Blog

  • Anne Carson – Sesin Cinsiyeti

    Anne Carson – Sesin Cinsiyeti

    yapıtın özgün ismi: gender of sound

    ingilizceden çeviren:
    zeynep talay

    “Bir erkeğin kendine mahsus sophrosyne’sinin koşulu olarak kendisini duygularından
    arındırması ve böylece de sesini kontrol etmesi, cinsiyet stereotiplerinin temel varsayımıdır.
    Buna bağlı olarak da, erkeğin kadına karşı toplumsal sorumluluğu, kadının sesini kontrol
    etmesi, çünkü kadının kendisinin bunu yapacak yetide olmamasıdır. Böyle bir erkek ‘hayırseverliğini’ Homeros’un Odysseia’sının 22. kitabında görürüz: yaşlı kadın Eurykleia
    yemek salonuna girer ve Odysseus’u karısına talip çıkanların ölü bedenleri arasında kanlar
    içinde bulur. Eurykleia başını kaldırır ve bir ololyga söylemek üzere ağzını açar.
    O esnada Odysseus eliyle yaşlı kadının ağzını kapatır ve şöyle der, ou themis:
    ‘Tam da şimdi bağırmana izin yok. İçinden sevin…’”

    anne carson bu denemesinde, antik uygarlıklardan günümüze,
    eril zihniyetin kadın sesine bakışını inceleyerek kadın sesinin nasıl sistemli bir şekilde
    kontrol altında tutulmaya çalışıldığını ortaya koyuyor.

    nod 5, deneme
    şubat 2015

    isbn:
    978-605-84997-1-3

    copyright © anne carson, 1995

    ‘new directions publishing’
    ile yapılan telif sözleşmesi uyarınca

    çevrilip basılmıştır.

    26 sayfa

    sesin cinsiyeti
    toplam 444 adet basılmış,
    tamamı numaralandırılmış,
    ilk yirmi dört tanesi satış dışı tutulmuştur.

    kapak resmi:
    baubo heykeli, priene, i.ö. 4. yy.

    kapak tasarımı:
    uygar asan

    grafik uygulama:
    hatice çoban

    dış kapak kağıdı, ege kağıt:
    189 kr 230, oya krem, 230 gr.

    iç kağıt, ege kağıt:
    aydınger 795, 130 gr.
    340 be 120, neo bristol beyaz, 120 gr.

    Anne Carson - Sesin Cinsiyeti 1

  • [Alejandro Jodorowsky] Geometrik toplumda organik varlık

    [Alejandro Jodorowsky] Geometrik toplumda organik varlık

    Gerçekçi büyü yapmak

    Kendinizi Latin Amerika edebiyatının neresine görüyorsunuz? García Márquez, Vargas Llosa, orges, Cortázar, Fuentes ve Şili’deki yazarları düşünürsek.

    Tüm bu yazarlar Latin Amerika folklorundan çıkmıştır. Ayrıca çalışmalarında siyaset de vardır. O günlerde Komünist parti ve Fidel Castro’ya sempati beslemek durumundaydınız. Size yardım etsinler diye oyunu kuralına göre oynamalıydınız. Pablo Neruda gibi mesela. Ben ise her zaman apolitik oldum. Ben şiirsel devrime inanıyorum, politik bir devrime değil. Politikadan nefret ederim. Bir zamanlar gerekli olan bir yapı olabilir, ancak bugünlerde tamamen bozulmuş durumda. Ayrıca genellikle hırsızların uğraştığı bir meşgale. Ayrıca büyülü gerçekçilik asla ilgimi çekmedi, ben de Latin Amerikalılara dönüşmüş Yahudiler hakkında yazdım. Çünkü Latin Amerika temelde Anti-Semit’dir. Açık olalım. Bir zamanlar yaşadığım Şili’ye bakın mesela. Ülkenin yarısı Nazileri desteklemişti. Sayısız Alman güney Şili’ye kapağı attı. Şili her zaman anti-semit oldu. Hala öyle. Bunu yazmaya cesaret eden olduğum için, eleştiriler hiç iyi olmadı, iyi satmadım. Hiper avangardın doğasına uygun bir çok çalışmam var, Beckett veya Ionesco gibi. ABD ya da Britanya’da benim için büyülü gerçekçi denmesi beni zerre ilgilendirmiyor. Ben gerçekçi büyü yapıyorum.

    Şili

    Şili’ye bağlılığım mevzusu karışık. Twitter’da milyonun üzerinde takipçim var ve çoğu oradan. Ben ruhani bir iş yapıyorum. Ruhumda, herhangi bir ırkım ya da milliyetim yok. Sınırların dışıyım. Belirli bir yaşım da yok. Yaşımı yaşamıyorum. Yaşımdakiler gibi davranmıyorum Yaş yok, ulus yok. Yine de hayatımın önemli bir kısmını Şili’de geçirdim. Orada doğdum ve ve inanılmaz bir büyüme evresi yaşadım 23 yaşıma dek. [Sonsuz Şiir]de anlattığım budur. Şairdim, şiirden anlardım. Tüm bunlar Şili’de, Pinochet gelmeden ve dehşet verici olaylar yaşanmadan önce gerçekleşti. Dolayısıyla köklerime karşı bir tür nostaljim var. Ama bu kökler Yahudi köklerimle iç içe. Lisede dışlanmıştım, kimse yanımda oturmuyordu. Meksika’da kafam şekillendi. Fransa’da Marcel Marceau ile çalışıp mimik öğrendim. Andre Breton ile çalışıp gerçeküstücülüğü gördüm. Gaston Bachelard ile çalışıp felsefe öğrendim. Avrupa kültürü edindim. Kitabın İtalya’da yirmi baskı yapması komedi bir olay. Hiçbir fikrim yok, belki İtalyan ruhu nasıl biri olduğumu anlamıştır. Şu an mefta olmuş Şilili bir ressam, Robert Matta burada Fransa’da yaşıyordu. Fransa’da başarılı olmanın kolay olduğunu, sadece ilk 50 yılın zor olduğunu söylemişti. Paris’te 50 yılım doldu. Şimdi başarıyorum. Hükümet bana resmi bir diploma ve madalya bile gönderdi. Fransa ve dünya kültürüne katkılarım nedeniyle. Neticede beni fark ettiler. Sadece 50 yıl sürdü.

    Dil ve kelimeler, ruh ve mistizm

    İspanyolcamı şiir yazarak koruyorum. Bir ressamın tablosuyla uğraşması gibi her gün şiir üzerine çalışıyorum. Her tarafım sözlük dolu. Bir sürü sözlük var ve ruhum böylece canlı hissediyor. Demek ki dil ruhtur. Egonun ruhudur çünkü varlığımızın dili yoktur. Hisleri vardır. Egom İspanyolcadan yapılmış, egom canlı, o zaman kullandığım dil de öyle. Birçok kapı açtım, bilinç ve bilinçaltı arasındaki kapıları mesela. Terapiye daldım, psikoanalize. Açtığım bir başka kapı mistisizm oldu. Ben bir mistiğim. Dini anlamda değil ama bir anlamda Tanrı dediğimiz adı konmaz varlıkla çalışıyorum. Belki eski rabilerden geliyor bana bilmiyorum ama semantik üzerine çok çalışıyorum. Özellikle de Korzybski’nin Aristocu olmayan semantiği üzerine. “Köpek kelimeyi ısırmaz” ya da “Harita mekan değildir” gibi şeyler. Bana göre dil varoluştan farklıdır. Kelimeler nesneler değildir. ben nesne peşindeyim. O zaman dil beni bir şeye taşıyan uçak vazifesi görüyor. Ulaşacağım menzile varınca, iniyorum.

