Blog

  • [The Soft Pink Truth] Kafirlerin öfkesi

    [The Soft Pink Truth] Kafirlerin öfkesi

    [The Soft Pink Truth] Kafirlerin öfkesi  1

    Venom, Beherit, Sarcofago, Sargeist, Darkthrone, An, Mayhem, Hellhammer, ve Impaled Northern Moonforest gibi erken ve geç dönem Black Metal gruplarının şarkılarından house ve techno marşların yapıldığı bir albüm. Mevzunun ardındaki asıl adamımız Drew Daniel, uzun yıllar Shakespeare profesörü olmak üzere akademik çalışmalara yoğunlaşmış.

    Why do the Heathen Rage? isimli bu albümün alt başlığı Electronic Profanations of Black Metal Classics adını taşıyor. Doksanlı yılların başlarında önemli iki alt kültür olan rave ve black metal’in garip bir karışımı şeklinde karşımızda.

    [The Soft Pink Truth] Kafirlerin öfkesi  2

  • [Gilles Deleuze] Edebiyat ve Hayat

    [Gilles Deleuze] Edebiyat ve Hayat

    [su_dropcap style=”light” size=”5″]Y[/su_dropcap]azmak kuşkusuz yaşanmış deneyimin maddesine bir biçim (ya da ifade) dayatmak değildir. Edebiyat daha çok, Gombrowicz’in söylediği ve uyguladığı gibi, kötü-biçimliliğin veya tamamlanmamışın tarafına çeker. Yazmak bir oluş meselesidir; her zaman tamamlanmamış, her zaman oluşmanın ortasındadır ve her türden yaşanabilir veya yaşanmış deneyimin maddesinin ötesindedir. O bir süreçtir, yani hem yaşanabiliri, hem de yaşanmamışı kateden bir Hayat geçişidir. Yazmak oluştan ayrılamaz: yazarak kadın-oluş, hayvan-oluş veya bitki-oluş gerçekleşir, algılanamaz-oluş’a kadar molekül-oluştur. Bu oluşlar Le Clezio romanlarında olduğu gibi özel bir çizgi halinde birbirlerine bağlanabilirler; ya da Lovecraft’ın kudretli eserindeki gibi, bütün bir kainatı oluşturan kapı girişlerini, eşikleri ve bölgeleri izleyerek, her düzeyde birlikte bulunabilirler. Oluş ters bir yönde işlemez ve adam kendini her maddenin üzerine dayatma iddiasında olan baskın bir ifade biçimi olarak sunduğu ve kadın, hayvan ya da molekül her zaman kendi biçimselleştirilmelerinin elinden kaçıveren bir kaçış bileşenine sahip oldukları ölçüde Adam olunmaz. Bir adam olmanın utancı –yazmak için daha iyi bir neden bulunabilir mi? Oluşan bir kadın olsa bile, kadın-oluş gerekir ve bu oluşun kendi olduğunu iddia ettiği halle asla bir ilgisi yoktur.

    Oluşmak bir biçime erişmek (özdeşleşme, taklit, Mimesis) değil, birinin artık bir kadından, bir hayvandan veya bir molekülden ayırdedilemediği bir yakınlık, farkedilemezlik veya farksızlık bölgesinin bulunuşudur –bu ne belirsiz ne de genel bir haldir, ancak bir biçim altında belirlenmiş olmaktan ziyade, önceden görülemez ve varolmayan bir nüfusun içinden tek başına sıyrılıvermektir. Birisi herhangi bir şeyle bir yakınlık bölgesi oluşturabilir; bunun için gerekli edebi araçları imal etmek koşuluyla. Mesela André Dhotel yıldız çiçeğini kullanmaktadır: cinsiyetler, cinsler veya krallıklar arasından bir şey sıyrılıp geçmektedir[1]. Oluş her zaman “arada” veya “aralıktadır”: kadınların arasında bir kadın, ya da öbürleri arasında bir hayvan. Ama gramerdeki belirsiz harfi tarifin (İngilizce’deki ‘the’) gücü ancak oluş sözcüğünün önündeki ‘the’, biçimsel özelliklerinden sıyrıldığında bir etki yaratır (the animal in front of you). Le Clezio’nun Kızılderili-oluş’u, her zaman ‘mısır yetiştirmeyi ya da kano yapmayı bilmeyen’ tamamlanmamış bir Kızılderilidir, biçimsel özellikler alacağına Le Clezio, bir yakınlaşma bölgesi üretir.[2] Tıpkı Kafka’nın yüzme bilmeyen yüzme şampiyonu gibi. Tüm Yazı eylemleri bir atletizmcilik içerir; ancak bu atletizimcilik, edebiyat ile sporları uzlaştırmak ve yazıyı Olimpik bir olaya çevirmekten daha çok, bir kaçışın atletizmi, bütünlükçü bir gövdenin bozuluşu içindeki atletizmdir.—Michaux’nun ortaya koyduğu gibi yatakta bir atlet. Kişi, hayvan öldüğünde ancak hayvan olur; ve ruhaniliğin ön yargısının tersine, ölmesini bilen; ya da ölümle ilgili bir hissi, kötü bir hissi olan hayvandır. Edebiyat Lawrence göre bir kirpinin ölümüyle başlar; ya da Kafka’da bir köstebeğin ölümüyle:” zavallı küçük kırmızı ayaklarımız yumuşak bir anlayışın önüne serildi.”[3] Moritz’in dediği gibi insan ölmekte olan bir buzağı için yazar.[4] Dil kendini bu kadınsı, hayvansı, moleküler hatlara ulaşmaya adamalıdır; ve her hat bir ölüm-oluştur. Düz çizgiler yoktur; ne şeylerde ne de dilde. Sentaks, şeylerin içindeki hayatı-yaşamı ortaya çıkarmak için her seferinde yaratılan gerekli hatların kümesidir.

