da şarkıdan aldığımız tadı veriyor sanki. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Copa America’da Şili’nin bütün maçlarına gittim. Muhteşemdi. Çok gergindim. Yine de stadyumda olmayı ve özellikle de Mati Fernández’in o güzel golle penaltı atışlarına başladığında özellikle çok mutlu oldum. Mati’nin Villareal’de Nihat ile oynadığı zamanlarda birçok maçını da yıllar önce izlemiştim.

    Evet, Salas ve Zamorano’yu stadyumda izledim. Aslında ben çocukken insanlar evimizin yakınlarında yaşayan ve delikanlı dönemindeki Zamorano hakkında konuşurlardı.

    Bir futbol maçını izlerken bir film ya da kitaptan aldığım zevki alacağımdan emin değilim. Yazmak çok soğurgan bir eylem, sürekli yazmayı düşünüyorsunuz. Futbol maçı izlerken ise, tamamen aptallaşıyorum. Evet hoşuma gidiyor ama tümüyle farklı bir biçimde…

  • Mircea Cărtărescu ve tek kanatlı kelebekler

    Mircea Cărtărescu ve tek kanatlı kelebekler

    Joyce’ın Dublin’i, Borges’in Buenos Aires’i, Durrel’in İskenderiye’sine benzer, Cărtărescu’nun Bükreşi’i var mı.

    Son on beş yıldır Bükreş’, keşfetmedim, şehri yarattım. Orbitor’daki Bükreş tamamen inşadır. Benim Bükreş’imdir, bugün yaşamak için uygun bir yer değil artık, üç milyon insanla birlikte bir büyükşehir, çok fazla otomobil ve ağır bir kirlilik ve gürültü var. Acımasız kapitalizmin sembolü olmuş durumda, sanayi sermayedarlarının ve dev şirketlerin, nüfusun kalanını sömürmek için birbirinin üzerine çıktığı bir yer. Yaşamak için tehlikeli. Benim yazdığım Bükreş çok farklıydı. Çocukluğumun ve gençliğimin Bükreş’i. Tarafsız konuşursak, şehir o zaman çok daha güzeldi ama benim için çok daha fazla bir şeydi,  bir mucizeydi, nereye baksa harikalar gören bir oğlan için. Çocuk bir birarayagetiren, eline geçerse onunla kendi dünyasını kuruyor. Gördüğünüz gibi benim de Bükreş ile bir aşk/nefret ilişkim var: Orbitor’u yazmaya başladığımda aşk asıl güçtü. Son yıllarda şehirden git gide hoşlanmamaya başladım. Bugün Bükreş daha çok yıkıntılar için bir inşa alanı. Bükreş Bask dili gibi, ancak annenden öğrenebilirsin. Burayı anlamak ve hissetmek için burada doğman şart. Daha doğrusu onun tarafından doğurulman ve ona benzemen gerekir. Yoksa Bükreş çok fazla karışık gelecektir, örümcek ağı ya da labirent gibi. Tekinsiz ve tehlikeli olabilir. 19.yy Paris’i gibi Bükreş’in de bir yeraltı yaşamı vardır, gizemle doludur. Fakat Paris’ten farklı olarak, doğuludur, daha çok İstanbul ya da Kahire gibidir, Paris’in Brüksel ya da Viyana ile yakın olması gibi.

    Yazmaya sıradan ve gerçekçi bir şey ile başlıyorum, iyi bildiğim bir şey ile, sonra adım adım metnin aklı dümeni ele alıyor. Sıradaki sayfada ne yazacağımı asla bilemiyorum, bir planım yok, nereye gittiğimi bilmiyorum. Oldukça yavaş yazmanın avantajını kullanıyorum: Çünkü el ile yazıyorum, aynı anda düşünmek için oldukça zamanım oluyor. En önemlisi, her ayrı sayfanın kendi yapısı, hikayenin ya karakterlerin ya da ya da daha geniş yapının üzerinde önceliği ele alıyor. Elle yazmak, beyaz sayfa ile aranda yakın bir ilişki doğuruyor, neredeyse bir ayna işlevi görüyor. Yazma işi iyi gittiğinde, önümde nihai metni görür gibi olurum, sadece onu saklayan beyaz sayfayı silmem gerekir.

    “Geçmişi, eskilerden bahsederek tasvir edemezsiniz, kendinizle geçmiş arasında var olan o pustan bahsedebilirsiniz.” – Orbitor

    Sahip olduğumuz en eski hatıralar, iki, üç ya da dört yaşındakiler, düşlerle benzerlik gösteriyor. Binaları, manzarayı ve insanları hatırlayabiliriz, her zaman gerçek olmaları gerektiğine dair bir his vardır içimizde – yoksa onları böylesine detaylı göremezdik. Aynısı düşlerimiz için de geçerli. belirli rüyalarıma dair güçlü hatıralarım var, öfkeli ve rahatsız edici düşler. Düşleri, hatıraları ve gerçekliği; Möbius Şeridi gibi, birini diğerinden ayırt edemeyecek şekilde düşlüyorum. Tarihsel gerçeklerden uzak durup, hafızamdaki boşlukları fantezilerimle dolduruyorum.

    Kelebekler ve peygamberler

    Atalarım hem anne hem baba tarafında çiftçilerdi. The Left Wing (Orbitor’un ilk cildi) çoğunlukla Bulgaristan’daki atalarımla ilgili. Bulgaristan’da bir köyün tüm nüfusunun yaşadığı maceraları hayal ettim, donmuş haldeki Tuna Nehri’ni geçmeye zorlanmışlar, Romanya’ya sığınmışlar – köyün mezarlığında meleklerin ve şeytanların birbirine girdiği kıyametbilimsel bir savaşın da yer aldığı garip olaylar sağolsun. Üçüncü cilt ise babamın atalarına odaklanıyor. Hiç var olmamış Polonyalı bir prens yarattım, diyelim ki Romanya’ya yerleşmiş bir Yahudi kadınla aristokrat ilişkisi hakkında. Bu şekilde kendi kafamda kendimi de Polonyalı aristokratlardan gelmiş şekilde kurabildim. Metnin ana motifinde gelecek, insanlar için hiçbir şey, fakat geçmiş her şey demek. İnsanlığı kısmen kör diye niteliyorum. Geçmişi görebiliriz, geleceği değil. Simetri bize geleceği de geçmişi gördüğümüz gibi göreceğimizi sunuyor, tabii ki böyle değil. Kelebekler gibiyiz, ama tek kanadımız var – bu halde hafızamız içinde uçmak durumundayız. Geleceği de hatırlayabilecek olsaydık, peygamberlere dönerdik. Bir şekilde, peygamberler insani özellikler taşırlar, bildiğimiz kadarıyla, İlahiler hepimizin birer peygamber olacağımız, meleklerin dilini konuşacağımız bir dönemin geleceğini söylüyor. Kelebek, çünkü kelebek insanın durumunun dokunaklı bir durumunu yansıtıyor. Antik Yunan, Aklı kelebek kanatları olan bir kadın gibi tasvir etmişti İnsanlara “kelebekler” demişlerdi. Neden? Çünkü kelebek neticede dönüşüme uğrayan bir varlıktır. Larva şeklinde başlar, kendini kozaya kapatır ve neticede kanatlı bir yaratık olarak dirilir. Aynısı bizim için de geçerli: Başlangıçta, gezegende yıldızlı gökyüzünün altında sürünen larvalardık, sonra kendimizi kitledik – birleşme ve gerçek hayatı ele geçirme umuduyla. Bedenimizde en az üç organımız kelebek şeklinde. Omurgayı kesip açarsanız, ufak, gri, güzel kelebekler görürsünüz. Kafatasımızın tam altında kelebek şeklinde bir kemik var, böyle gider. Simetrinin ve ölümsüzlüğün bu sembolü her yerde görülebilir. Kelebek, Orbitor’un kesin simgesidir, bütünüyle temeldir, sadece yapısal anlamda değil- her sayfada ufak, kelebek şekilleri görebilirsiniz.

    Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı

    İncil, önemli bir kaynak, romanın zemininde mevcut. Ateist ve sapına kadar komünist bir ailede yetiştim – büyürken kızkardeşimle birlikte kilisenin kapısından adımımızı atmadık. İncil’i okumaya başladığımda otuz yaşımdaydım. İncil’in bütün o genetik soyağaçları, aile meseleleri ve mistik hezeyanlarla olduğu fikri vardı. Kısacası hiçbir fikrim yoktu. Roman gibi okumaya başladım. Roman ile ilgisinin olmadığına sonradan aydım. Yedi yıl her gün okudum. Hiçbir kitabın içine bu kadar girmedim. İşin aslı, Dante, Şekspir ve Dostoyevski gibi yazarların aramızda olmasının nedeni İncil’e dayanıyor sanırım. Bir de Yunanlılara. Herhalde İsa ve Sokrates olmasaydı hiçbir şeyimiz olmazdı. Bir şekilde Kabalacılar da bizim okuyup dünyayı anlamlandırma çabamızın aynısını uyguluyor – temelde, tefsir meselesi, Kabala, işi biraz daha ileri götürüyor. Kafka, uzun ve yorucu bir yolculuğu anlattığı bir metin yazmıştı. Bir noktada, önünde beliren upuzun bir duvar nedeniyle duruyordu. Duvarın kendi alnı olduğunu farkında, kendi düşüncelerinin sınırına gelmiş. Benim sanatçı ve entelektüel arzum, önümdeki duvarı yıkıp geçmek, kafatasımın önünün parçalamak. Kendi karanyumum tarafından engellendiğim gerçeğinden utanıyorum.

    Orbitor’daki yeraltı tünellerinin temelinde Ernesto Sabato’nun romanı Abaddón el Exterminado/Kahramanlar ve Mezarlar var. Yer altı ve tünellerle ilgili başka bir muhteşem kitap Thomas Pynchon’un V’si, zamanımızın en önemli romanlarından ve üstümdeki etkisi büyük. Yer altı dünyası neticede edebiyatta sık görülür, Dante’nin Inferno’suna kadar gideriz. Lovecraft’ın dünyasına, okumaya başladığım an yakınlık hissettim. Üzgün, yalnız bir adam neden olduğunu bilmediği halde, yeraltında devasa mağaraların içinde uyanıyor. Yeryüzünde çıkmak için yola koyuluyor ve sonunda dünyamıza bir giriş buluyor. Yakınlardaki bir kulübeden yardım isterken insanların ondan neden kaçtığını anlamıyor, neden sonra bir aynanın yanından geçerken farkına varıyor. Anlatıcının dehşeti. Hikaye beni oldukça etkilemişti.

    Orbitor’un üçüncü cildini yazarken öfkeliydim. Romanya’da devrim olduğunda otuz üç yaşındaydım. hayatımın ilk yarısını bir hapishanede geçirmiştim, komünist rejimde yaşananlara dair içimdeki büyük öfkeyle yazdım. ama en büyük öfkem, Romanya’daki devrimin etrafında örülen yalanlara dairdi. TV’lerden yayımlanan ilk devrimdi, birçok açıdan Batı dünyası tarafından yönetilmişti. Ekranlarda gördüğümüz devrim ile sokakta gördüğümüz arasında büyük fark vardı. Popüler isyan kisvesiyle bir darbe sahnelenmişti ve partinin yeni bir versiyonu iktidarı ele almıştı. Büyük bir yalandı, dev bir yalan, tecrübe ettiğim en büyük yalan. Aya inişin sahte olduğunu söyleyenler vardır, Amerikalılar her şeyi TV stüdyosunda kurgulamış falan filan. Bunun gerçek olduğu ortaya çıksa ve aslında Neil Armstrong aya hiç ayak basmamış olsa bile, devrimin yoldan çıkarılmasında hissettiğim kadar ihanete uğramış hissetmem. 1956 yılında Stalin’in ölümünden üç yıl sonra doğmuşum, otuz dört yaşımdayken Çavuşesku öldü, yarısında hapsedildiğim hayatımın intikamını aldım. Benden çalınmış olanı geri aldım, bu nedenle gerçekçi olmayı, güzel bir şey yaratmayı reddediyorum Tersine, Honoré Daumier’in karikatürde yaptığı gibi, insanın şeytanı yanını gösteren sanatçıların geleneğini izliyorum. Üçüncü cildin diğer kitapların dışında durduğunu söyleyenler var. Fakat benim aklıma göre üçüncü cilt, Kötülüğün Çiçekleri, diğer iki kitaptan yetişmiş kötü çiçekler. Ben de, çocukken, komünizme inandım, babam sürekli ondan bahsederdi. Fakat bir yanılgıda yaşadık. Çavuşesku ütopik komünizmin saygıdeğer her öğesini birer birer yok ettikçe, babam dehşet verici biçimde kayboldu, an be an, inandığı her şeyin yalan olduğunu gördü O nedenle üçlemenin en dehşet kısmı da babamın parti kitabını ateşe verip ağlamaya başladığı sahnedir, o noktadan sonra bir insan olarak mahvoldu ve devrim sonrasında da asla düzelmedi. Dört buçuk milyon nüfuslu Romanya’da komünizme inanan Allahın kulu kalmamıştı, Bükreş’teki tüm evlerin aynı anda kızıl kitabı yaktıklarını ve dumanların tüm şehri kapladığını hayal ettim. Hiroşima ya da Sodom ve Gomorra yok edildiğindeki kadar duman vardı.