    Annem ve babam yidişçe konuşurlardı ama bana öğretmediler. Birbirlerinden nefret ettiklerinden sürekli kavga ediyorlardı ve anlamamı istemezlerdi.  Musevi edebiyatı burada benimle, etrafımdaki kitaplarda. Çince, Japonca ve Arapça ve büyü ve sihirle ilgili kitaplarla birlikte. Her şey yerli yerinde. Sholem Asch’ın Hırsız Motke’si , örneğin, ya da Perez ve Sholem Aleichem. Paris’te tarot çalışmaya başladım. Tarot işinde uzmanım ama geleceği anlatma kısmında değil. Benim için tarot daha çok bir optik dil, sihire, Eliphas Levi’ye ve benzer konulara giriştiğimde beni yönlendiren Kabala uzmanlarını buldum. Sonrasında Tevrat’ın rabbilern yorumuyla beş cildine geçtim. Sonrasında Talmud ve diğer gruplara, sandalyede otururken evlenen gruba Hasidim’e ulaştım. neticede hepsi beni Japon ya da Çin edebiyatının ilgimi çekmesi gibi ilgilendiriyor. Evrensel bir yazında belirli bir ulusun edebiyatı. Başlangıçtan bu yana dünyevi mülke karşı çıktım. Evim bana ait değil. Hep kiraladım. Sabit kaldığım bir yer de yok. Şili’de Şilili olduğumu düşünen kimse yok. Bazen Yahudi derlerdi zaten. İnsanların arkamdan böyle söylediğini sonraları fark ettim. Onlar için Museviler Türkler gibiydi. Araplara Türk, Musevilere Yahudi diyorlardı. Ayrıca genetik farklılıklar da gözüküyordu. Ufak bir oğlanken açık tenliydim ve diğerlerinin aksine sünnetliydim. Duşa girdiğimizde oğlanlar penisleri ölçmeye başlardı, sonrasında benimle dalga geçtikleri kısım gelirdi. Neticede bir fark vardı, buna şükrediyorum. Ayrıca babam da vardı, Yahudi olduğu gerçeğini saklayan babam. Hep Rus olduğunu söylerdi. “Tanrı yoktur. Ölürsün ve çürürsün, bu kadar,” derdi. Dine ve diğer her şeye şiddetle karşı çıkardı. Asla, bir gün bile kutsal bir gün kutlamadı. Elinden geldiği kadar asimile etti. Ama aynı zamanda bana arka planda metafiziksel bir şeyler de aşıladı. Tutunacak bir dalım yoktu, ne ulus anlamında ne din anlamında. İnançlar olmadan büyüdüm. Babam stalinistti, düşünün bir. Tanrının olup olmadığı sorusunu sormanızı naif buluyorum. Çünkü var olamaz, varolmanın ötesindedir. Maimonides ismindeki Yahudi düşünür Tanrı’yı açıklamaya çalıştığı kitabında, neticede şuraya varır: “Tanrı hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğimiz bir şeydir.” O’nun için kelimeler yoktur, Tanrı düşünülemezdir. Tanrıya inanmıyorum, O’nu hissediyorum. Bu devasa evrende bir hayat olduğunu fark etmesem aptallık olurdu. Bir yaratıcısı olduğunu da. Hepimiz ekonominin kölesi olmuşuz, her şey, vergi amaçlı bizi gözetleyip durdukları bankalara gidiyor. Özgür değiliz. Giderek daha fazla gözetleniyoruz. Özgürlükten konuşsak ne olacak. Özgürlükten özgür olunca konuşabilirsin. Bir Yahudi atasözü geldi aklıma, “Mesih bir insan değildir. Mesih tüm insanların aydınlandığı gündür.”

    Gezegende, vahşi olan toplum değil. Dünyada şiddet var, ama nesnelerle ruhun özünü birbirinden ayrı tutalım. İnsanoğlu farkına varmış varlıklardır, ama bunu bilmiyorlar. Cehaletten dolayı acı çekiyoruz. Toplum koca bir yanılsama. Oturduğun koltuk dikdörtgen, ama yanılsama. Geometrik toplumun bir ürünü. organik toplumun böylesi odaları olmaz. Farklı şekilleri olur. Bizler geometrik, mantıklı toplumda yaşayan organik varlıklarız, kalıbız. Kalıp ise gerçeklik değil. Mesihçi bir yanım olup olmadığını soruyorsunuz, kim olduğumu bilmediğimi söylemeliyim. kendime ait bir tanımım yok çünkü tanım yapmak kendimi bir kalıba dökmek olur. Sana inandığım kadar kendime de inanıyorum, ancak bazı insanların daha fazla, diğerlerinin daha az sınırlaması vardır. O zaman her şey yanılsama ise, hepsi gerçekten çirkin illüzyonlardan ibaret. O zaman yapmamız gereken, aramak ve olabilecek en güzel illüzyonda yaşamaya çalışmaktır. Evrenin temeli bilinçtir. Evren küresel bir bilinç yaratmak için çalışıyor, gerçekleştiğinde, tüm kozmos bu bilinci hissedecek. Kötülük, iyilik unutulduğunda ortaya çıkıyor. Bütün bu konuşmalarla zamanımızı çaldığınız filan da yok, zaman bir nesne değildir. Aslında, bana zaman yaratma konusunda yardımcı oldunuz.

    Gurdjieff keşfim şöyle oldu: Marcel Marceau ile çalışıyordum. Çok fakirdim. Karımla birlikte Güney Doğu Fransa’da Saint Paul de Vence’e tatile gittik. Bir hanımefendi nezaketle bize bir oda vermişti aşağılarda bir yerde, böylece biraz kafa dinleyecektik. Odada kitaplarla dolu bir raf vardı. Bir okur olduğumdan, hemen orada bittim ve Louis pauwels’in Monsieur Gurdjeff isimli kitabına denk geldim. Büyük merakla okudum, Gurdjieff’i böyle keşfettim. Kitabın üzerimde büyük etki bıraktı. Bana göre iyi olan konuları vardı. Gurdjieff egodan bahsediyordu. Bir yanda ego vardı, bir yanda özü barındıran varlık. Sadece egomuz yoktur, sürekli değişen birkaç egomuz bulunmaktadır. Uykudayız ve uyanıyoruz gibidir. Gözüme bu çarptı. Kim olduğumu, egolarımın neler olduğunu ve öz varlığın ne olduğunu görmeye başladım. Birçok şeyiz biz: Kalp, duygusal dil, cinsiyet, cinsel dil, beden, eylemlerin dili. Başlangıçta, tek olmuş dört parçayız. Sonrasında, arzularımla konuştuğumda, ihtiyaçlarımla konuştuğumda görmeye başladım, çoğuldum. Dolayısıyla kendimi bölebilirdim, sonra tekrar birleştirebilirdim. Bunun üzerine çalışmaya başladım. İki dedem var. Biri Gurdjieff, diğeri Transcendental Magic, Its Doctrine and Ritual’in yazarı Eliphas Levi. Levi, Gurdjieff’in öncülüdür, büyüyü canlandırmıştır.

    Bakınız, sonsuzu, bitmezi, ne başlamayan ne de sona ereni yakalamak istiyoruz, bunu yapamayız. Beynimizin çoğu ancak güzelliği yakalayabilir. Şiiri kullanarak, bendeki değeri bulmaya çalışıyorum, onu göstermek derdinde değilim, onun güzelliğini, olumluyu, yapıcıyı, diğerlerine göstermek, en muhteşem şey insan olmak. Görevim bu. Bunu yapmak için sayısız yol var. Ben grafik işleri kullanıyorum, çizgi romanı, belirlenmiş görselleri ve sembolleri. Film ise aynısını hareketli yapıyor. Biri çizgi roman okurken sayfaları çevirir, aktiftir. Film seyreden ise pasiftir. Yeni teknolojiler ile birlikte bu değişiyor. Gelecekte kitaplar –romanlar- ufak filmler, müzik de içerecek. Sinemada sahip olduğumuz her şey olacak. Anlatım araçlarında büyük bir değişimin başlangıç aşamalarındayız. Tiyatro en trajik olan, performans sona erince yok olur gider. Anılar kalır, performans videoları vardır, ama gerçek tiyatro değillerdir. Performanslar sırasında kazalar olabilir, ama filmlerde aktörler gerçekte ölmezler. Tiyatroda, aktör sahneden düşüp ölebilir.

  • [Cenotaph] Kusulmus genital bölge iltihaplanmasına dair

    [Cenotaph] Kusulmus genital bölge iltihaplanmasına dair

    [Uluer Oksal Tiryaki]: Cenotaph, icra ettiği müzik türü gereği Türkiye’de pek fazla bilinmeyen ancak dünyanın çeşitli ülkelerinde tanınan, konserler veren Ankaralı bir grind core grubu, ilk dinlediğimde -Puked genital purulency albümünden- çok etkilenmiştim, hatta hala açar ara sıra dinlerim… Seneler sonra baktığımda Cenotaph çizgisinden taviz vermeden, müzikalite ve şarkı sözlerinde bana göre üst seviyelere ulaşmış, dünyanın pek çok yerinde konserlere katılan, parçalarına debut albümlerde rastlanılan, dünya ölçeğinde hatırı sayılır bir hayran kitlesi olan bir grup olma özelliğini hala devam ettiriyor, bunu neye bağlıyorsunuz.