    [su_quote cite=”GD”] Proust’un dediği gibi, edebiyat dilin içinde yabancı bir dil açar; bu ne başka bir dildir ne de yeniden keşfedilmiş yöresel bir ağızdır; dilin öteki-oluşudur; bu majör dilin minörleşmesidir; onu kapıp götüren bir hezeyandır; egemen sistemden kaçan bir büyücü-hekimin, şamanın, yoludur.[/su_quote]

    Yazmak kişinin anılarını, yolculuklarını, aşklarını, üzüntülerini, düşlerini, fantazilerini anlatması değildir. Aşırı bir gerçekliğe düşmekle aşırı bir hayale düşmek aynı şeydir. İki durumda da şu evrensel anacım-babacım durumuyla, gerçeğe yüklenmiş ya da kendini hayali sanan Oedipal bir yapıyla karşı karşıyayız. Edebiyatın bu çocuksu algılanışının içindeki, yolculuğun sonunda ya da düşün ortasında aradığımız şey; bir babadır. Ana-babamız için yazarız. Marthe Robert edebiyatın bu çocuksulaştırılmasını ya da ‘psikanalizleştirilmesini’ aşırı uçlara götürmüş, romancıya Piç olmaktan, sokakta bulunan bir yetim olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.[5] Hayvan-oluş bile, ‘kedim, köpeğim’ türü Oedipal indirgemeciliğe karşı emniyette değildir. Lawrence’ın dediği gibi, “Ben bir zürafaysam ve benim hakkımda yazan sıradan İngilizler hoş, uslu köpeklerse; işte, hayvanlar birbirlerinden farklıdır…Olduğum hayvandan siz içgüdüsel olarak tiksinirsiniz.”[6] Genel bir kural olarak fantaziler basitçe, kişisel olan ya da sahip olunanlar için belirsiz olanı maskeler: “bir çocuk dövüldü” çabucak “babam beni dövdü”ye dönüşür. Ama edebiyat tam ters yola girer ve sadece görünen kişilerin ardında kişisel olmayanın gücünü keşfettiği anda var olur; ki bu bir genelleşme değil, en üst seviyede bir tekilleşmedir: bir erkek, bir kadın, bir hayvan, bir mide, bir çocuk…Edebi sözcelemin koşulu olarak iki kişiyle çalışan bir şey değildir edebiyat, içimizde, elimizden “Ben” deme gücünü alan bir üçüncü kişi doğduğunda başlar (Blanchot’un “neuter”i).[7] Elbette edebi karakterler mükemmel bir şekilde bireyleştirilmişlerdir ve ne belirsiz ne de geneldirler; ancak tüm bireysel özellikleri onları kapıp bir belirsizliğe sürükleyecek bir tasavvura yükseltir; onlara fazla güçlü gelen bir oluş gibi: Ahab ve Moby-Dick’in tasavvuru. Cimri bir tip değildir, tam tersine onun bireysel özellikleri (genç bir kadını sevmek, vs.) onu bir tasavvurun onaylayıcısı yapar: altını görür, belirsizliğin gücünü kazandığı bir şamanın yoluna sürülür—bir cimri…, biraz altın, daha çok altın… Masal anlatmayan edebiyat yoktur, ama Bergson’un görmeyi becerdiği gibi masal anlatma- masal anlatma işlevi- bir ego hayal etmekten ya da tasarlamaktan oluşmaz. Daha çok bu tasavvurlara ulaşır, kendini bu oluşların ve güçlerin seviyesine çıkarır.

    Nevrozlarımızla yazmayız. Nevrozlar ya da psikozlar yaşamın geçitleri değil, süreç kesintiye uğradığında, önü kesildiğinde ya da tıkandığında içine düştüğümüz durumlardır. Hastalık bir süreç değil, sürecin durmasıdır, “Nietzsche durumu”nda olduğu gibi.Dahası bu tip yazar hasta değil daha çok bir hekimdir; kendisinin ve dünyanın hekimi. Dünya, hastalığı insanla birleştiren bir belirtiler kümesidir. O zaman edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar: bu yazarın sağlığı mutlaka iyi durumda olacak anlamına gelmez (burada atletizmde olduğu gibi bir karışıklık sözkonusudur); ancak yazar çok güçlü ve kırılgan bir sağlığın etkisindedir; bu sağlık, kendisine çok büyük, çok kuvvetli gelen önceden görmüş olduğu, duymuş olduğu şeylerden; geçişleri kendisini yoran boğucu şeylerden gelir; ama öte yandan yine de baskın ve güçlü bir sağlığın olanaksız kılacağı oluşları ona verir.8 Yazar, gördükleri ve duyduklarından, kanlı gözlerle ve kulağında dayanılmaz uğultularla döner. Hangi sağlık, (insan tarafından ve insanın içinde, organizmalar ve onların alt kümeleri tarafından ve onların içinde) hapsolduğu yerden hayatı özgür bırakmaya yeter? Bu Spinoza’nın kırılgan sağlığına benzer; devam ettiği sürece, en son ana kadar, geçişine her zaman açık olduğu yeni bir tasavvura tanık olur; Sağlık, edebiyat gibi, yazmak gibi, olmayan bir halkı icat etmektir. Bir halk icat etmek, masal anlatma işlevinin işidir. İhanetleri ve reddedişlerinin içine rahatça yerleşen bir halkın kökenini ve ortak kaderini yaratmak için anılarımızla yazmayız. Amerikan edebiyatının, kendi anılarını yeniden anlatabilecek yazarlar üretmede ayrıcalıklı bir gücü vardır; ancak tüm ülkelerden gelen göçmenlerden oluşan evrensel bir halkın anıları gibi. Thomas Wolfe “Amerika’yı, tek bir adamın şu ana kadarki deneyimlerinden oluşan bir yazıyla anlatır.” 9 Bu dünyayı yönetmek için görevlendirilmiş bir halk değildir tam olarak. Bu minör bir halktır, sonsuza kadar minör, devrimci-oluş’un içine hapsolmuş minör bir halk. Belki de yazarın en küçük parçası içinde var olan, her zaman kayıp olan bir halk. Piçlik artık aileye bağlanan bir şey değildir, ırkların içinde bulunduğu bir süreci ya da sürüklenmeyi göstermektedir. Ben bir hayvanım, sonsuza kadar alçak bir ırktan gelen bir Zenciyim. Bu Yazar-oluştur. Kafka (orta Avrupa için) ve Melville (Amerika için) edebiyatı, minör bir halkın, tüm minör halkların kolektif bir ifadesi olarak sunar; bu halklar ifadelerini sadece yazarda ve yazar aracılığıyla bulur.10 Edebiyat her zaman tekil temsilcilere atıfta bulunsa da kolektif bir ifadeler montajıdır. Edebiyat bir hezeyandır; ancak hezeyan bir ana-baba meselesi değildir: halklardan, ırklardan, kabilelerden geçmeyen, evrensel tarihin peşini bırakmayan bir hezeyan yoktur. Tüm hezeyanlar tarihseldir, “ırkların ve kıtaların yer değiştirmesidir.”11 Edebiyat bir hezeyandır ve bu şekilde de kaderi hezeyanın iki kutbu arasında belirlenir. Hezeyan bir hastalıktır, bilinen bir hastalıktır; ne zaman ortaya bir ırk çıkarsa onun saf ve egemen olduğunu iddia eder. Ancak hezeyan durmadan ezilmelerin arasında kıpırdayıp duran, kendini ezen, hapseden her şeye karşı direnen bu ezilmiş piç ırka yalvardığı zaman bu bir sağlıklılık göstergesidir. Burada da yine, hastalanmış bir durumun, sürecin ya da oluşun önüne çıkma riski vardır her zaman; hem sağlık hem atletizmcilik aynı karışıklıkla, egemenlik hezeyanıyla, piçlik hezeyanının karışması riskiyle karşı karşıya gelir; bu edebiyatı tırtılsı bir faşizme, savaştığı hastalığa doğru iterek, kendi içindeki faşizmi teşhis etme ve kendisiyle savaşma anlamına gelse bile. Edebiyatın nihai amacı, hezeyanı içinde, bir sağlığın yaratılması ya da bir halkın icat edilmesi yani yaşamın olabilirliğini özgürlüğüne kavuşturmaktır. Olmayan bir halk için yazmak… (“için” burada “yerine” den çok “yararına” anlamına geliyor.)