    Möbius şeridi, geometrik olarak uzunca bir şeridin bir ucunu 180 derece bükerek diğer ucu ile birleştirilmesiyle elde edilen şerittir. İlk olarak 1861’de Johann Benedict Listing tarafından tanımlanmıştır. Dört yıl sonra August Ferdinand Möbius, yayınladığı bir çalışmasında tanımını vermiş, şeridin tek yüzlü olmasını yönlendirilememesiyle açıklamıştır. Normal bir şeridin iki yüzü varken Möbius şeridinin sadece bir yüzü vardır. Başka bir ifadeyle Möbius şeridinin üzerindeki bir noktadan hareket etmeye başlandığında bütün alan taranarak aynı noktaya geri dönülür.

  • [Alejandro Jodorowsky] Geometrik toplumda organik varlık

    [Alejandro Jodorowsky] Geometrik toplumda organik varlık

    Gerçekçi büyü yapmak

    Kendinizi Latin Amerika edebiyatının neresine görüyorsunuz? García Márquez, Vargas Llosa, orges, Cortázar, Fuentes ve Şili’deki yazarları düşünürsek.

    Tüm bu yazarlar Latin Amerika folklorundan çıkmıştır. Ayrıca çalışmalarında siyaset de vardır. O günlerde Komünist parti ve Fidel Castro’ya sempati beslemek durumundaydınız. Size yardım etsinler diye oyunu kuralına göre oynamalıydınız. Pablo Neruda gibi mesela. Ben ise her zaman apolitik oldum. Ben şiirsel devrime inanıyorum, politik bir devrime değil. Politikadan nefret ederim. Bir zamanlar gerekli olan bir yapı olabilir, ancak bugünlerde tamamen bozulmuş durumda. Ayrıca genellikle hırsızların uğraştığı bir meşgale. Ayrıca büyülü gerçekçilik asla ilgimi çekmedi, ben de Latin Amerikalılara dönüşmüş Yahudiler hakkında yazdım. Çünkü Latin Amerika temelde Anti-Semit’dir. Açık olalım. Bir zamanlar yaşadığım Şili’ye bakın mesela. Ülkenin yarısı Nazileri desteklemişti. Sayısız Alman güney Şili’ye kapağı attı. Şili her zaman anti-semit oldu. Hala öyle. Bunu yazmaya cesaret eden olduğum için, eleştiriler hiç iyi olmadı, iyi satmadım. Hiper avangardın doğasına uygun bir çok çalışmam var, Beckett veya Ionesco gibi. ABD ya da Britanya’da benim için büyülü gerçekçi denmesi beni zerre ilgilendirmiyor. Ben gerçekçi büyü yapıyorum.

    Şili

    Şili’ye bağlılığım mevzusu karışık. Twitter’da milyonun üzerinde takipçim var ve çoğu oradan. Ben ruhani bir iş yapıyorum. Ruhumda, herhangi bir ırkım ya da milliyetim yok. Sınırların dışıyım. Belirli bir yaşım da yok. Yaşımı yaşamıyorum. Yaşımdakiler gibi davranmıyorum Yaş yok, ulus yok. Yine de hayatımın önemli bir kısmını Şili’de geçirdim. Orada doğdum ve ve inanılmaz bir büyüme evresi yaşadım 23 yaşıma dek. [Sonsuz Şiir]de anlattığım budur. Şairdim, şiirden anlardım. Tüm bunlar Şili’de, Pinochet gelmeden ve dehşet verici olaylar yaşanmadan önce gerçekleşti. Dolayısıyla köklerime karşı bir tür nostaljim var. Ama bu kökler Yahudi köklerimle iç içe. Lisede dışlanmıştım, kimse yanımda oturmuyordu. Meksika’da kafam şekillendi. Fransa’da Marcel Marceau ile çalışıp mimik öğrendim. Andre Breton ile çalışıp gerçeküstücülüğü gördüm. Gaston Bachelard ile çalışıp felsefe öğrendim. Avrupa kültürü edindim. Kitabın İtalya’da yirmi baskı yapması komedi bir olay. Hiçbir fikrim yok, belki İtalyan ruhu nasıl biri olduğumu anlamıştır. Şu an mefta olmuş Şilili bir ressam, Robert Matta burada Fransa’da yaşıyordu. Fransa’da başarılı olmanın kolay olduğunu, sadece ilk 50 yılın zor olduğunu söylemişti. Paris’te 50 yılım doldu. Şimdi başarıyorum. Hükümet bana resmi bir diploma ve madalya bile gönderdi. Fransa ve dünya kültürüne katkılarım nedeniyle. Neticede beni fark ettiler. Sadece 50 yıl sürdü.

    Dil ve kelimeler, ruh ve mistizm

    İspanyolcamı şiir yazarak koruyorum. Bir ressamın tablosuyla uğraşması gibi her gün şiir üzerine çalışıyorum. Her tarafım sözlük dolu. Bir sürü sözlük var ve ruhum böylece canlı hissediyor. Demek ki dil ruhtur. Egonun ruhudur çünkü varlığımızın dili yoktur. Hisleri vardır. Egom İspanyolcadan yapılmış, egom canlı, o zaman kullandığım dil de öyle. Birçok kapı açtım, bilinç ve bilinçaltı arasındaki kapıları mesela. Terapiye daldım, psikoanalize. Açtığım bir başka kapı mistisizm oldu. Ben bir mistiğim. Dini anlamda değil ama bir anlamda Tanrı dediğimiz adı konmaz varlıkla çalışıyorum. Belki eski rabilerden geliyor bana bilmiyorum ama semantik üzerine çok çalışıyorum. Özellikle de Korzybski’nin Aristocu olmayan semantiği üzerine. “Köpek kelimeyi ısırmaz” ya da “Harita mekan değildir” gibi şeyler. Bana göre dil varoluştan farklıdır. Kelimeler nesneler değildir. ben nesne peşindeyim. O zaman dil beni bir şeye taşıyan uçak vazifesi görüyor. Ulaşacağım menzile varınca, iniyorum.