    [Cenotaph]: Senin de söylediğin gibi çizgisinden taviz vermeme durumuna bağlıyorum, kendi stilimizi her albümde kendimizi tekrar etmeden geliştirmeye çalışıyoruz, bir albüm yapıp arkasından müzik türü değiştiren gruplardan olmadık, 1994’te grubu kurduğumuzda brutal ve extrem müzik sınırlarını zorlama mottosuyla kurmuştuk, her yeni albümde bunu geliştirmek için çalışıyoruz.

    Şarkı sözlerinize baktığımızda dünyadaki benzer gruplarda etkin biçimlerde çok fazla kullanılamayan kimi sert ve içi kanla dolu metaforları ustalıkla kullanıyorsunuz, bu müziğe direkt olarak etki eden ve dinleyiciler tarafından gruba; “Ankaralı grind core canavarları” dedirten ya da bir başka deyişle Cenotaph’ı Cenotaph yapan bu müzik ve elbette liriklerdeki uyum; bana göre etki alanınızı belirleyen en önemli faktör. Şarkı sözlerinizde göze çarpan kaleme hakimiyet yetisi tam olarak neyin ürünü, söz yazarken, nelerden ilham alıyorsunuz?

    Genelde yazdığımız sözler ve albüm kapakları ile CD içi görsel konsept birbirine paralel, albüm için seçtiğim konsept ne ise kafamda ona uygun sözler belirliyorum, ve çeşitli araştırmalar ardından sözler için gerekli malzeme, fikir ve düşünceler kafamda oluşunca sözlere aktarıyorum. İlham aldığım şeyler çok çeşitli , bir korku filmi olabilir, bir film sahnesi olabilir , okuduğum bir haber veya kitap olabilir veya kafamda yarattığım bir kurgu veya senaryo liriklere dönüşebilir, belirli bir kalıp yok.

    Son albümde yer alan Embryobscure Hypnosis / Womb of Decay, alışkın olduğumuz Cenotaph parçalarından biraz farklı, şöyle ki; bu parçada neredeyse diğer şarkılarınızda pek rastlamadığımız; içinde sert ve neredeyse gruba özgü hızlı ve agresif gitar rifleri yok diyebiliriz, ancak yine de güzel bir albüm kapanış parçası olan , bu şarkıdan yola çıkarak şunu sormak istiyorum: bu gibi deneysel parçalara çıkacak yeni albümlerde rastlayacak mıyız? bu gibi parçaların ileride çıkaracağınız albümlerde yaygınlaşma olasılığı -şayet var ise- bunun; çizginizde ve müziğinizde bir handikaba yol açabileceğini düşünüyor musunuz?

    Evet o parça daha önce yazdığımız parçalara pek benzemiyor haklısın, albümün kapanış parçası yani outro’su olsun diye böyle bir parça yazdık, düşük tempolu yavaş bir parça, dinlerken transa sokması, ruh hali ve atmosferinden dolayı albüme koyduk, bir sonraki albümlerde bu tür denemeler parça içlerinde yada intro-outro tarzı şeylerde olabilir, parçaları oluştururken ki ruh halimizle alakalı tamamen. Müzikte herhangi bir handikaba yol açacağını düşünmüyorum, çünkü albümde 25 dakika full beyin kazımasından sonra bir kaç dakika yavaş ve atmosferli bir outro’nun bünyelere iyi geleceğini düşündük.

    Berlin Extreme Fest ve Sickfest başta olmak üzere yurt dışında bir çok festivale davet edildiniz, size göre bunda; müzikal başarınız dışında Rus plak şirketi Coyote Records ile albüm yapmanızın; yani müzikaliteyi çok daha ön plana çıkaran albüm kayıtlarının bunda bir payı var mı? 

    Yurt dışında bağlı olduğumuz müzik şirketleri Sevared Records (Amerika) ve Coyote Records’un (Rusya) tabi ki yayınladığımız albümlerin dağıtımında ve daha çok dinleyiciye ulaşmamızda katkıları çok fazla, Rusya’daki şirketimiz 2008 ve 2010’da iki kez tüm Rusya’yı kapsayan yirminin üzerinde şehirde konser vermemizi ve turlamamızı sağladı Rusya’da, Avrupa’daki konser ve festival teklifleri ya direk bizimle kontağa geçmeleri sayesinde yada bizim onlarla kontağa geçmemizle oluyor, genelde yurt dışında çaldığımız konserlerdeki tepkiler harika. Albümlerimizi almış dinlemiş ve müzik için oraya gelmiş kitlelerden oluşuyor genelde gelen seyirciler, bu açıdan gayet güzel.

    Kaburga Zine, Sayı 3’de yayımlandı, burada kısaldı ve düzenlendi.

     

  • [Ali Alışır] Sanal Manzaralar

    [Ali Alışır] Sanal Manzaralar

    Ali Alışır; modern insanın gerçek ve sanallık arasında sıkışmasını, giderek doğadan uzaklaşmasını ve bunun yerine kendine ait sanal dünyalar inşa etmesini ele aldığı ‘’Sanal Manzaralar’’ ismini taşıyan kişisel sergisinde, ağaç imgesinden yola çıkarak ürettiği yapıtlarını Özlem İnay Erten’in küratörlüğünde izleyiciye sunuyor.

    [Ali Alışır] Sanal Manzaralar  1

    Fotoğraf ve resim arasında özgün bir dil yaratan Alışır, ‘’Sanal Manzaralar’’ isimli sergisinde, binlerce yıldır birçok kültür ve öğretide oldukça farklı anlamlara sahip olan, pek çok mitolojik efsaneye konu olan ‘’Ağaç’’ imgesinden yola çıkıyor. Ezoterik kültür ve söylencelerde hayatın kadim bilgisini temsil eden, maddi ve manevi dünya arasında bir irtibat noktası olarak da sayılan “Ağaç” kavramına, ağacın günümüzde taşıdığı siyasi-sosyolojik bağlamlar ve imajlar üzerinden de yaklaşarak alternatif görme biçimleri öneren sanatçı, geçmişteki bilgelik ağacı ile günümüzdeki sosyal paylaşım ortamını (interneti) bir araya getiriyor.

    [Ali Alışır] Sanal Manzaralar  2

    “Geçmişten günümüze doğaya ve onun en önemli parçası olan ağaca atfedilen anlam bugün teknolojiyle birlikte yeni bir boyut kazanıyor. Gerçek doğanın yerini almaya başlayan, artık hepimizin belleğine kazınmış, hayal ve tasarımdan ibaret bir manzara var. Bu manzara ne Pissarro’nun ne Cézanne’ın ne de diğer ressamların peyzajlarına benziyor. İçinde bulunduğumuz bu manzara sosyal medya ağlarıyla çevrelenmiş, bizi sürekli paylaşımda bulunmaya davet eden bir dünya. Bugün bizler teknolojiyle artık doğayı sadece değiştirmiyor ona yapay bileşenler de ekliyoruz.” diyen Alışır, “Sanal Manzaralar” isimli sergisinde ağaçları ve doğayı internet ağları ile sarılmış bir şekilde kullanarak, insanın doğadan uzaklaşmasının ötesinde, sanal dünyalar kurgulamaya çalışmasına da vurgu yapıyor.

    [Ali Alışır] Sanal Manzaralar  3 “Sanal Manzaralar” isimli sergisinde bilginin kendi doğasından (gerçeklikten) koparılmasını, yeniden üretilmesini ve paylaşıma sokulmasını konu alan Alışır, bunu yaparken geçmişten günümüze bilginin en eski ve kadim sembolu olan ağaç kavramından yaralanarak, internet ağları aracılığıyla artık her anlamıyla şeffaflaşan dünyamızın, paylaşıma sokulmuş olan her imaj ve metninin arkasında aslında görecek ve öğrenecek bir şey bulamadığımız yeni bir ‘manzara’  ortaya çıkardığını anlatmayı amaçlıyor.

    Ali Alışır’ın tek edisyon olarak sunulacak yapıtları 19 Aralık – 17 Ocak tarihleri arasında Bozlu Art Project, Nişantaşı’nda görülebilir.

     

     

     

  • [Libido Airbag] Seks, sakatat ve rock’n’roll

    [Libido Airbag] Seks, sakatat ve rock’n’roll

    Erman Akçay [Löpçük Zine]: Efsanevi GUT’ı dağılmış olarak biliyordum fakat grup yıllar sonra yeniden bir araya geldi sanırım, yanılıyor muyum? Sizin, halen grupla bir bağlantınız var mı?

    Didez [Libido Airbag]: Yıllar sonra bazı şeyler yayınladılar ve birkaç konser verdiler, yeniden bir araya gelmelerinden bu yana iki sene gibi tekrar aktiftiler. Fakat şu an Gut tamamen bitti. Gut’tan tüm elemanları tanırım ve kişisel bazı sebeplerden dolayı bir daha bir şey yayınlamayacaklar gibi gözüküyor.