    Edebiyatın etkisini dil üzerinde açıkça görebiliriz. Proust’un dediği gibi, edebiyat dilin içinde yabancı bir dil açar; bu ne başka bir dildir ne de yeniden keşfedilmiş yöresel bir ağızdır; dilin öteki-oluşudur; bu majör dilin minörleşmesidir; onu kapıp götüren bir hezeyandır; egemen sistemden kaçan bir büyücü-hekimin, şamanın, yoludur. Kafka’nın yüzme şampiyonu şöyle konuşur: Seninle aynı dili konuşuyorum ve yine de söylediğinden tek kelime anlamıyorum. Sentaktik yaratı ya da biçem– işte bu dil-oluştur. Kelime ya da anlam yaratılmasının, içinde geliştikleri sentaksın değeri dışında hiç bir değerleri yoktur. O halde edebiyat daha şimdiden iki özellik sunar: sentaksın yaratılması aracılığıyla sadece anadilin parçalara ayrılmasına ya da yıkılmasına değil aynı zamanda dilin içinde yeni bir dilin uydurulmasına yarar. “Dili savunmanın tek yolu ona saldırmaktır… Her yazar kendi dilini yaratmak zorundadır…”.12 Dil, kendini zorla olağan kırışıklıklarının dışına çeken bir hezeyan tarafından yakalanmış gibi görünür. Üçüncü bir özellikte şudur: yabancı bir dil, bir dilin içinden, karşılığında o dili tamamen yok etmeden ya da sınırlarına itmeden, oyulup çıkarılıp, artık hiçbir dile ait olmayan tasavvur ve duyumlardan oluşan dış bir bölgeye, ya da öteki tarafa itilemez. Bu tasavvurlar fantezi değil, yazarın, dilin çatlaklarında, bunların aralarında gördüğü ve duyduğu hakiki Fikirlerdir. Bu tasavvurlar sürecin kesilmesi değil, onun bir parçası olan biçimin kırılmalardır; sadece bir oluş içinde kendini açığa çıkaran bir sonsuzluk ya da sadece hareket halinde ortaya çıkan bir manzara gibi. Bunlar bir dış dil değil, dilin dışıdırlar. Gören ve işiten olarak yazar, edebiyatın amacı: Hayatın, Fikirleri yapan dilin içinden geçişidir.

    Sürekli hareket halinde olan bu üç özellik Artaud’da açıkça görülebilir: anadilin parçalara ayrılarak harflerin düşüşü (R, T…); bunların yeni bir sentaksa ya da yeni bir sentaks oluşturan yeni sözcüklere, bir dilin yaratıcılarına eklemlenmesi (“eTReTé”); ve son olarak nefes-kelimeler, tüm dilin gitmekte olduğu asentantik sınır. Ve Celine’de bile—Bunu söylemeden edemiyoruz, o kadar güçlü bir şekilde hissediyoruz ki: Gecenin Sonuna Yolculuk, ya da anadilin parçalarına ayrılması; dil içinde bir dil gibi yeni sentaksıyla Kurulma Planı Üstünde Ölüm; ve dilin sınırı gibi, patlayıcı görüntüler ve sesler gibi askıda kalan ünlemleriyle, Guignol’ün Orkestrası. Yazmak için anadilin belki de tiksindirici olması gerekir; ama öyle ki sadece sentantik yaratının kendi içinde yabancı bir dil açabileceği şekilde; böylece bir bütün olarak dil, tüm sentaksın ötesinde, kendi dış gövdesini açığa çıkarabilsin. Bazen yazarları kutluyoruz; ama onlar da kendi olmalarını başarmaktan, kendileri için koydukları sürekli kayan, kendilerinden uzaklaşan sınıra yaklaşmaktan çok uzakta olduklarını biliyorlar. Yazmak aynı zamanda bir yazardan başka bir şey olmak demektir. Edebiyatın ne olduğunu soranlara Virginia Woolf şöyle cevap veriyordu: Kime yazmaktan söz ediyorsunuz? Yazar ondan bahsetmez; onun derdi başkadır.

    Eğer bu ölçütleri göz önüne alırsak, edebi bir niyetle kitap yapanlar arasında, hatta deliler arasında bile, kendine yazar diyebilenin çok az olduğunu görebiliriz.