    Annem ve babam yidişçe konuşurlardı ama bana öğretmediler. Birbirlerinden nefret ettiklerinden sürekli kavga ediyorlardı ve anlamamı istemezlerdi.  Musevi edebiyatı burada benimle, etrafımdaki kitaplarda. Çince, Japonca ve Arapça ve büyü ve sihirle ilgili kitaplarla birlikte. Her şey yerli yerinde. Sholem Asch’ın Hırsız Motke’si , örneğin, ya da Perez ve Sholem Aleichem. Paris’te tarot çalışmaya başladım. Tarot işinde uzmanım ama geleceği anlatma kısmında değil. Benim için tarot daha çok bir optik dil, sihire, Eliphas Levi’ye ve benzer konulara giriştiğimde beni yönlendiren Kabala uzmanlarını buldum. Sonrasında Tevrat’ın rabbilern yorumuyla beş cildine geçtim. Sonrasında Talmud ve diğer gruplara, sandalyede otururken evlenen gruba Hasidim’e ulaştım. neticede hepsi beni Japon ya da Çin edebiyatının ilgimi çekmesi gibi ilgilendiriyor. Evrensel bir yazında belirli bir ulusun edebiyatı. Başlangıçtan bu yana dünyevi mülke karşı çıktım. Evim bana ait değil. Hep kiraladım. Sabit kaldığım bir yer de yok. Şili’de Şilili olduğumu düşünen kimse yok. Bazen Yahudi derlerdi zaten. İnsanların arkamdan böyle söylediğini sonraları fark ettim. Onlar için Museviler Türkler gibiydi. Araplara Türk, Musevilere Yahudi diyorlardı. Ayrıca genetik farklılıklar da gözüküyordu. Ufak bir oğlanken açık tenliydim ve diğerlerinin aksine sünnetliydim. Duşa girdiğimizde oğlanlar penisleri ölçmeye başlardı, sonrasında benimle dalga geçtikleri kısım gelirdi. Neticede bir fark vardı, buna şükrediyorum. Ayrıca babam da vardı, Yahudi olduğu gerçeğini saklayan babam. Hep Rus olduğunu söylerdi. “Tanrı yoktur. Ölürsün ve çürürsün, bu kadar,” derdi. Dine ve diğer her şeye şiddetle karşı çıkardı. Asla, bir gün bile kutsal bir gün kutlamadı. Elinden geldiği kadar asimile etti. Ama aynı zamanda bana arka planda metafiziksel bir şeyler de aşıladı. Tutunacak bir dalım yoktu, ne ulus anlamında ne din anlamında. İnançlar olmadan büyüdüm. Babam stalinistti, düşünün bir. Tanrının olup olmadığı sorusunu sormanızı naif buluyorum. Çünkü var olamaz, varolmanın ötesindedir. Maimonides ismindeki Yahudi düşünür Tanrı’yı açıklamaya çalıştığı kitabında, neticede şuraya varır: “Tanrı hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz bir şeydir.” O’nun için kelimeler yoktur, Tanrı düşünülemezdir. Tanrıya inanmıyorum, O’nu hissediyorum. Bu devasa evrende bir hayat olduğunu fark etmesem aptallık olurdu. Bir yaratıcısı olduğunu da. Hepimiz ekonominin kölesi olmuşuz, her şey, vergi amaçlı bizi gözetleyip durdukları bankalara gidiyor. Özgür değiliz. Giderek daha fazla gözetleniyoruz. Özgürlükten konuşsak ne olacak. Özgürlükten özgür olunca konuşabilirsin. Bir Yahudi atasözü geldi aklıma, “Mesih bir insan değildir. Mesih tüm insanların aydınlandığı gündür.”

    Gezegende, vahşi olan toplum değil. Dünyada şiddet var, ama nesnelerle ruhun özünü birbirinden ayrı tutalım. İnsanoğlu farkına varmış varlıklardır, ama bunu bilmiyorlar. Cehaletten dolayı acı çekiyoruz. Toplum koca bir yanılsama. Oturduğun koltuk dikdörtgen, ama yanılsama. Geometrik toplumun bir ürünü. organik toplumun böylesi odaları olmaz. Farklı şekilleri olur. Bizler geometrik, mantıklı toplumda yaşayan organik varlıklarız, kalıbız. Kalıp ise gerçeklik değil. Mesihçi bir yanım olup olmadığını soruyorsunuz, kim olduğumu bilmediğimi söylemeliyim. kendime ait bir tanımım yok çünkü tanım yapmak kendimi bir kalıba dökmek olur. Sana inandığım kadar kendime de inanıyorum, ancak bazı insanların daha fazla, diğerlerinin daha az sınırlaması vardır. O zaman her şey yanılsama ise, hepsi gerçekten çirkin illüzyonlardan ibaret. O zaman yapmamız gereken, aramak ve olabilecek en güzel illüzyonda yaşamaya çalışmaktır. Evrenin temeli bilinçtir. Evren küresel bir bilinç yaratmak için çalışıyor, gerçekleştiğinde, tüm kozmos bu bilinci hissedecek. Kötülük, iyilik unutulduğunda ortaya çıkıyor. Bütün bu konuşmalarla zamanımızı çaldığınız filan da yok, zaman bir nesne değildir. Aslında, bana zaman yaratma konusunda yardımcı oldunuz.

    Gurdjieff keşfim şöyle oldu: Marcel Marceau ile çalışıyordum. Çok fakirdim. Karımla birlikte Güney Doğu Fransa’da Saint Paul de Vence’e tatile gittik. Bir hanımefendi nezaketle bize bir oda vermişti aşağılarda bir yerde, böylece biraz kafa dinleyecektik. Odada kitaplarla dolu bir raf vardı. Bir okur olduğumdan, hemen orada bittim ve Louis pauwels’in Monsieur Gurdjeff isimli kitabına denk geldim. Büyük merakla okudum, Gurdjieff’i böyle keşfettim. Kitabın üzerimde büyük etki bıraktı. Bana göre iyi olan konuları vardı. Gurdjieff egodan bahsediyordu. Bir yanda ego vardı, bir yanda özü barındıran varlık. Sadece egomuz yoktur, sürekli değişen birkaç egomuz bulunmaktadır. Uykudayız ve uyanıyoruz gibidir. Gözüme bu çarptı. Kim olduğumu, egolarımın neler olduğunu ve öz varlığın ne olduğunu görmeye başladım. Birçok şeyiz biz: Kalp, duygusal dil, cinsiyet, cinsel dil, beden, eylemlerin dili. Başlangıçta, tek olmuş dört parçayız. Sonrasında, arzularımla konuştuğumda, ihtiyaçlarımla konuştuğumda görmeye başladım, çoğuldum. Dolayısıyla kendimi bölebilirdim, sonra tekrar birleştirebilirdim. Bunun üzerine çalışmaya başladım. İki dedem var. Biri Gurdjieff, diğeri Transcendental Magic, Its Doctrine and Ritual’in yazarı Eliphas Levi. Levi, Gurdjieff’in öncülüdür, büyüyü canlandırmıştır.