    [Libido Airbag] Seks, sakatat ve çürüme 11990’larda her ne kadar drum-machine kullanan gruplar olsa da, Libido Airbag için ilk siber-porngrind grubu diyebiliriz sanırım. Daha sonra farklı gruplar, tek kişilik projeler de gelmeye başladı S.M.E.S. gibi, bu bağlamda Libido Airbag’in cybergrind’a bir öncülük ettiğini söyleyebilir miyiz?

    Evet, öyle gözüküyor… Fakat biz hiçbir zaman “cybergrind” gibi bir kelime yaratmadık. Bu tarz müzik için asla özel bir isim kullanmadık… İlk demomuzda sadece “porngrind from outer space” yazdık… “industrial techno grind” veya bunun gibi birşey demeyi tercih ederim. Tamamen yeni bir şey yapmak ve insanları etkilemek gibi bir niyetimiz hiçbir zaman yoktu. Sadece bilgisayarlarda parça yapmayı seviyorduk… Ve yeni bir şey keşfettiğimize dair bir düşüncemiz de asla olmadı!

    Maalesef, cybergrind olarak adlandırılan grupların çoğu beş para etmez, bu benim fikrim. Fruity Loops’da blast beat yazmak, dandik gitarlar ve biraz böğürmekten daha fazla birşeyler olmalı. Fakat, Erwin ve SMES her yönüyle eşsiz, o gerçekten iyi yapıyor.

    [Libido Airbag] Seks, sakatat ve rock'n'roll 1Almanya’da grindcore scene nasıl, 90’larla kıyaslamanı istesek neler söylersin? İnsanlar halen bu türe ilgi gösteriyorlar mı? Konserler nasıl geçiyor? Beğendiğin tavsiye edebileceğin başka gruplar var mı?

    Gerçekten bir şeyler tavsiye edemiyorum çünkü bu günlerde grind scene ile pek alakalı değilim. İyi bir şeyler dinlemek istediğimde genellikle, her şeyin yeni olduğu erken doksanlardan bir şeyler koyuyorum. Bazı yeni grind gruplarının konserlerine gidiyorum fakat, hiçbiri grind olaylarının başladığı dönemki gruplar kadar kıçımı tekmelemiyor.

    Almanya’da bilhassa Berlin, Kreuzberg’de yaşayan Türk gençlerinin hip-hop’a ve rap müziğe olan ilgisini nasıl değerlendiriyorsun? Rakip tutkularla yapılan bu Türkçe rap çoğu zaman canımı sıkıyor benim, sen ne söylemek istersin? Yaşadığın bölgede Türkler var mı? Almanya’da Türk’lerle Alman’ların arası nasıl sence, bir mesafe söz konusu mu?

    Berlin’de, Kreuzberg’e yakın yaşıyorum ve bu olayların içindeyim. Türk gençlerinin boş vakitlerinde rap yapmalarından bahsediyorsan, bence bu yasadışı bir şeyler yapmaktansa yaratıcı bir şeyler yapmak adına daha iyi. Türkler için burası zor bir yer, çünkü Berlin’de çok fazla iş olanağı yok. Bazı Türk arkadaşlarım var ve aramızda kesinlikle hiç bir problem yok, çoğu uzun zamandır burada yaşıyor veya Almanya doğumlu. Fakat, Almanya’da büyüyenler için ailelerinin geldiği kültür ile Alman kültürü ve mantalitesini sentezlemelerinin kolay olmadığını biliyorum.

    Grindcore scene yıllar içinde seksizme karşı bir tavır geliştirirken gore ve porn-grind scene kadına karşı sürekli bir şiddet içinde -özellikle çizimler ve liriklerde-, bunu nasıl değerlendiriyorsun? Ortada bir çelişki yok mu sence?

    Yani, metal scene her zaman şok edici birşeylerin peşinde olmuştur. Black metal okültizm ile başladı, death metal kanlı şeylerle, grindcore da patolojik şeylere bulaştı ve bunlar da yetmeyince porn-şeylere ve seksizmi konu almaya başladılar… Libido Airbag için konuşacak olursak bunlar bizim pek de umrumuzda değil açıkçası, biz müziğe konsantre oluyoruz ve yaptığımız şarkı başlıklarına bakacak olanların ciddiye almayacağı, sadece gülüp eğlenecekleri espirili bir tavırda iş görüyoruz.

    Hippie hareketi, punk rock gibi gençlik hareketleri sosyo-kültürel bağlamda tarih sahnesinde bir şekilde yer alabildiler. Bir şeyleri değiştirdiler, sanatsal bir form olarak kabul gördüler fakat death metal ve türevleri hiçbir zaman bu tür bir söylev geliştirmedi ve gürültü olarak algılandı. Bunu neye bağlıyorsun?

    Sebebi şu ki bahsettiğin oluşumlar bir yaşam tarzıyla, politik bir tavırla daha çok ilgili. Fakat death metal’de devrimci veya eleştirel bir yön yok. Bana sorarsan, death metal fanları, sadece hayattan zevk almaya çalışıyorlar, işe gidiyorlar ve hafta sonları eğleniyorlar.

    Post-modern bir çağda yaşıyor olmamıza rağmen death metal gibi bir müzik türünün halen ilgi görüyor olmasını neye bağlıyorsun? Bu durumu, bir çeşit uygarlığın (günümüzün) reddi olarak değerlendirmek ne derece doğru olur? Metal-kafalarla medeniyet ve toplum arasında ciddi bir mesafe olduğunu söyleyebilir miyiz?

    Belki… Uzun saçlarıyla, üzerinde kurukafa, kemikler veya kanların yer aldığı çizimler bulunan siyah tişörtleriyle tipik bir death metalcinin toplumun geri kalanı için pek de “normal” olduğunu söyleyemeyiz. Fakat bunun 80’lerin sonlarındaki gibi sıra dışı bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Avrupa sanırım çok değişti. Kurukafa buralarda oldukça popüler bir sembol… Kurukafalı tşörtleri hemen her yerden rahatlıkla bulabilirsin.

    Söyleşi için çok teşekkürler Didez. 

    Söyleşi ve Libido Airbag’e ilgin için teşekkürler Erman. Yeni albümümüz “Testosterone Zone”. Müziğimizle ilgilenenler libidoairbag.de ziyaret edebilirler veya facebook‘dan, myspace’den bizi bulabilirler. Herkese selamlar.


     


    http://www.youtube.com/watch?v=g0ElbGd59Sg

  • William S. Burroughs: Tehlike, nadir bir emtia

    William S. Burroughs: Tehlike, nadir bir emtia

    William S. Burroughs’un Çıplak Şölen isimli kitabının Sel Yayınları tarafından basılan versiyonunun özgün adı: Naked Lunch – The Restored Text Edited by James Grauerholz and Barry Miles. Kitabı Algan Sezgintüredi çevirdi. Bu vesileyle biz de 2000 baskısı Conversations with William Burroughs (Literary Conversations) söyleşi kitabından serbest bir derleme çevirelim istedik.

    The Place of Dead Roads’u yazarken Denton Welch ile ruhani bir iletişimde olduğunuzu hissettiğinizi söylemiştiniz. Ne gibi bir iletişimdi?

    Eğer ciddiyse, her yazar böylesi bağlar kurar. Karakterleriyle gerçekte iletişime geçer. Genet’nin dediği gibi, yazar karakterlerinin oldukça ağır sorumluluklarını üzerine alır.

    Gençlerle iç içe gözüküyorsunuz, onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Gençlerle öyle çok bir arada değilim. Demek istediğim, okumalar yapıp dersler veriyorum ve birkaçıyla da konuşuyorum. Ama hiçbir şekilde onların zeitgeis’ini değerlendirecek konumda olduğumu zannetmiyorum. Gördüğüm ise, kesinlikle onların 60’larda olduğundan daha amaçsız gözüktükleri. Zamane gençlerinin dilekleri olup olmadığından emin değilim. Risk almak istemediklerinden değil, alınacak bir risk yok ortada. Tehlike, bu zamanlarda istihbarat servisleri ve dublörlerin tekelinde kalmış, oldukça nadir bir emtia.

    Naked Lunch’ın [Çıplak Şölen] müstehcenlik duruşmasında Norman Mailer ifade verirken “Burroughs’un yeteneğine şüphe yok. Belki, acı veren uyuşturucu bağımlılığından dolayı bir miktar hararetlenmiş ve heyecanlanmıştır, bu adam bağımlılığı olmasa İngilizcenin en büyük dehalarından olabilirdi,” demişti.