    Çeviren: Ege Berensel

    (Essays Critical and Clinical/Ciddi ve Umursamaz yazılar (Eleştirel ve Klinik yazılar)’ın ilk yazısı)

    [su_divider top=”no”][/su_divider]

    [1] Bakınız André Dhotel’in Terres de mémoire’ına (Paris: Delarge, 1978), Yıldızçiçeği-oluş üzerine La chronique fabuleuse’ye bakınız (Paris: Mercure de France, 1960, sayfa.225.)
    [2]J. M. G. Le Clezio, Hai (Paris: Flammarion, 1971), sayfa 5. Le Clezio daha ilk romanında, (L’İnterrogation) olağanüstü bir moda karakterinin nasıl bir kadın-oluş’a, fare-oluşa, görünmez-oluşa girişerek, kendi kendini sildiğini bize gösterir.
    [3] Franz Kafka, Elias Canetti’nin alıntıladığı gibi, Öbür Dava: Kafka’nın Felice’ye Mektupları Üzerine Çev: Kamuran Şipal (Cem Yay. 1994)
    [4] Karl Philipp Moritz (1756-93), “Anton Reiser” Jean-Christope Bailly’nin La légend dispersée: Anthologie du romantisme allemand’nın içinde (Paris : Union Générale D’éditions 10-18, 1976) sayfa 38
    [5] Marthe Robert, Origins of the Novel, (Bloomington: Indiana University Press, 1980)
    [6] D.H. Lawrence, John Middleton Murry’e Mektup, 20 Mayıs 1929, The Letters of D.H. Lawrence ‘ın içinde (Cambridge: Cambridge University Press) cilt 7, 5095. mektup, sayfa 294.
    [7] Maurice Blanchot, The Work of Fire, TheInfinite Conversation, “Karakterler arasında, “Ben” demenin gücünden vazgeçmek yalnızca yeniden ele geçirebilecekleri bir şey oluverir.” Edebiyat burada tüm bu değişkenler içinde keşfedilen dilbilim kavramını yalanlıyor görünür; ve özellikle bu iki insanı, sözcelemin bu durumunu.
    8 Bir sağlık meselesi olan Edebiyat üzerine ya da bütünüyle bu durumu içermeyen, kırılgan sağlıktan bahseden metinler için bakınız Henri Michaux “Mes Propriétés” La Nuit remue’nin içinde (Paris: Gallimard 1972)sayfa 193. Ve Le Clezio’nun Hai (sayfa 7) sine bakın “Bir gün belki anlayacaksınız sağlıktan başka bir sanatın olmadığını”
    9 Andre Bay, Thomas Woolf’a önsöz, De la Mort au matin (Paris:Stock,1987) sayfa 12
    10 Minör Edebiyat Kafka’nın 25 aralık 1911 günlüğünde bahsettiği bir kavramdır. Franz Kafka, Günlükler 1 çeviren: Kamuran Şipal (Cem Yayınları, 1995) sayfa 201, Melville için aynı kavrama bakınız “Hawthorne and his Moses” “Portable Melville” içinde edisyon Jay Leyda (New york: Viking 1952)sayfa 411-14
    11 Arthur Rimbaud, Cehennemde Bir Mevsim çeviren: Özdemir İnce (Can Yayınları, 1993)
    12 Marcel Proust, Correspondance avec Madam Straus (Madam Straus’la mektuplaşmalar), mektup 47 (1936; Paris Livre dePoche, 1974) sayfa: 110-115 (“ Kesinlikler yok, gramatik olarak bile…)
  • [Godflesh] Çöküş ve Düşüş

    [Godflesh] Çöküş ve Düşüş

    [Godflesh] Çöküş ve Düşüş 1Dostum, bu tanrı ete kemiğe bürünmüş, aramıza sızmış, fabrikalara girmiş, makinelere dokunmuş, bacaların isinde suratı lekeye boğulmuş, derisi, insanlarla geçirdiği zamanının etkisiyle, diğerine baka baka, kılı kıpırdamadan izlediği onca ölüm, sefalet, rezalet, kıyım, tecavüz ve çığlıklardan çürümüş, çürümüş, dokunduğun an dağılıyor, küle dönmüş.

    Godflesh, on üç yıl aradan sonra kısa bir albümle geri döndü, çöküş ve düşüş, Decline and Fall son baharda A World Lit Only By Fire namlı uzunçalarla sürecek, belki de nihayete erecek.

    Godflesh – Ringer


    Sözü, Godflesh’in yeniden toparlanmasına dair iki söz eyleyen Japon fanzinden alıntıya bırakıyoruz? Ne diyor? Onu da siz anlayın. Gidin duygu sömürüsüne boğulmuş, insanın insanı yediği, insanların karanlıkta, havasız, korkudan akıllarını yitirip birbirlerinin üzerine çıkıp öldükleri, birbirlerini ezdikleri, ölülerin bile toprağı, kendilerine ait bir çukur bulamadığı bu günlerde, hiç utanmadan, arsızca, üzüntüde en önde gider gözüken, sonrasında köşelerinde, orada, burada, yepyeni acıların bayat, sindirilmez, çiğnenmez, tükürülmez sanatını yapan o fotoğrafçılara, yazarlara, sinemacılara, tiyatroculara, müzisyenlere, yayıncılara, kariyer hayalleri kuran gazetecilere koşun. Gidin ve kaldıysa eğer, kendi gerçeğinizi yaşamayı sürdürün.

    Umarız, düşüşünüz ve çürümeniz hiç bitmez.

    [Godflesh] Çöküş ve Düşüş 3

  • [Marcus Boon] Walter Benjamin ve Uyuşturucu Edebiyatı

    [Marcus Boon] Walter Benjamin ve Uyuşturucu Edebiyatı

    Marcus Boon’un, Walter Benjamin’in Marsilya’da bir otel odasındaki esrar deneyimlerinin detaylarını anlattığı deneme, bilgimiz dahilinde Türkçe’de bir yayında ilk kez yayımlanıyor. Suat Kemal Angı’nın çevirdiği metin, aynı zamanda sonda bir alıntıya da yer verdiğimiz ve İmge Yayınları tarafından yine Suat Kemal Angı çevirisiyle yayımlanmış Walter Benjamin’in Esrar Üzerine isimli kitaba giriş niyetine de okunabilir. Sevgili Suat Kemal Angı’ya, çeviriyi yayınlama izni için teşekkür ederiz.
    – Futuristika!