    Bakınız, sonsuzu, bitmezi, ne başlamayan ne de sona ereni yakalamak istiyoruz, bunu yapamayız. Beynimizin çoğu ancak güzelliği yakalayabilir. Şiiri kullanarak, bendeki değeri bulmaya çalışıyorum, onu göstermek derdinde değilim, onun güzelliğini, olumluyu, yapıcıyı, diğerlerine göstermek, en muhteşem şey insan olmak. Görevim bu. Bunu yapmak için sayısız yol var. Ben grafik işleri kullanıyorum, çizgi romanı, belirlenmiş görselleri ve sembolleri. Film ise aynısını hareketli yapıyor. Biri çizgi roman okurken sayfaları çevirir, aktiftir. Film seyreden ise pasiftir. Yeni teknolojiler ile birlikte bu değişiyor. Gelecekte kitaplar –romanlar- ufak filmler, müzik de içerecek. Sinemada sahip olduğumuz her şey olacak. Anlatım araçlarında büyük bir değişimin başlangıç aşamalarındayız. Tiyatro en trajik olan, performans sona erince yok olur gider. Anılar kalır, performans videoları vardır, ama gerçek tiyatro değillerdir. Performanslar sırasında kazalar olabilir, ama filmlerde aktörler gerçekte ölmezler. Tiyatroda, aktör sahneden düşüp ölebilir.

  • Wrekmeister Harmonies: Çürüme kaçınılmaz

    Wrekmeister Harmonies: Çürüme kaçınılmaz

    J.R. Robinson ve tek kişilik grubu Wrekmeister Harmonies, son dönemde bizi en çok heyecanlandıran müzisyenlerden oldu. Müziği modern topluma dair estetik ve samimi bir duygusallık barındıran tepkiden beslenirken, temellerine okült, ezoterik, nihilist haller de katmış, sakin fakat sert bir tavırda ilerledi, ilerliyor. Jr. Robinson’ın yeni albümü Then It All Came Down, 21 Ekim’de yayımlanacak. Birkaç soru sorduk.


     [Ayşegül Doğan/Barış Yarsel – Futuristika!] Geçmişinizden bahseder misiniz?

    [J.R. Robinson – Wrekmeister Harmonies] Uzun, çok uzun bir süredir hayattayım. Çok şey gördüm ve gözledim. Etrafımda olup bitenlerin sürekli farkında olmaya çalışıyorum. Yaratma sürecimi açıklayacak şey budur.

    İlk albümünüz You’ve Always Meant So Much to Me, aynı zamanda film müziğiydi. Filmden bahsedebilir miyiz?

    Film hakkında şunu söyleyebilirim: Geçici varoluşumuz ve doğanın; insan ve yapılar ve kendimiz için oluşturduğumuz çevre üzerindeki yayılmacı yok edici etkisi hakkında bir sorgulamadır. Bu döngüde direnmek için oldukça keyfekeder ve tamamen çaresiz bir durumdayız. Film için,bu değişmeyen çemberin kendimce yapısalcı bir metotla gerçekleştirdiğim gözlemi ve tepkisidir diyebilirim.

    Yeni albüm Then It All Came Down ekim ayında yayımlanacak. Plak şirketi Thrill Jockey tarafından “Masumiyet modern toplumun kötülüklerine boyun eğerken, karanlıkta sönüp giden ışık,” diye tanıtılıyor. Günlük hayatta, müziğinizi yaparken, meditasyonda ya da evrende ne hissediyorsunuz? Nasıl tepki veriyorsunuz?

    Gezegenin var olmak için oldukça zor bir yer olduğunu hissediyorum. Huzur içinde yaşamaya çalışıyorum, sakin şekilde ve öfke olmadan hareket etmeye çabalıyorum. Sanatla uğraşıp benim gibi yapan diğerlerine yankı yapmayı umut ederek gözlüyor ve tepki veriyorum.

    [Interview] Wrekmeister Harmonies: Decay is inevitable 1
    J.R. Robinson / Wrekmeister Harmonies
    Neu!’dan Neurosis’e kadar, sizin çalışmanızın arka planında da çürümenin, melankolinin, çökmekte olan bir kuşağın öfkesi var gibi duruyor. Sizce durum böyle mi?

    Yenilgilerimize öfke duymuyorum. İnsanlığın kendisini yok edici ve şiddet dolu eylemleriyle yüzleşildiğinde tecrübe ettiğim şeyler üzüntü, hayal kırıklığı ve huzursuzluk oluyor. Çürüme kaçınılmaz. Bunları işleyip müzik, film ve diğer sanat formları aracılığıyla bir tepki vermeye çalışıyorum.

    Black Sabbath’tan çokça etkilendiğinizi okuduk.

    Yaşı büyük bir akrabam, çok erken yaşta bana güçlü narkotikleri denettirmişti. Oldukça yıpratıcı ve aydınlatıcı bir yolculuktu. Olayın arka planında çalan müziği Black Sabbath olduğunu hatırlıyorum.

    Bela Tarr’ı sormak gerekiyor. O da Laszlo Krasznahorkai’nin bize insanlığın çürümesini uzun cümlelerle anlattığı gibi, uzun çekimlerle sanatını yaptı.

    Bela Tarr, sinemada bir hazine. çalışmaları, kelimelere ya da genel açıklamalara meydan okuyor. “Anlam ile birleşmiş ve yekpare” bir dil kullanmaya çalışarak mezar kazıcılığı yapıyorum. çalışmalarımdaki etkisi çok açık.

    Einsturzende Neubauten’den Alexander Hacke  ile çalışmayı planladığınız duyduk. İstanbul’a aşinadır. Buralara gelme imkanı var mı?

    Alexander Hacke, Şikago’ya geldiğinde on yıl önce kendisiyle tanışma şansına eriştim. İletişimde kaldık ve geçen yıl Avrupa’da ufak bir turne yaptık. Şikago’ya tekrar geldi ve The Body, Olivia Block ve Bloody Minded’dan Mark Solotroff’un da katılımıyla bir parça kaydettik. Sonuç hayal edebileceğimden çok daha iyi oldu. O dev adamı seviyorum.


  • Borges’in kadınları

    Borges’in kadınları

    [dropcap]B[/dropcap]orges ailesi’nin Avrupa yıllarında bir durağı da 1919 yılında Mallorca’yken, babası da tek romanı üzerinde çalıştığı dönemde, Jorge Luis Borges de ilk şiirlerini yazmaya başladı. Sonradan Borges’nin annesinin Bioy Casares’e “iki deliyle uğraşıyorum” diye dert yandığı rivayet edilir. Borges’in babası 47 yaşındayken romanını yayımlatır. Roman ilgi çekmez.