    Mailer’a hiç mi hiç katılmıyorum. Bence gayet önemli bir tecrübeydi ve hatta bağımlılık beni yazmaya sevk etti. Olmasaydı ne yazardım bilmiyorum, yani aynı fikirde değilim.

    Mailer aynı duruşmada ayrıca “William Burroughs bana göre dini bir yazardır ”demişti, buna ne dersiniz?

    Dini yazar demekle ne kast ettiğini anlamadım.

    Çıplak Şölen’deki Boschvari kabusu, Cehennem görüsünü söylüyor.

    Onun dini diye adlandırmak gerekmiyor. Nükleer bir kıyametin görüsünü dini diye adlandırabilir miyiz? Oldukça belirsiz bir terim.

    Uyuşturucu bağımlısı olmaktan çok daha beter şeyler var. Sağlığı morfin ya da eroinden çok pis bozan şeyler var. Bağımlılar da herkes kadar yaşarlar. Veya, alışkanlılarını sürdürürlerse yaşayabilirler diyelim. Alkolün tam tersine. Bir alkolik içtiğinde işini kaybeder. Canki ise eroin bulamadığında. İngiltere’de banka memurları ve doktorlar bağımlıdır. İllegal olduğu sürece, bağımlının üzerinde mali baskı olacaktır. Reçetelerin bağımlılara verileceği yasal bir sistem olmalı. Londra’dayken öyle bir gönüllü programa denk gelmiştim, Amerikalılar gelip de her şeyi mahvetmeden önce programda 300 kişi vardı.

    ABD’de bağımlının vücudundan eroini atıp, semptomları kaldırmak için afyon antagonistleri kullanıyorlar. Fakat tüm o ilaçların kendisi bağımlılık yapıyor. Ayrıca acı verici. Bazıları tedavi programlarında kullanılıyor. Eroinin etkisini nötralize ediyorlar. Alkolizm dehşet bir şey. Uyuşturucudan çok daha kötü, sağlığın gidiyor, dağılıyorsun.

    Bir badigard telepatik olmak zorunda. Kesinlikle! Köşeleri görebilmeli. Ayrıca başka bir önemli konu, yukarıya bakması. İnsanlar bunu yapmıyor. Amerikan Gizli Servisi – onlarda bu yok. Diken üzerinde değiller.

    Telepatik yeteneklerimizi nasıl geliştirebiliriz? Genlerle mi sınırlıdır?

    Yok, bana kalırsa herkeste var olan bir yetenek. Bütün mevzu basınç. Basınç! Badigardlarda basınç olmalı ya da bunu yapacak birilerini bulmalılar. Başka bir deyişle, De Gaulle havaalanında badigard olsalardı sezgisel olmak zorunda kalırlardı. Sadece telepatik değili sezgisel, şu elemanın görünüşünü sevmedim, şu pencere, şurada boktan bir durum var, gibi. Başkan Kennedy öldürülmeden bir hafta önce New York’taydı. Kırmızı ışıkta durdu ve bir kız yanına koşup burnunun dibinden fotoğraf çekti. Dallas’tan bir hafta önce oldu bu, bir kişi de çıkıp güvenliği artıralım demedi. Teleskobik merceği olan bir tüfekten korunmak tabii ki zor ama De Gaulle elemanları olsaydı, güzergahtaki tüm binalar el atında olurdu.

    Jonestown* olayının CIA’in kitlesel zihin kontrolü olduğuna dair komplo teorisine ne diyorsunuz?

    Mantıklı, gayet mantıklı. Böyle deneyleri Brezilya gibi ülkelerde yaptıklarını biliyoruz. Atina’da, tüm cunta CIA etkisi altındaydı. Brezilya’da bütün işkenceler ve kontrol CIA tarafındaydı, biliyoruz. Ellerindeki tüm işkence uzmanlarını orta ve Güney Amerika’ya gönderdiler.

    Zihni karışık birini hapishaneden çıkarıp, kişi bunun farkında olmadan suikastçı olmaya programlayabilirler mi?

    Bence mümkün. Ama dertli olacağını, değmeyeceğini düşünüyorum. Bir işi yaptırmak için zihni karışık biri yerine, senden taraf birine ihtiyaç duyarsın.  Telepati olmasına da ihtiyaç yok ayrıca. Bir tür bilinçaltı mikrofonlarla halledilir. Bütün bu sesler duyduklarını söyleyen insanlar, onlara bunları yapmasını söyleyen sesler, o sesler nereden geliyor? Şizofreninin semptomlarından biri bu evet, ama aynı zamanda biliyoruz ki sesler beynin hükmedilmeyen kısmından geliyor, her neresi ise. İşin aslı o sesleri normal subjelerin beyinlerinin kontrol edilmeyen kısımlarında üretebilirsin.

    Biyolojik savaş tarafında yeni bir şeyler duydunuz mu?

    İngilizlerin ikinci Dünya Savaşı’nda kıyanet böceği dediği bir şeye sahip olduklarını biliyoruz. Virüsler vasıtasıyla mutasyon geçirmiş cinsler amaçlanıyordu. Kırk yıl önceydi bu. O zamandan bu yana gelişmişlerdir. Ayrıca sadece siyahları ya da mongolları öldürecekleri etnik silahlar da biliyor artık. Eskidi bu mevzu.

    Doğada var olma hareketi hakkında ne düşünüyorsunuz? Kuru yiyecek ve silah depolayanlar filan?

    İyi fikir olabilir aslında. Ama soru şu: Zulaya ulaşamayabilirsin. Neticede hepsini korumak zorundasın. Bombalar için sığınıklarımız olduğunu hatırlıyorum ama bir şekilde havaya uçtular işte. çeşitli öncelikler var: Silah en önemlisi. Sonra uyuşturucu, sonra alet edevat.

    Alet edevat derken su arıtma ünitesi gibi mi?

    Hayır hayır, bildiğin alet. Çekiç, testere. Bunlar olmadı mı yandın.

    * James Warren “Jim” Jones olayı. (13 Mayıs 1931 – 18 Kasım 1978) ABD’li “People’s Temple” (Halkın Tapınağı) kilisesinin kurucusu olan vaiz. 1978 yılında Guyana’da kendisi ve müridlerine has kasabası Jonestown’da 911 müridini aynı anda intihar etmeye ikna etmiş ve kendisi de müridleriyle birlikte ölmüştür.

    Bu arada, düşlerinizi kaydetmeye devam mı?

    Tabii ki. Birkaç satır yazarım, baktım ki yazmaya değer, günlük biçiminde… 35 yaşıma dek hiçbir şey yazmamıştım. Queer parça parça yazılmıştı. orada bir kısım burada bir şeyler. Yazarken başka bir şey yayımlatabilir miyim emin değildim. Canki 1953’de yayımlandı, ben Güney Amerika’dayken. 1953-1959 arasında hiçbir şeyimin yayımlanmadığı dönem yaşandı. Çıplak Şölen 1959’da Paris’te Girodias ile yayımlandı.

    Tüm canlı türler kontrolün etkisi altında. Standartlaştırılıp biyolojik bir yok oluşa gidiliyor. Standartlaşma değişimin ve mutantlaşmanın önüne geçiyor. Bu durumda tüm türler için tek umut değişmek, dönüşmek çünkü tüm canlılar başlangıçtan bu yana, bireysel olarak da, lanetlenmiş durumda.

    Bunu uzay seyahatine bağlıyorsunuz. Bu sizce neden gerekli?

    Çünkü gidilecek tek yön yukarısı. Gidecek başka yer kalmadı, gezegeni yaktık bıraktık.

    Uzay yolculuğunda başka gezegenleri mahvedecek insanları taşıyor olmayacak mıyız?

    Hayır, uzay başka bir boyut. Uzaya geçiş sağlandığında, sudan karaya geçiş kadar büyük bir dönüşüm olacak, yeni tecrübe, yeni korkular, balık için düşme korkusu tahayyül edemeyiz, ne zaman ki karaya adım atar, o zaman anlamlı olur. Şu ana dek uzaya giden insanlar oksijen tüpleriyle gittileri bütün şekilde gitmediler. İnsanın yapısını uzay şartlarına uygun hale getirmek için biyolojik değişiklikler gerekiyor.

    Uzayda pek hayat yok gibi.