     

    Hep aynı dünya – gene de sabırlıyız.”
    Walter Benjamin,
    Esrar Üzerine, Tutanak 12

    [su_dropcap style=”flat” size=”5″]E[/su_dropcap]srarı uyuşturucular hakkında okuduğu kitaplar yüzünden deneyen birisi aranacak olsa, bulunacak kişi Walter Benjamin olurdu. 1919 gibi erken bir tarihte, Baudelaire’in esrar üzerine anahtar metni Yapma Cennetler’i okumayı bitirir bitirmez şu notu düşer: “Bu tecrübeyi bu kitaptan bağımsız olarak tekrar etmek gerekecek.”[1] 1927’deki ilk esrar deneyi hakkında tuttuğu notlarda, “Poe’yu şimdi çok daha iyi anladığımı hissediyorum” demiştir. Aslında, bu kitaptaki ‘tutanaklar’ın bilimsel süslerine rağmen, Benjamin’i esrar incelemesine yönelten, Paris pasajlarını araştırırken keşfettiği farkındalıkla benzeşir – bu pasajlar, on dokuzuncu yüzyılın yeni bir tür arkeolojisi/tarihi için temel oluşturacaktı. Louis Armstrong ve arkadaşı Mezz Mezzrow’un ot içmeyi New York City’de moda haline getirdiği ve Narkotik Şube Müdürü Harry Anslinger’ın esrar içmenin kötülüklerine karşı kongrede kampanya yürütmeye başladığı günlerde, Benjamin, “henüz modası geçmiş” olanın bu en büyük erbabı, Marsilya’da bir otel odasında uzanmış, on dokuzuncu yüzyılın büyük littérateur’leri tarzında esrar içiyordu.

    ‘Esrar’ sözcüğünün en azından iki farklı anlamı vardır: Tarihsel olarak, kenevir otundan yapılan psikotropik ilaçlar için kullanılan genel bir terimdir (Alice B. Toklas’ın ‘esrarlı şekerlemesi’, aslında, toz haline getirilmiş kenevir yapraklarından yapılıyordu); günümüzde kastedilense, genellikle, bitkinin tomurcuklarından (çiçekler, çevresindeki yapraklar) çıkarılan ve bej, kahverengi ya da siyah kalıplar halinde preslenen reçinedir.[2] Kenevirin psikotropik etkileriyle ilgili bilgi büyük olasılıkla Neolitik döneme tarihlenirken, uyuşturuculara yapılan yazınsal göndermeler, kenevirin Müslümanlara yasaklanmış olup olmadığıyla ilgili tartışmaların tüm şiddetiyle devam ettiği orta çağlarda, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da mistik ve polemik şiirlerin yayımlanmasıyla başladı.[3] Kenevir otundan çıkarılan özler, muhtemelen, Avrupa’da yüzyıllardır halkın başvurduğu çareler arasında bulunuyordu; ne var ki, esrar Avrupa’da ancak on dokuzuncu yüzyılda, o dönemde moda olan şarkçılığın etkisiyle tanındı. Napoléon’un ordularının esrarı Avrupa’ya Mısır seferlerinden (1798-1801) dönerken getirdikleri söylenir. 1809’da, büyük Fransız şarkiyatçısı Sylvestre de Sacy, şimdiki Türkiye-İran sınırında yaşayan radikal bir İsmaili grubu olan Ortaçağ Suikastçılarının⚚ esrar kullanmalarıyla ilgili olarak Paris’te bir bildiri sundu.[4] ‘Esrar’ı ‘suikast’la ilişkilendiren etimoloji muhtemelen yanlışsa da, bu bağ Parisli bohemlerin imgelemlerini harekete geçirdi ve nihayet 1845 yılında Paris’te, Ile Saint-Louis’deki eski bir otelde, aralarında Baudelaire, Balzac, Gautier, Delacroix, Daumier ve daha başkalarının da olduğu Parisli birçok önemli yazar ve sanatçının, yaylı sazlar dörtlüsünün müziği eşliğinde, esrarı bademle karıştırıp macun gibi çiğneyerek yediği, biraz çorbayla birlikte yuttuğu bir salon olan Club des Haschischins’in (Esrarkeşler Kulübü) kurulmasına yol açtı. Bu kulüp, Gautier’in “Le Club des Haschischins” adlı büyüleyici kısa gotik öyküsünde ölümsüzleşti (‘hashish’ sözcüğünün telaffuzu ve akraba sözcükleri, uyuşturucuya atfedilen etkiler kadar çeşitliydi). Bu öyküde rastlanan halüsinasyon çağlayanı ve Amerikalı yazar Fitz Hugh Ludlow’un abartılı Hashish Eater’ı (1857) gibi başka yapıtlar, az çok duman solumuş çağdaş okurlara olanaksızmış gibi gelebilir. Bu aşırılığın sorumlusu sadece gotiğin yazınsal gelenekleri değildi; yirminci yüzyıl yazarlarının mideye indirdikleri esrarın dozu da, uyuşturucunun halüsinojen işlevini yerine getirmede yeterince etkili olmuşa benziyor – üstelik, akşam yemeklerinden sonra sarılıp içilen esrarlı sigaradan daha fazla.

    Baudelaire, esrarla ilgili olarak yakıcı, nerdeyse düşmanca iki metin yazdı. 1851 tarihli makalesinde, devrimsel bilinçle ilintilendirdiği “insanların şarabı” ile esrar arasında sakıncalı bir benzerlik kurdu.[5] 1860’da, Yapma Cennetler kitabının yarısını esrar tartışmasına ayırdı – diğer yarısı Thomas De Quincey’nin genellikle uyuşturucular konusunda ilk edebi tartışma olarak kabul edilen Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtiraflarıᛝ adlı kitabının serbest çevirisine ve Baudelaire’in konu hakkındaki son sözüne ayrılıyordu. Baudelaire esrarı “gerçek bir şeytan” olarak ilan etse de, “Şeytana Yakarışlar”ın yazarından gelen bu yorumu nasıl anlamamız gerektiğini söylemek zordur. Baudelaire eğer esrarla kötülüğü ilişkilendirdiyse, o zaman bu kötülük on dokuzuncu yüzyıl burjuva Avrupa’sının korku ve uyuşukluklarına açılan bir geçit olarak görülebilir. Eğer bu geçidin ölü bir sona ulaştığı doğruysa ve eğer Baudelaire bir görev bilinciyle bu gerçeğe işaret ettiyse, bu gerçek Fransız ve Avrupalı diğer genç kuşakların –Dekadanlar, Sembolistler ve diğerleri– uyuşturucuyu Baudelairevari imgelemi tetikleyen potansiyel bir katalizör olarak yeniden ve yeniden keşfetmelerini engelleyemedi.[6] Ve Benjamin de, Pasajlar Yapıtı’nda bulanan çeşitli göndermelerden açıkça anlaşıldığı üzere, esrarın Baudelaire’i –özellikle onun uyuşturucu benzeri bir halüsinasyon olarak mala doğru meyleden erken dönem kavrayışını– anlamak için çok önemli olduğunu düşünüyordu.