    İlerleyen yıllarda Borges’in babasının sağlığı kötüye gidince, oğlundan romanı yeniden yazmasını ister. O daha yeteneklidir, bunu yapabilir? Oysa Borges’in en uzun yazdığı metin 14 sayfa süren Kongre isimli öyküdür. Onu da yazması yıllar almıştır.

    Norah Borges, aynı zamanda ünlü bir ressamdır ve Borges’nin kızkardeşidir. Tıpkı annesi gibi, Borges’i “Georgie” diye çağıran Norah, aslında Borges’ten önce yazmaya başlamıştır. Norah’ın çizimleri 1920’li ve 30’lu yıllarda çeşitli sürrealist dergilerde yayımlanmıştır. Dadaist yazar Guillermo de Torre ile evlenen Noah’nın çocukları Luis ve Miguel de Torre ise, Borges ailesinin yaşayan tek varisleridir.

    Borges’in annesi baskın bir kişiliktir. Sürekli atalarını anlatır Borges’e. Nasıl savaştıklarını, nasıl kahraman olduklarını… Asla bir asker olmayacak Borges, kendinden utandığını anlatır. Tüm o zafer öykülerinin sadece aktaranı olacaktır. Kimi zaman düşlerinde atalarıyla yanayan savaştığını görmesinin nedeni de budur.

    Jorge Luis Borges ve annesi Leonor, 1962, Londra.

    Borges’in ilk bağlandığı kadın ise büyükannesi Fanny’dir. Dedesi üç yıllık bir evlilik sonrasında, bir düelloda kafasından vurulunca dul bıraktığı Fanny, 93 yaşında ölene dek Borges’in yanındaydı. Tam bir ingiliz olan büyükannesi Borges’i de benzer bir etkiyle yetiştirdi.

    1930’lu yıllara gelindiğinde, Borges kurgu üzerine daha çok düşünür olmuştu. Metinlerle oynuyor, kendi dünyasını zenginleştiriyordu. Anca hala düşsel metinlerini yazmaya başlamamıştı. Bu dönemde yazılarının yayımlandığı Sur dergisinin önemi büyüktü. Sur dergisi ise Victoria Ocampo adında, Arjantin’in en önemli ailelerinden birine mensup bir kadın tarafından çıkarılıyordu. Borges’e göre, “diktatör” bir kadındı. Borges kadını bir şekilde idare etmeye çalıştı çünkü Sur dergisi, ismini duyurmasının en önemli yoluydu o dönemde. Dergi için inceleme ve denemeler yazmayı sürdürdü.

    1936 Nisan ayında yayımlanan, ilk düzyazı kitabı “Alçaklığın Evrensel Tarihi” 1937 yılına dek sadece 36 adet satıldı.

    Aynı dönemde Bioy Casares ile arkadaş olan Borges’in ilk kütüphanecilik görevi, Buenos Aires’in işçi mahalllelerinden birindeydi ve kitaplarla, kütüphanedeki iş arkadaşları da dahil olmak üzere, kimsenin ilgilendiği yoktu. Borges, yevmiye ile çalıştığı bu dönemde yaşadığı parasızlığı, “Bazen tramvaya on durak yürürken gözlerimde yaşlar birikirdi” diye anlattı daha sonra.

    1938 yılında babasını kaybeden Borges, aynı yılbaşında ünlü kazasını gerçekleştirir. “Kafaderimin sıyrıldığnı hissettim…” Bir ay boyunca bilinci tam yerine gelmez, ardından ilk Borgesian öykü sayılan “Pierre Menard, Author of Don Quixote” yazılır.

    Takip eden yıllarda, Borges en ilgi çeken kurgularını Sur dergisinde yayımlar, “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” ve “Babil Kütüphanesi”.

    Sürekli okur artık, Kafka çevirir. Babasının ölümü, rezil bir işte çalışması, her gün tramvayda o uzak mahalleye gidip gelirken Dante okuması, durmadan Dante okuması. Bir yandan patlayan savaş ve Nazilerle Peron düşmanlığı. Tüm bu karmaşa içinde bir kadına aşık olur ve kadın Borges’i geri çevirir.

    Borges için, en iyi, kendisiyle evlenmeyecek ya da yatmayacak kadınlarla anlaşabilmiştir, derler. Borges’in ilginçtir kadınlarla ilişkisi çok fazlaydı, sadece onlarla sevgili olmuyordu. Birçok kadının Borges ile hatıraları olduğu gereği bir yana, yine birçok kadın Borges’in aşk hayatı hakkında bilgi sahibi değildi.

    [sws_blockquote align=”” alignment=”alignleft” cite=”…” quotestyles=”style02″]Borges için, en iyi, kendisiyle evlenmeyecek ya da yatmayacak kadınlarla anlaşabilmiştir, derler. [/sws_blockquote] Borges 19 yaşındayken babası ona sormuştu: “Hiç bir kadınla beraber oldun mu? Hiç mektebe gittin mi?” Babası Borges’in hiç yapmadığını görünce, kendisine bir genelev adresi verip, orada kendisini bekleyen bir kadın olacağını söyler. “Erkekliğe geçişin sıradığı ritüelleriyle baş etmen için küçük bir yardım” der. Borges söylenen yere gittiğinde, kadını aslında babasıyla paylaştığı gerçeğini fark edince, ilk denemesi olumsuz sonuçlanır. Borges için doktora görünmesi gerektiği söylendiğinde, “bu genç adam, kadın bedeninden alacağı zevk ve keyfi, edebiyattan alıyor” denir.

    Borges’in “Öteki” isimli hikayesinde geçen “Plaza Dubourg’un ikinci katında olanlar” göndermesinin bu yaşananlara atıf yapıldığı söylense de, bunların önemi yok. Borges ne de olsa 1921 yılında edebiyat çevresi ile takıldığında Mallorca’da yeteri kadar geneleve girip çıkmıştı. O dönemde gece kulüpleri aynı zamanda genelevdi zaten. Daha sonra kızkardeşi Norah ile evlenecek eniştesine yazdığı mektupta, burada geçirdiği vakitte “anlayışı kıt kızların memeleri ve gülümsemeleri arasında nasıl vakit geçirdiğini” anlatır. Kumardan kazandığı paralarla nasıl fahişelerle yattığını anlatır, hatta bir fahişeye nasıl aşık olduğunu, “Luz bir katedral gibiydi… aynı zamanda bir orospu gibiydi de…”

    Borges’in tek büyük aşkı tabii ki annesiydi. Annesinden gelen bir telefonla, hazırola geçip telefonda “tabii ki anneciğim, nasıl isterseniz anneciğim” diye 45 yaşında soluksuz kaldığı bilinir. Aşık olduğu tüm kadınları, birlikte olduğu hiçbir kadını Borges’in annesinin onaylamadığı da…

    Ancak Borges 1950 yılında tamamen kör olur. Annesinin onayladığı tek kadın olan Doña Leonor, Borges’in tüm işlerini yapıyordur. Kitap okuyan, yazılarını yazan bu kadındır. Borges’in annesi de, doksan yaşına geldiği halde, oğluyla her yere gitmektedir. Borges her akşam yatmadan önce, annesinin kapısına gider, gününün nasıl geçtiğini fısıldar. Annesinin kutsamasıyla yatağına gider…

    Borges sonunda evlenmeyi kabul ettiğinde annesi ona bir kız “onaylar”. Elsa ismindeki kızın ne edebiyatla ne de Borges’in düşünce tarzıyla ilgisi yoktur. Arkadaşları şiddetle karşı çıkar ancak annesinin onayıyla Borges evlenir.