    Bilmiyoruz. Hayat deyince tıpkı bizimkine benzemeli zannediyoruz. Don Juan inorganik varlıklardan bahsediyordu. Biz de okyanusun dibinde “Kara körükler” dediğimiz bir şeyler bulduk mesela, sıcak gazlar filan çıkıyor. Oysa tüm açıklamalara göre yaşam orada da olmamalıydı. Ama görüyoruz ki yaşam var, kocaman kurtlar, solucanlar filan dolanıyor, mineral ve sülfür dioksitle besleniyorlar. Olanaksız denilen şartlarda yaşayan canlılar var işte.

  • Meth Shop Boyz: Herkesin birbirinden hasar görüp mutlu olduğu bir ortam

    Meth Shop Boyz: Herkesin birbirinden hasar görüp mutlu olduğu bir ortam

    [su_heading size=”20″ margin=”0″]2013 yazında Kadıköy sokaklarına işerken Meth Shop Boyz’u kurma kararı alan heriflerin amacı yontulmamış leş powerviolence/hardcore yapmaktı.[/su_heading]


    Futuristika!: İri yarı, eşek kadar adamlarsınız, yakışıyor mu size böyle çiğ hardcore yapmak? Ne zaman bir araya geldiniz, olayınız neydi? 

    Meth Shop Boyz / Batu: 2013 yazında Kadıköy’de şahsen sıkıcı bulduğum bi konserin ya çıkışında ya da molasında laf arasında dönen bir muhabbetti. Stüdyoya girene kadar da pek bir şey olacağını sanmıyorduk açıkçası fakat bir anda bir sürü şarkımız oldu ve müzikten hiç anlamadığımız için hoşumuza gitti.

    Meth Shop Boyz / Sezgin: Olayımız politik ve absürd mizah içeren sözlerle çiğ, agresif ve hızlı hardcore yapmak. Benim dışımdaki elemanlar pek iri yarı değil ama yine de bize karışmak pek akıllıca olmaz. Batunun bahsettiği konserden çok önceden beri arkadaş olan insanlardık zaten, o konserde böyle bi fikir ortaya sunuldu ve olaylar gelişti.

    Meth Shop Boyz / Faruk: Grupta sadece bir tane iri var. Geri kalanlar standart ya da minyon.

    Hem şeytancı hem antifa bir haller tavırlar, sözler var. “Yereli koru” diyebileceğimiz şekilde semte sahip çıkma, Kadıköylü olmak tavrı da öne çıkıyor. Kentsel dönüşümün de etkisiyle, dokusu, gündüz hayatı, gece hayatı değişen Kadıköy’de yaşanan değişim ve gelişmelere dair düşünceniz nedir? 

    Meth Shop Boyz / Çağatay: Barların, meyhanelerin dibinde oturup, sokakta alkol alanlara “gürültü ediyorsunuz” diye bağıran zırlayan yaşlılar görüyorum son zamanlarda. Barların olduğu yerde alkol almak yerine pandomim yapmamızı bekliyorlarsa bilemem. Rahatsız edici taraflardan biri bu var, sorsan bir de hepsi İstanbul beyefendisi, hanımefendisi olmakla falan övünürler. Kadıköy’ün Yeldeğirmeni ve Barlar Sokağından Moda’ya kadar olan kısımları ortadan kaldırılırsa eğer, İstanbul’un tam manasıyla biteceği apaçık ortada. Her ara sokak “Kadıköyde Kimyasal” da dediğimiz gibi bizim birer evimiz gibi. Gece bir tanesine kurulup yatsanız asla doğru mu yapıyorum diye tereddüt etmezsiniz. Kadiköy bana göre panklar ve metalciler için hazırlanmış başlı başına bir şehir. Yeldeğirmeni tarafına ise işgalevi biraz daha hareketlilik getirdi, birkaç kez gidip yakından gördüğüm kadarıyla her gün çeşitli aktiviteler gerçekleşiyor fakat henüz tam olarak verimli kullanım anlamında bakarsak rayına oturmuş değil.

    Sezgin: Yıllardır, yaşadığım her evden neredeyse daha fazla zaman geçirdiğim, her sokağının her köşesini bildiğim semte tabi ki sahip çıkma ihtiyacı duyuyorum. Özellikle Kadıköy’de yaşanan çatışmalar ve Kadıköy’deki ev sahiplerinin tavrı da bizi bu durumun üstünde durmamıza itiyor diyebilirim. Kentsel dönüşümden çok şahane paralar indirecek cebe bu ev sahipleri ama evlerini, sokaklarını bu standartlara taşıyan, onları maddi açıdan zenginleştirecek olan da sokaktaki bu serseriler. Kadife Sokak başta olmak üzere yaşanan şiddet olaylarının altında ise belediye / mahalleli / polis unsurlarının parmağı olduğunu düşünüyorum. Belki paranoya – belki komplo ama bence durum bu ve bu yeni bir şey de değil. 2 temmuz 2011’de belli bir çetenin sokakta içki içen insanlara bıçaklarla saldırması ve arkasından herkesin bildiği bu adamların hiç ceza almayıp üstüne Kadıköy’de birkaç mekan daha satın almaları çok da normal bir durum değil, haksız mıyım? Son olarak da Ermenilerin, Rumların evlerine çöküp de mahallede başka unsur istemeyen salakların aklını sikeyim, onlardan nefret ediyorum.

    Batu: Semte sahip çıkma olayını “yaşam alanına sahip çıkmak” gibi görüyorum ben de. Zira çoğumuz Kadıköy merkezde oturmuyoruz fakat evlerimizden daha çok Kadıköy’de vakit geçiren insanlarız ve her tarafını kendi odamızmış gibi biliyoruz. Birisi gelip yaşadığınız yere kafasına göre müdahele etse değişiklik yapsa hoşunuza gitmez sonuçta. Ve bir yeri yaşam alanı olarak algılamak için kira vermenin orada mülk sahibi olmanın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Orada yıllardır içki içiyoruz, arkadaşlıklar kuruyoruz, manitacılık yapıyoruz, türlü türlü anılar ediniyoruz ve bizim de en az ev sahibi olarak yaşayan insanlar kadar söz hakkımız var Kadıköy’de. Sokak ve sakinler arası bi kutuplaşmanın varlığı görülüyor son zamanlarda ve bu durumdan şahsen tedirginim. Bunda yalnızca sakinleri suçlamıyorum tabii.

    Faruk: Hiç söz yazmadım ama sokakta, tuvalette, hamamda nasıl davranıyorsak, neler konuşuyorsak gruba aynen yansıyor diyebilirim. Kentsel dönüşüm İstanbul’u dev bir şantiyeye, insanları da oradan oraya sürülen değersiz canlılara dönüştürmeye yarıyor aslında, başka bir şeye değil. Ha bir de bazı godomanların cepleri doluyor. Semtin merkezinde, yani genellikle takıldığımız yerde bu anlamda henüz bir dönüşüm yaşanmıyor olsa da sokak – mahalle sakinleri arasında bir takım tansiyonu yüksek durumlar yaşanıyor bir süredir. Şu an için tarafların ikisi de -hatta üçüncü taraf olan belediye de dahil- sorunları ortadan kaldırmak için doğru adımları atabilmiş değil. Yapıcı yorumlarda bulunmak ve meselenin üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyor. 

    Kadıköylü bir grubun adını lanse ettiğinizde yeraltında şeytani black-thrash-death kovalayan elin Brezilyalısı mutlaka biliyordur.

    Eskiden Bakırköy-Kadıköy çekişmesi vardı, şu anda böylesi durumlar var mı?

    Sezgin: Bence yok ama hala Bakırköy’de abuk subuk konuşan insanlar var, Kadıköy’de olduğu gibi. Bakırköy’den uzun zamandır müzik çıkmadığı için de sönmüş olabilir bu çekişme.

    Çağatay: Şu an böyle bir çekişme yok, Kadıköy’ün zaten tamamen yurtdışına yönelik kendine has punk ve metal sahnesi var. Bunu sakın kimse götü kalkıklık algılamasın çekişmemiz için ortada rakip bir sahne olması gerekir. MSB de bu sahnenin bir parçası, Kadıköy’de yapılan her iş Türkiye şartlarının üstünde ve Avrupalı labellarla sonuçlandığı gerçeği var. Örneğin; Kadikoy’ün metal sahnesi için konuşursak mesela Fransa, İtalya, Kanada ve Şili’den tutun da Tayland’a kadar bilinen bir sahnedir. Hatta son örnek; daha geçtiğimiz yıl Tayland da bir fanzinde Kadiköy sahnesiyle ilgili yazı çıktı. Kadıköy’lü bir grubun adını lanse ettiğinizde yeraltında şeytani black-thrash-death kovalayan elin Brezilyalısı mutlaka biliyordur. Ancak hardcore ve punk anlamında sahnenin çok daha ileri gitmesi gerektiğini, bu da demektir ki bu tarzlarda grup sayısının artış göstermesi gerekir, düşünüyorum.