    Uyuşturucuları çevreleyen koşullar Benjamin’in yazdığı dönemde hızla değişiyordu. Uyuşturucu kullanımını düzenleyen ilk ulusal ve uluslararası anlaşmalar I. Dünya Savaşı yıllarına rastlayan dönemde onaylandı ve uyuşturucu maddelerin on dokuzuncu yüzyıl boyunca az çok rastlanan serbest dolaşımı yerini, bu güne dek süregelen ve giderek daha da karmaşıklaşan bir düzenlemeye bıraktı. Başlangıçta, bu kurallar özellikle afyon içeren maddeleri (afyon, morfin ve eroin) hedef aldı; ama Almanya’da, kullanımı 10 Aralık 1929’da kanunlaşan uyuşturucu yasasıyla denetlenen maddelerden biri ‘Hintkeneviri’ idi.[7] Benjamin, 18 Nisan 1931 tarihli esrar deneyinden söz ederken, “Merck firmasına güvenilebilir” demektedir (Tutanak 9); dolayısıyla onun bilimsel araştırma grubu uyuşturucular temin edebildiğini varsayabiliriz – bu Alman ilaç firması aynı zamanda meskalin üreticisiydi.

    Yasal ya da değil, uyuşturucu kullanımı, Benjamin’in entelektüel çevresinde pek de övgüye değer bir şey olarak görülmüyordu. Bu maddeler hakkında bir kitap yazmak istese de, mektuplaştığı arkadaşı Gerhard Scholem’den kitabına ilişkin planlarından kimseye söz etmemesini rica etmesi, Benjamin’in ünü için kaygılandığını gösteriyor.[8] Benjamin’in 1933 yılında Jean Selz’le birlikte İbiza’da yaptıkları deneylerde tuttuğu notlarda ‘afyon’u ifade etmek için ‘crock’⚵ sözcüğünü kullanması da, benzer bir çekinceyi akla getiriyor. Öte yandan, yaşadığı esrar deneyimini kendi ağzından anlattığı bir yazıyı 1932 yılında Frankfurter Zeitung’da yayımlattığı düşünüldüğünde, Benjamin’in bu denli yoğun bir kaygı taşıdığı söylenemez. Aslında, Benjamin’in açık yürekliliğiyle, ömrü boyunca yaptığı uyuşturucu deneyleriyle ilgili düşüncelerinin yayımlanmasını 1970 yılına dek ihtiyatla bekleyen Alman arkadaşı, hapçı flâneur Ernst Jünger’in açık yürekliliği arasında, bu tür yayınlar için iklimin önemli ölçüde değişmiş olduğunu gösteren dikkat çekici bir fark vardır.

    [Marcus Boon] Walter Benjamin ve Uyuşturucu Edebiyatı  3

     

     

     

    Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uyuşturucuları çevreleyen koşullar edebi koşulları da değiştirdi. Bazı Gerçeküstücüler uyuşturucu kullansa da, popüler inancın aksine, André Breton uyuşturuculara ve bilincin kimyasallar kullanılarak araştırılmasına şiddetle karşıydı ve uyuşturucu kullanan bazı üyeleri gruptan kovdu. İki savaş arasındaki dönemde uyuşturucu kullanımına ilgi duyan bu yazarlar –Antonin Artaud, Polonyalı modernist Stanislaw Witkiewicz, René Daumal, Benjamin– için vakit çok erkendi, yazıları çoğunlukla görmezden gelindi ya da Beat kuşağı ve 1960’ların radikal hareketleri tarafından keşfedilene dek yayımlanmadı. Bir anlamda, Benjamin’in sarhoşluğa ilişkin solcu bir politika tasarısı (ki onu Bataille ve Fransız Sosyoloji Koleji yazarları gibi figürlere bağlayan bir projedir) başarılı olamadı ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra uyuşturucular, Jünger, William Burroughs, R. Gordon Wasson ve Aldous Huxley gibi özgürlükçü ya da sağcı yazarlarla veya Henry Michaux gibi diğer zamansız gezginlerle ilişkilendirilir oldu. Bugüne dek Marksizm’le sarhoşluk arasında, proletaryanın alkolden aldığı gelenekselleşmiş zevklerin ötesinde varılmış herhangi bir uzlaşmaya pek rastlanmaz.[9] Benjamin’in ikinci uyuşturucu tutanağında birlikte çalıştığı felsefeci Ernst Bloch, esrar içtiğinde hiçbir etki hissetmediğini iddia etmiştir.[10]

    Benjamin’le edebiyat arasında çok sıkı bir bağ kurduğum için, topladığı notlarla gerçekten yapmayı amaçladığı şeyin son derece belirsiz olduğunu belirtmek zorundayım; ve eğer, görünüşte bilimsel uyuşturucu tutanaklarından, psikolojik fragmanlardan, felsefi gözlemlerden, denemelerden, kısa hikâyelerden ve benzer başka tuhaflıklardan oluşan bu düzensiz karışım için ‘edebiyat’ terimini kullanıyorsak, kısmen bu, edebiyatı geleneksel disiplinlerin sınırları içine sığmayan bir yere koyduğumuz içindir. Modern anlamları içinde ‘uyuşturucular’ ve ‘edebiyat’ sözcükleri hemen hemen aynı zamanda (1800 dolaylarında, Romantiklerle birlikte) ortaya çıkar. Her ikisi de, faydacılığın giderek acımasızlaştığı bir zamanda, bilincin genişlemiş anlamıyla birlikte, insanın imgelem gücünün açık ve tam tezahürleridir. Ve her ikisi de, imgeleme ait tehlikeli aşırılıkların imha edilmek için boşaltıldığı kavramsal atık alanlarına –kişiye verdikleri yasak bir iş yapma, sınırı aşma duygusu yüzünden çekicilikleri gittikçe artan yerlere– dönüşür. Nelerin bu yerlerde ıskartaya çıkartılacağı konusunda her zaman seçici davranılmaz. Esrar, afyon ve meskalinin etkileri farklı olsa da, metinler ve gözlemlerle yapılan bu montaj –tıpkı Benjamin’in kolayca göze çarpan kişiliğinin ve onun görkemli yazma biçeminin yaptığı gibi– bu uyuşturucuların arasındaki sınırları bulanıklaştırma eğilimindedir.