    1967 yılında evlenen Borges’in evliliği tam bir faciadır. Evlendikleri gün birlikte uyumak istemez. 68 yaşındaki Borges, alıştığı yatağında tek başına uyumak ister. Balayı için otele gidilecekken karısına Borges değil, Borges’in annesi eşlik eder. 1970 yılında karısından ayrılmak ister ancak Arjantin’de o dönem boşanmak yasaktır. Yakın arkadaşlarından yazar ve düşünür di Giovanni devreye girer. Borges evden çıkarken karısı akşama ne yemek yapayım diye sorar, Borges en sevdiği Arjantin yemeğini ister. Borges o gün evden bir daha geri dönmemek üzere çıkar ve arkadaşının organizasyonuyla havaalanına gider.

    Borges, ayrıca yıllarca kendisine bakmış olan hizmetlisi Fanny ile de iyi anlaşır. Fanny yıllar sonra yazdığı kitapta Borges’i ilahi bir konumda resmeder. Fanny’nin evden uzaklaşması ise, Maria Kodama’nın Borges’in yardımcısı olmasıyla gerçekleşir. 35 yıl Borges’e hizmet eden Fanny, beş kuruşsuz ve evsiz kalır.

    İzlanda’da Maria ile sevgili olan Borges ile Maria’nın ilişkisi yine Futuristika’da başka bir röportajda okuyabilirsiniz. 1975 yılında Borges’in annesi 99 yaşında vefat eder. Yanına ileride Borges’in de gömüleceği düşünülerek, aile kabristanlığına, atalarının yanına gömülür. Annesinin ölümünün ardından Borges, Maria Kodama ile dünya yolculuğuna çıkar. Maria Kodama’nın etkisiyle, vasiyetini değiştirir Borges ve kızkardeşi, Fanny ve akrabalarını çıkarıp tüm varlığını Maria’ya verir.

    1986 yılında artık öleceğini hisseden Borges, kitaplarla ilk tanıştığı yer olan Avrupa’ya dönmek ister. Bir şiirinde söylediği gibi, Cenevre’ye ölmek üzere giden Borges Nisan 1986’da Maria Kodama ile evlenir ve haziran 1986’da yaşama veda eder. Kızkardeşinin, atalarının yanına gömülmesi ısrarına rağmen bugün İsviçre’de, Krallar Mezarlığı’nda gömülüdür.

    Maria Kodama’ya Borges sizi hiç gördü mü diye sorduklarında, hayır demiştir, “Borges beni hiç görmedi.”

    Maria Kodama & Jorge Luis Borges
  • Freddie Mercury ile ölmeden önce biraz biraz delirmek

    Freddie Mercury ile ölmeden önce biraz biraz delirmek

    Freddie Mercury şöyle der şarkıda: “It lastly occurred – I am slightly mad – oh expensive!”

    Başımız ne zaman sıkışsa koşup TDK’ya sığınıyoruz ya hani, “Deli olmak, aklını yitirmek, çıldırmak” demiş delirmek fiili için. Peki inek nerede diye sorduğumuzda da akıl için “Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us” dedi camdan bakan Arap Bacı. Anlamıyorsak olan biteni deliyiz o zaman topluca ve biz deliysek topluca, Foucault arkamızdan çığırsın avaz avaz: “Ha sen çıldırmışsın, ha dünya.”

    Delirmenin azı ya da çoğu olmaz diyenlere kafa tutar gibi. Bu şarkının klibi siyah beyazdır ve herkes tımarhane kaçkını gibi görünür. Klibin siyah beyaz olmasına tezat bir şekilde birbirinden renkli tipler; kafasında kettle ile gezen davulcu Roger Taylor ya da kafasında bir demet muz ile Freddie Mercury…

    Bu klibi diğerlerinden ayıran ise Freddie Mercury’nin sağlığının son demlerine yaklaşırken çektiği son iki klipten biri olmasıdır. I am Going Slightly Mad‘in ardından Mercury These Are the Days of Our Lives ile son kez kamera karşısına geçer.

    İki klibi arka arkaya izlerseniz zaten Mercury’nin hareketli ve neşeli halinin nasıl da hareketsiz ve durgun bir şekle büründüğünü kolaylıkla seçebilirsiniz.

    Kronolojiye bakacak olursak Şubat 1991’de I am Going Slightly Mad‘in videosu, Mayıs 1991’de ise These Are the Days of Our Lives‘ın videosu çekildi. Kasım 1991’de ise Mercury hayata veda etti.

    AIDS ile verdiği mücadelenin son evrelerindeyken çekilen These Are the Days of Our Lives‘ın siyah beyaz çekilmesinin bir sebebi de Mercury’nin sağlığındaki kötüleşmenin fiziksel yansımasını saklamaktı. Fakat daha sonra bu klibin kamera arkasının renkli görüntüleri ortaya çıktı.

    Klibin bir özelliği de Mercury’nin şarkının sonunda kameraya doğrudan bakarak “Sizi hâlâ seviyorum” demesidir ve bunlar da kameraya alınan son sözleri olur.

    Bu şarkı daha sonra Nisan 1992’de düzenlenen “Freddie Mercury Tribute Live Performance”ta George Michael ve Lisa Stansfield tarafından söylenir, ki bence hiç de fena söylenmez.

    Not: Gökçe İnce’ye teşekkürler!

  • [César Vallejo]

    [César Vallejo]

    César Vallejo, avangard modernist şiirin sıradışı isimlerinden sayılır. 27 ocak 1931 tarihinde bir Madrid gazetesinde yayımlanan röportaj, şairin bilinen, günümüze ulaşan – tek “konuşmasıdır.” İçeriği çok güçlü olmasa da, şairin tek röportajı olması nedeniyle önemli olan metni buraya alıyoruz. Röportajın yayımlandığı gazete, Cumhuriyetçi İspanya’da önemli bir yayındı. 1939 yılında yayın hayatı sona erdi.