    Diğer konu ise mekan sıkıntımız büyük, Kadıköy konserlerini Kadıköy’e çekmemiz lazım fakat şu an yeni açılanlar arasında bunu kaldırabilecek mekan olsa bile henüz bunu rayına oturtamadık.

    Faruk: Çekişme yok. Ben şahsen Kadıköylüleri de Bakırköylüleri de öpüyorum. Hepsi aynı.

    Konserlerdeki nezih ortam konuşuluyor. Bilmeyenler için, standart bir hardcore konserini nasıl tarif edersiniz?

    Faruk: Bugüne kadar bir tek konser verebildik. Herkes için oldukça eğlenceli bir konser oldu sanırım. Fotoğraflara erişimi olanlar anlayacaklardır, herkes çok mutluydu.

    Çağatay: Üstlerin başların çıkarılıp herkesin siyah atletle gezmediği ve vokalisti “ve ve ve de ve ve ve” diye vokal yapmayan bir grubun sahne aldığı, kas şovu sergilenmeyen, ayakta adidas ayakkabı ve adidas beyaz çorap ile moshpit’te Mustapha gibi 360 derece tekme atarak dönülmeyen bir yıkımın gerçekleştiği konser diyebilirim muhtemelen. Sadece bu değil tabi.

    Sezgin: Benim için standart bir hardcore konseri; birbirini tanımayan ama yine de arkadaş olan insanların eğlendiği, antifaşist tavrın korunduğu terli bir ortam.

    Batu: MSB’nin konserinde pek de nezih bir ortam yoktu orada bence. Standart bir hc konserini de nasıl tanımlasam bilmiyorum, maço tavırların güç ve erkeklik gösterilerinin girişte vestiyerde bırakıldığı herkesin ortaklaşa birbirinden hasar görüp mutlu olduğu bir ortam diyebilirim sanırım. Tabi bir de faşistlerin varolmadığı.

    Legalleşse fıstık gibi olur

    Legalleşse ne olur legalleşmese ne olur?

    Sezgin: Legalleşse ne içtiğimizi biliriz, her alışveriş sürpriz olmaz, “yalnız bu sefer iyi çözdük abi” muhabbeti biter, ruh halimize göre sigaramızı yaparız. Bakınız indica vs satica. Abuk sabuk insanlarla abuk sabuk diyaloglar kurmak zorunda kalmayız. Her cigara dumanı alan “kanka ya çok güzel koktu da bi fırt alayım mı” diye yanlamaz. Sentetik uyuşturucu kullanımı ve buna bağlı ölümler azalır filan.

    Batu: Legalleşse güzel olur, rahatlarız.  Ayrıca buralarda bulamadığımız ve imrenerek baktığımız mamullerin tadına bakma şansımız olur. Fakat acaba yeni bir pazar olarak iyi mi olur kötü mü olur bilemem. Sonuçta suyun toprağın üzerine binen pezevenkler onun da üstüne binip faydalanıcaklar. Legalleşmese de yine kovalayabildiğimiz kadar kovalarız napalım.

    Faruk: Legalleşse fıstık gibi olur, legalleşmediği sürece maceradan maceraya koşacak insanlar.

    Nevermind Pet Shop Boys, here is Meth Shop Boyz
    Nevermind Pet Shop Boys, here is Meth Shop Boyz

    Futbol var mı?

    Sezgin: Grupta benim dışımda futbolla ilgilenen yok.

    Sokaktaki insanın iğrenç diyebileceği şarkı sözleriniz var, biz sevdik, çok yerde taşı gediğine koymuşsunuz canlar. Selamlıyoruz.

    Çağatay: Belki de sözlerimiz için şu denilebilir; biraz Seth Putnam iğnelemesi aldık ve damarımıza enjekte ettik, ve bunu artık alışılageldiğin dışına çıkmak istediğimiz tarzda, ki bunu yapabildik mi biz de emin değiliz, anti otoriter sözlerle birleştirip biraz satanizm ile süsleyerek MSB’nin liriklerini ortaya çıkardık. Tabi bunlar sadece özet, sözlerde illa bir sınırlama yok. Saçmalığın olduğu yerde biz varız sanırım. Mesela ben bizim sokağın köşesindeki Alüminyumcu içinde söz yazabilirim, gerçi o kadar da olmaz sanıyorum.

    Batu: Ayrıca birbirinden kötü fikirler/lirikler arasından seçtiğimiz en kötü olanlarını kullanıyoruz. Antifa’yız evet, ama kafamız da pek çalışmıyor bunu da inkar etmez kimse. Her kötü fikri de MSB için kullanmayalım diye bir “depo grubu” kurma fikrimiz bile var. O grubun da yakın zamanda kayıt yapmasını arzuluyoruz ama henüz sadece arzulama ve heyecanlanma evresindeyiz. Fakat bana kalsa sokaktaki insanın leş diyeceği sözler gibi de değil aynı sözleri bağlamayla okusak türkü olurdu muhtemelen. Öyle işte.

    Faruk: Beğendiyseniz ne mutlu bize. Güzel sorular için teşekkür ederiz. Çok saygı selam ederiz.

    Sezgin: Sokaktaki insan biziz ya, değil miyiz? Selamlar ve saygılar bizden.


     

  • Wrekmeister Harmonies: Çürüme kaçınılmaz

    Wrekmeister Harmonies: Çürüme kaçınılmaz

    J.R. Robinson ve tek kişilik grubu Wrekmeister Harmonies, son dönemde bizi en çok heyecanlandıran müzisyenlerden oldu. Müziği modern topluma dair estetik ve samimi bir duygusallık barındıran tepkiden beslenirken, temellerine okült, ezoterik, nihilist haller de katmış, sakin fakat sert bir tavırda ilerledi, ilerliyor. Jr. Robinson’ın yeni albümü Then It All Came Down, 21 Ekim’de yayımlanacak. Birkaç soru sorduk.


     [Ayşegül Doğan/Barış Yarsel – Futuristika!] Geçmişinizden bahseder misiniz?

    [J.R. Robinson – Wrekmeister Harmonies] Uzun, çok uzun bir süredir hayattayım. Çok şey gördüm ve gözledim. Etrafımda olup bitenlerin sürekli farkında olmaya çalışıyorum. Yaratma sürecimi açıklayacak şey budur.

    İlk albümünüz You’ve Always Meant So Much to Me, aynı zamanda film müziğiydi. Filmden bahsedebilir miyiz?

    Film hakkında şunu söyleyebilirim: Geçici varoluşumuz ve doğanın; insan ve yapılar ve kendimiz için oluşturduğumuz çevre üzerindeki yayılmacı yok edici etkisi hakkında bir sorgulamadır. Bu döngüde direnmek için oldukça keyfekeder ve tamamen çaresiz bir durumdayız. Film için,bu değişmeyen çemberin kendimce yapısalcı bir metotla gerçekleştirdiğim gözlemi ve tepkisidir diyebilirim.

    Yeni albüm Then It All Came Down ekim ayında yayımlanacak. Plak şirketi Thrill Jockey tarafından “Masumiyet modern toplumun kötülüklerine boyun eğerken, karanlıkta sönüp giden ışık,” diye tanıtılıyor. Günlük hayatta, müziğinizi yaparken, meditasyonda ya da evrende ne hissediyorsunuz? Nasıl tepki veriyorsunuz?

    Gezegenin var olmak için oldukça zor bir yer olduğunu hissediyorum. Huzur içinde yaşamaya çalışıyorum, sakin şekilde ve öfke olmadan hareket etmeye çabalıyorum. Sanatla uğraşıp benim gibi yapan diğerlerine yankı yapmayı umut ederek gözlüyor ve tepki veriyorum.

    [Interview] Wrekmeister Harmonies: Decay is inevitable 1
    J.R. Robinson / Wrekmeister Harmonies
    Neu!’dan Neurosis’e kadar, sizin çalışmanızın arka planında da çürümenin, melankolinin, çökmekte olan bir kuşağın öfkesi var gibi duruyor. Sizce durum böyle mi?

    Yenilgilerimize öfke duymuyorum. İnsanlığın kendisini yok edici ve şiddet dolu eylemleriyle yüzleşildiğinde tecrübe ettiğim şeyler üzüntü, hayal kırıklığı ve huzursuzluk oluyor. Çürüme kaçınılmaz. Bunları işleyip müzik, film ve diğer sanat formları aracılığıyla bir tepki vermeye çalışıyorum.