    Benjamin, elbette, uyuşturucu etkisi altında büyük bir felsefi kitap tasarlayan ilk yazar değildi (De Quincey ve Coleridge’in de başarısız olmuş tasarıları vardı); ne var ki, Esrar Üzerine yalnızca bir dizi fragmandan ibarettir. Yoğun bir bütünlükten ya da yapıttan –tamamlanmamış fragmanlardan oluşan ve kendi anaforu içine terk edilen bu düzensiz karışımdan– duyulan endişeyi, sarhoşluğun kendisiyle ve uyuşturucuya bağlı kavrayışların ve deneyimlerin kendilerini sarhoşluk sona erdiğinde tutarlı bir şekilde sürdürememeleriyle ilişkilendirmemek zordur. Muhtemelen Benjamin bu yolu tercih etti. Alman sağcı yazar Ernst Jünger bu konu hakkında çok geniş, görünüşte daha eski bir kitap yazmayı büyük azmi sayesinde nihayet ‘başarmıştır’ ama, bugün bu tasarıya ilişkin iyimser ya da gerçekten ateşli duygular besleyen birine rastlamak çok zordur. Burada bir araya getirilen metinlerin sihri, kısmen, öznelliğe ilişkin olarak sergiledikleri (amacı öznellikten söz etmek olmayan) yoğun karışıklıktan kaynaklanır: Bazen kullanıcının kendisi, bazen bir gözlemci ve bazen de her ikisi tarafından yazılan bu “tutanakları”, ya da Benjamin’in diğer yazarlardan yaptığı alıntıları dantel gibi işleyerek bir montaja dönüştürdüğü ‘kendi’ yazılarını okurken, kimin yazıyor ve kim hakkında yazılıyor olduğunu anımsamak giderek zorlaşır. Bu da esrarın bir etkisi olabilir. Esrar edebiyatı tuhaf hilelerle, zar zor göze çarpan kolektiflerle, komplolarla ve gruplarla doludur.[11]

    [Marcus Boon] Walter Benjamin ve Uyuşturucu Edebiyatı  4

    Benjamin’in sözlerine dayanarak söylersek, onun esrar ve diğer uyuşturucular hakkında yazdıkları, psikoaktif madde deneylerinin etkilerinin ve anlamlarının ilk elden felsefi araştırmasına ayrılan külliyatın bir hayli küçük bir bölümünü oluşturur (Sartre, Jünger, Flynt, McKenna ve Taussig, diğer dikkate değer figürlerdir).[12] Scott Thompson’ın belirttiği gibi, Benjamin, dini ve mitik deneyimi Kantçı felsefenin yapıları içinde tanımanın bir yolunu bulmaya çalıştığı 1917 tarihli denemesi “Gelecekteki Felsefenin Programı Üzerine”den beri, Kantçı deneyim kavramını yeniden işlemekle ilgilenmiştir.[13] Kantçı ya da Kantçı olmayan bakış açısından bu tür bir girişimin o dönemde alıcısı olmasa da, nörolog bilim adamı Francisco Varela ya da Flynt’in “bireylik teorisi” üzerine yapıtlarında yakın zamanda geliştirdikleri ilk elden fenomenolojik yaklaşımlar belki bir umut verebilir.[14] Avital Ronell’ın söylediği gibi, sarhoşluğun deneyimi sorununu felsefe ya da psikoloji veya herhangi başka bir disiplin içinde konumlama çabası başarısızlığa mahkûm gibi görünüyor.[15] Ki bunun bir nedeni, yukarıda verilen bütün örneklerde, felsefeden edebiyata doğru, ya da “derinlik psikolojisine” ya da Yeni Çağ tinselliğine ya da araştırmanın zar zor meşrulaştırılan diğer bir tehlikeli ve sahipsiz alanına doğru benzer bir kaymanın gerçekleşiyor olmasıdır.

    [Marcus Boon] Walter Benjamin ve Uyuşturucu Edebiyatı  1Bu kitabın ilk bölümünü oluşturan tutanaklar, Benjamin’in gözlemci ya da denek olarak doktor Ernst Joël ve nörolog Fritz Fränkel’in gözetimi altında Berlin’de katıldığı deneyler sırasında tutulmuş notları içerir. Benjamin, Joël’i, Berlin’de, rakip öğrenci örgütlerinin başkanlıklarını yaptıkları üniversitede tanımıştı. Joël I. Dünya Savaşı sırasında doktor oldu, aynı yıllarda morfine alıştı; savaştan sonra bir psikiyatri kliniği açmak üzere Berlin’e döndü, burada yoksulları tedavi etti ve “sosyal psikiyatri” adını verdiği şeyi net bir şekilde tanımladı. Fränkel’le birlikte, diğer uyuşturucularla ilgili başka çalışmaların yanı sıra, kokainin etkileri üzerine bir monograf yazdı.[16] Benjamin gibi Joël de yüksek dozda morfin alarak intihar etti.

    Biyokimya alanındaki –alkaloitin, yani afyondaki morfin içeriğinin keşfedilmesi gibi– ilk keşiflerin birçoğu on dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa’da gerçekleşirken, Almanya, psikoaktif ilaçların özelliklerinin keşfedilmesi ve araştırılmasında çok önemli bir rol oynadı. Modern ilaç sanayi on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Almanya’da gelişti ve yirminci yüzyılın en önemli psikoaktif ilaçlarından birçoğu Alman araştırmacılar ya da şirketler tarafından geliştirildi. Yakın geçmişte yayımlanan Nazis on Speed adlı kitabın fazlasıyla gösterdiği gibi, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da, sadece psikoaktif ilaçların etkilerini araştıran bir topluluk oluşturuldu. Bu araştırma, uyuşturucu kullanımına duyulan ilgiden, daha iyi teşhis ve tedavi edebilmek amacıyla bir dizi ‘anormal’ psikolojik durumu taklit etmeye ya da modellemeye (Joël, Fränkel ve diğerlerinin araştırmalarını motive eden amaç buydu), Dachau’da meskalinle gerçekleştirilen ve zihni kontrol etme metotlarını ya da doğruluk serumunu bulmayı hedefleyen deneylere kadar, çok çeşitli konuyu içeriyordu. Gene aynı araştırma, 1950’ler ve 1960’larda Birleşik Devletler’de, (CIA’nin farmakoloji savaşına olan yoğun ilgisi bir yana)[17] zihin açıcılarla⚷ gerçekleştirilen deneylerin birçoğu için temel oluşturdu.