    1892-1938 yılları arasında yaşayan César Vallejo, ülkesinde sokak gösterilerine katıldığı için 1920’de tutuklanıp hapse girdikten sonra 1923 yılında Paris’e gelmiştir. SSCB’yi üç kez ziyaret etmesi dışında tüm yaşamını Avrupa’da geçirmiş, arada İspanya’da yaşamış ve tekrar döndüğü Paris’te ölmüştür. İspanya’da cumhuriyetçilere etkin biçimde destek olan Vallejo, devrimci-mistik şiirler yazdı. Kara taş, ak taşın üzerinde, İnsanları çocuklara bölen öfke [Bu şiire Futuristika! selamı] gibi şiirleriyle bilinen Vallejo, 1938 yılında açlık grevine girip yaşamını nihayete erdirmiştir. Öldüğünde yanında sevdiği bir kadın olduğu söylenir.

    Peru asıllı Vallejo, röportaj sırasında Paris’den Madrid’e geçmiştir.

    [sws_2_column title=””]

    [/sws_2_column]
    [sws_2_columns_last title=””]

    Buraya neden geldiniz?

    Kahve içmeye.

    Kahve içmeye nasıl başladınız?

    Lima’da ilk kitabımı yayımladım. Los heraldos negros [Kara haberciler] isimli bir toplamaydı. Yıl 1918. [F! Notu: Doğru tarih 1919 olacaktı.]

    O yıl Lima’da ne gibi sıradışı olaylar olmaktaydı?

    Bilmem. Kitabımı yayımladım. Burada savaş sona eriyordu. Bilemiyorum.

    Los heraldos negros’da ne tür bir şiir yarattınız?

    Modernist şiir diyebilirsiniz. İspanyol modernizmine eklenmiş şiirler denebilir geleneksel bir bakış açısıyla. Gerçi, gerekli Amerikanizmlerle de kaplanmıştı.

    Mesela?

    Sevgili Andean Rita, tam da şu an ne yapıyordur,
    Yaban kamışı ve alacakaranlık meyvesi
    Bizans şimdi boğuyor beni ve kan
    Uykuları var içimde, tatsız bir içki gibi

    Sevgili Vallejo, her şairde oldukça önemli olan bir şey hissettim. Ne şairlerde ne de düzyazı yazarlarında bile anlamı olmayan o duyarlı değişim: Tatsız içki.

    Duyarlılık beni takıntılılık noktasına kadar ilgilendiriyor. Şu sıralar bugünlerde en çok neye arzu duyduğumu soracaksanız, şu olabilir: her bir rastlantısal kelimeyi buharlaştırmak, saf anlatımı serbest bırakmak, ki bugün, her zamankinden çok, isimler ve fiillerde aranmalıyız… Hele de dilden vazgeçemeyeceğimizi düşünürsek!

    Trilce’den bir pasajı, söyledikleriniz belirginleşsin diye, okur musunuz?

    Yaratılmış ses asileri,
    ne açık ne de aşk olacak
    Aşıklar sonsuza dek aşık olacaklar
    Sonrasında 1’i arama, sonsuzluğa dek çınlayacak
    0’ı da arama, sessizliğe bürünecek
    1’i uyandırıp ayağa kaldırana dek

    Kitabın isminin neden Trilce olduğunu söyler misiniz? Trilce ne demek?

    Trilce’nin bir anlamı yok. Tüm çabama rağmen, değecek bir isim bulamadım. Bu nedenle bir tane uydurdum: Trilce. Güzel ama değil mi? Geriye dönmedim… Trilce.

    Avrupa’ya, Paris’e ne zaman geldiniz?

    1923 yılında, Trilce yayımlanmadan bir yıl önce.

    Fransız şairlere aşina mıydınız?

    Bir tanesine bile değil. Lima bir başka alemde. Tabii ki bir merak vardı ancak orada oldukça karanlıktaydık diyebilirim.

    Öylesi bir kitabı nasıl ortaya koydunuz? Sadece dildeki becerileriyle değil, böylesi enerji ve seviye yetkinliği olan bir kitaba?

    Kara habercilerden sonra kesintisiz bir akıştı. İspanyol klasiklerinde oldukça piştim. Ancak dürüstçe, inanıyorum ki şair, dilin tarihinde kendi anlatımını n adım adım peşinde  sezgisel bir kavrayışa sahiptir.

    Paris’te tanıdığınız insanlar kimlerdi?

    Pek az. Söylemeye gerek yok, yazarları takip etmeyi denemedim. Nihayetinde Şilili Vicente Huidobro ve İspanyol Juan Larrea ile tanıştım.

    Son soru olarak dostum Vallejo, yayımlanmamış çalışmalarınız neler?

    Mampar isimli bir oyun. Yeni bir şiir kitabı.

    Adı?

    Instituto Central del Trabajo

    [/sws_2_columns_last]

  • Per-so-na #1 Bora Başkan

    Per-so-na #1 Bora Başkan

    24 Mayıs – 23 Haziran 2012 tarihleri arasında gerçekleşecek etkinliklerin ilk konuğu Bora Başkan. Başkan’ın ilk kişisel sergisi “Bağlı”, sanatçının iktidar kavramını soyut imgelere dönüştürdüğü son dönem çalışmalarına odaklanırken, illüstrasyon ve dijital baskılardan oluşan işlerini de biraraya getiriyor.

    [sws_button class=”” size=”sws_btn_large” align=”sws_btn_align_center” href=”https://futuristika.org/wp-content/uploads/2012/05/BoraBaskanBasinBulteni.pdf” target=”_blank” label=”Per-so-na #1 Bora Başkan Basın Bülteni.pdf” template=”sws_btn_outrageousorange” textcolor=”” bgcolor=”” bgcolorhover=”” glow=”sws_btn_glow”] [/sws_button]

    Sergi: 24 Mayıs-23 Haziran 2012
    Açılış: 24 Mayıs 2012 saat: 18.00 // 0212 2435687
    Pakt: Hayriye caddesi No: 5/4 Apelyan apt. Galatasaray, 34425 İstanbul

    Söyleşi: 9 Haziran 2012 saat: 16.00 // 0212 2459980 // www.cezayir-istanbul.com
    Cezayir: Hayriye caddesi No: 12 Galatasaray, İstanbul

    Serginin açık olduğu günler: Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri 13.00 – 19.00
    Randevu ile: Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri 13.00 – 19.00

  • Sadece diptekiler sağ kalıyor

    Sadece diptekiler sağ kalıyor

    William S Burroughs portre: S. C Jones

    1968 yılından bir heyula anlatıyor, William Burroughs orta sınıfı yok etme arzusunun nedenini, biraz sert bir ses tonuyla anlatıyor. (daha&helliip;)