    Black Sabbath’tan çokça etkilendiğinizi okuduk.

    Yaşı büyük bir akrabam, çok erken yaşta bana güçlü narkotikleri denettirmişti. Oldukça yıpratıcı ve aydınlatıcı bir yolculuktu. Olayın arka planında çalan müziği Black Sabbath olduğunu hatırlıyorum.

    Bela Tarr’ı sormak gerekiyor. O da Laszlo Krasznahorkai’nin bize insanlığın çürümesini uzun cümlelerle anlattığı gibi, uzun çekimlerle sanatını yaptı.

    Bela Tarr, sinemada bir hazine. çalışmaları, kelimelere ya da genel açıklamalara meydan okuyor. “Anlam ile birleşmiş ve yekpare” bir dil kullanmaya çalışarak mezar kazıcılığı yapıyorum. çalışmalarımdaki etkisi çok açık.

    Einsturzende Neubauten’den Alexander Hacke  ile çalışmayı planladığınız duyduk. İstanbul’a aşinadır. Buralara gelme imkanı var mı?

    Alexander Hacke, Şikago’ya geldiğinde on yıl önce kendisiyle tanışma şansına eriştim. İletişimde kaldık ve geçen yıl Avrupa’da ufak bir turne yaptık. Şikago’ya tekrar geldi ve The Body, Olivia Block ve Bloody Minded’dan Mark Solotroff’un da katılımıyla bir parça kaydettik. Sonuç hayal edebileceğimden çok daha iyi oldu. O dev adamı seviyorum.


  • Alejandro Jodorowsky: İyileşme çabası

    Alejandro Jodorowsky: İyileşme çabası

    Başlangıçta sinema sadece sanattı, büyük bir sanat. Sonra yıldızlar geldi, para işin içine girdi. Yıldızlar, sinemanın hastalığı oldular. Bugün sinema yapımcıların elinde. Sanat yapmak istiyorum ve ne zaman çabalasam insanlar hayır, diyor. Çünkü işin içinde onlara yarayacak para yok. Ben de oturup beklerim dedim, “Bir gün yaparım.” Film yapmamı istemediklerinden de değil hani, Güney Afrika hakkında politik bir film ya da erotik bir şeyler yapmamı isteyenler oldu. “Ne istersem onu yaparım,” dedim. Böylece bekledim. Yirmi üç yıl. Acı çektim. Çünkü film yapmak, dünyadaki sanatların en güzelidir. Kütüphanemde yüzlerce güzel film var. Her gece, sabaha doğru üç gibi kalkıp bir tane izliyorum. Her Allahın günü, acı çekiyordum. Yine de kendi kendime söylemeyi sürdürdüm: “Bir gün yapacağım.”Eğer Dune’u yapabilseydim, Spielberg kadar zengin olabilirdim. Belki ruhumu satardım. Fakat o film sırasında başka bir yüzyılda olduğumu biliyordum. On dört saatlik bir çekim yapmak istedim. Hollywood deli olduğumu düşündü. Oysa şimdi televizyon dizileriyle bunu yapabiliyorsun, yirmi saat, otuz saat. Yorulana kadar bölümler izlenebiliyor.

    Dali ile çok uğraştım. Kendisini bulmak mümkün değildi. Saatine 100.000$ istiyordu. Senaryoyu değiştirdim. Sana bir saatlik sözleşme hazırlayacağım Dali dedim. Senin hipergerçekçi bir modelini yapacağım. Senin karakterini Galaksinin İmparatoru yapacağım. Senden, bir robot olan ikizini yaratacağım. Sonra da o robotu kullanacağım. Dali olmayacak. Dali seni sadece bir saat kullanacağım. Böylece 100.000$ karşılığında kendi Dali’m olacak. Tüm seti ışıklandıracağım, böylece nereye gidersen çekim yapabileceğim. Her yerde ışık olacak, dekor mobil olacak. Nereye giderse, dekor da gidecek. Orson Welles’in de peşine düştüm ayrıca. Bir restoranda gördüm onu. Avcı gibi gizlice izledim. Şef garsona yanaşıp, ne yiyor ne içiyor diye sordum. Sonra pahalı bir şişe gönderdim masasına, benimle konuştu.

    La danza de la realidad’ı yapmalıydım, kendimi iyileştirmeliydim, ruhumu, ailemi. Ayrıca, izleyenlere kendi hatıralarını da iyileştirebileceklerini göstermek istedim, geçmişlerini, bunu yapmanın gerekli olduğu hissine kapıldım. Bir zamanlar yaşadığım o küçük kasabaya gitmek istedim. Doğduğum, farklıyım diye diğer çocukların bana gülüp beni tekmeledikleri, benden nefret ettikleri yere. Kocaman bir burunla bembeyaz bir çocuktum. Rus-Yahudi ailenin oğlu. Bu nedenle benimle oynamak isteyen yoktu. Üzülmüştüm çünkü kasabayı sevmiştim. Şimdi yetmiş yıl sonra buraya geldim ve hiç değişmemiş. Ölü bir kasaba gibi. Bir yeni bina hariç her şey aynı. Çocukken saçımı Japon bir oğlan keserdi, geri dönünce yine saçımı kestirmeye gittim. Mevzu dramatik bir tecrübeye döndü. Çünkü mekan yine aynıydı ve saçımı kesen oğlan, ben ufakken saçımı kesenin oğluydu. Filmde de var bu. İşin aslı kasabayı değiştirdim, orasını burasını temizledim, evleri boyattım ve insanları filmimde gösterdim. Değiştirdim, tıpkı hastalığa bir iksir yetiştirmiş kahraman gibi, bir nevi kendi mekanıma deva getirdim, bunu yapmalıydım.

    Babam Şili diktatörü Ibanez’i öldürmeyi denemedi aslında, ama bunu yapmayı istedi. Hatta bunun hakkında bir kitap da yazdım. Resimledim, böylece düşünü görünür kılabilirdi. Annem de hiç opera filan söylemedi, ama hep isterdi. Ben de ona opera söylettim, çünkü istediği buydu. Annem aşağılanmış bir kadındı. Filmde onu o noktadan alıp ailenin efendisi yaptım. Babam Stalinistti. Filmde Stalin gibi giyindi. Beni de çocukken Stalin gibi giydirdi. Ibanez’e hayrandı ve nefret de ediyordu. Ibanez de Stalin gibiydi. Filmde annem “Seni olduğun gibi seviyorum,” diyor, “Stalin olabilirsin diye değil”. Babam anlıyor, başarısız olduğunu. Ama gerçekte asla değişmedi.

    Çocukken mutant gibi bir şeydim. Dört yaşında okumayı sökmüştüm. Mucizeydi. Ne bulursam okudum. Başlarda utandım, benden başka okuyan yoktu. Sonra okurken bilerek hata yapmaya başladım. Sonra çocuklardan biri kafama taş attı, dişim kırıldı. Canım çok acımıştı. Bundan sonra bildiğim gibi okuyacağım dedim ve başladım gerçekten okumaya. Büyük oğlanların sınıfına aldılar beni.

    Film şiir gibidir. Acı çektiğim o kasabaya gidip orayı fethetmek istedim. O çocuğu getirip geçmişi değiştirmeyi arzu ettim. İntihar etmeye niyetlendiğim aynı kayalıklarda çekim yaptım. Oğlan inanılmazdı, çok gerçekti. Kendimi neden öldürmemiştim? Bir şey yapmama engel oldu, zamanda yolculuk yapıp kendimi kurtardım sanırım. Aslında filmlerin beni iyileştireceği filan yok. Yirmi dört yıl önce kaybettiğim bir oğlum vardı. Yıkıldım. Oğlumu iyileştiremezsem, başkalarını çocuklarını iyileştirmeye çabalarım dedim.

    Twitter’da günde bin yeni takipçim oluyor. Yakında bir milyon olacak. [F! Notu, yirmi dört saat önce oldu.] Meksika’da bir rock yıldızı olan oğlum zorladı. “Neden yapmıyorsun? Neden kendine yazıyorsun? İnsanlara doğrudan yaz,” filan dedi. İnsanlar yedikleri sosisliyi ya da tuvalete gidişlerini yazıyorlar, beni neden ilgilendirsin dedim. Sonra düşündüm. Şiiri, felsefeyi, sanat gibi kullanabilirim. Şimdi Twitter’ın 21.yy’ın edebiyatı olduğunu düşünüyorum. Haiku’dan çok daha iyi. Her gün yazıyorum. Günde on beş tweet atıyorum. Her gün. Şiirmiş gibi düşünüyorum.