    Benjamin’in kendi notlarıyla Joël ve Fränkel’in yazdıkları arasında, özellikle psikolojik ve psikanalitik modellerin göreli yokluğuyla ilgili olarak, çarpıcı bir tezat vardır. Benjamin’e göre, esrar, meskalin ve afyon, kapıları estetik, felsefi ve olası politik deneyime açar; Aldous Huxley’in Algı Kapıları’nda desen ve kıvrımlar üzerine uzun uzadıya düşünmesi, her ne kadar bu iki yazar arasında çok önemli farklılıklar olsa da, belki de bu duruma en yakın benzetmedir. Huxley gibi Benjamin’i de, özne-nesne ilişkisinin, esrar ve meskalinin tetiklediği yeniden düzenlenişi büyüler. Benjamin, varoluşunun yeniden üretilebilir işaretlerinin dışında nesnenin tarihsel mevcudiyeti ya da sahihliği olarak tanımladığı anahtar kavramı ‘aura’yı geliştirmeye, esrarla yaptığı deneylerden sonra başladı.[18] Nesnelerin ya da mekânların/ortamların bir sır, görülmez bir anlam yaydığını ve kişinin zaman ve uzam algısının değiştirilebilir olduğunu söyleyen fikirler uyuşturucu edebiyatında sıradan şeylerdir; fakat Benjamin’in benzersiz katkısı, bu algıyı hem nesnenin tarihsel varoluşunun (aurasının) açığa çıkması hem de –gündelik nesnelerin giyindiği tüm ‘peçelerin’ ve ‘maskelerin’ altında– saklı metafizik güçlerin tarihi içindeki mevcudiyete işaret eden ‘aynılığın’ kavranması olarak görmüş olmasıdır. Ve Benjamin’e göre, insanın daha yüksek işlevlerinin tümü hakkında bilgi veren taklit yeteneğinin aynı anda hem önkoşulu hem de dışavurumu olan bu aynılık olgusu, sevinç hissine neden olur. Gene de, Huxley ve –Madame Blavatsky’den Aleister Crowley’e kadar– birçok başka yazar, uyuşturucuların doğrudan doğruya transandantal bir vahiy bahşettiğini iddia etmede ne denli istekliyse, Benjamin için nirvananın göz kırpışı o denli ‘belirsiz’dir: Sunulan ‘aydınlanış’ ‘dindışı’ idi. Benjamin’in –gözleri önünde üst üste biriken tarihin çöp yığınını kurtarmak isterken cennetten kopup gelen bir rüzgârla sürüklenen– ünlü Tarih Meleği gibi, uyuşturucu kullanan için de, aklın ve maddenin, ruhun ve tarihin birbirine dolanmış diyalektik örgüsünün ötesine kolay hiçbir geçit yoktur. Ölüm, esrarkeşin Ariadne’nin ipliğini eksiksiz bir mutlulukla çözdüğü labirentte hayal gibi belirir – ve Benjamin’in kendisini uyuşturucu kullanarak öldürdüğü düşünülürse, bu durum tamamen rastlantısal olamaz.[19]

    Uyuşturucuların bu ya da şu kavrayışa ya da olaya neden olduğuna dair cafcaflı iddialar ortaya atmak için bir neden yoktur. Bunun yerine, Benjamin’in daha iyi bilinen yapıtlarındaki çeşitli fikirlerin ve motiflerin uyuşturucu deneyimleriyle ilgili notlarında da ortaya çıkışını ve diğer deneyimler ve olaylar kadar bu deneyimlerin de –uyuşturucunun Benjamin’in düşüncesindeki etkisi, Benjamin’in düşüncesinin uyuşturucunun özel bir belirtisindeki etkisi–onun geçmişini ve gelişimini oluşturduğunu gözlemleyebiliriz. Bataille, Daumal ve Huxley gibi, Benjamin de, modernitenin başkalaşımında kilit bir araç sağlayacak bir tür materyalist sihir arıyordu – yazılarında gerçekleştirdiği ve benim Benjamin hakkındaki yazılarıma şimdiki gibi temel oluşturan bir başkalaşım. Hepsinden önemlisi, bu uyuşturucular dilin güçlerini aydınlattılar ve katalize ettiler, ve onun uyuşturucularla yaşadığı deneyimler ardında edebi bir tortu ya da çökelti bıraktı: Benjamin’in “Marsilya’da Esrar” yazısında söylediği gibi, sadece “izlenimlerin ayrıntılı bir listesi” değil, aynı zamanda “bir çiçeğin biçimini alan bir tür figür” – onun deneyimlerinden kristalleşen ve bugün de yankılanmaya devam eden bir figür.

    Türkçeleştiren: Suat Kemal Angı 

    Notlar:


    [1]     Walter Benjamin, 19 Eylül 1919, Ernst Schoen’e, “Mektuplardan”, bu kitabın içinde.

    [2]     Bkz. Paul Bowles, “Kif: Prologue and Compendium of Terms”, George Andrews ve Simon Vinkenoog (yay. haz.), The Book of Grass (New York: Grove, 1967), 108-114.

    [3]     Kenevirin Neolitik Çağ’daki kullanımı için bkz. Paul Devereux, The Long Trip: A Prehistory of Psychedelia (New York: Penguin, 1997), 39-44; ve Richard Rudgley, Essential Substances: A Cultural History of Intoxicants in Society (New York: Kodansha, 1994), 28-31. Kenevirin Ortaçağ İslam dünyasındaki kullanımı için bkz. Franz Rosenthal, The Herb: Hashish versus Medieval Islam (Leiden: Brill, 1971); ve Hakim Bey, “The Bhang Nama”, Hakim Bey ve Abel Zug (yay. haz.), Orgies of the Hemp Eaters (New York: Autonomedia, 2004).

    ⚚     Nizariler, Nizari suikastçıları. (ç.n.)

    [4]     Bu metin 1818’de yayımlandı: “Mémoire sur la dynastie des Assassins et sur l’étymologie de leur nom”, Mémoires de l’Institut Royal de France, Académie des Inscriptions et Belles-Lettres 4 (1818), 1-84.

    [5]     “Du vin et du hachish”, Charles Baudelaire, Oeuvres completes, c. 1 (Paris: Gallimard, 1975), 397.

    ᛝ    Thomas De Quincey, “Bir İngiliz Afyon Tiryakisinin İtirafları”, çev.: Batu Boran (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, Nisan 2008). (ç.n.)

    [6]     On dokuzuncu yüzyılın esrar hakkındaki anahtar metinlerinden bazıları şu kitaplarda toplanmıştır: Andrew C. Kimmens (yay. haz.), Tales of Hashish: A Literary Look at the Hashish Experience (New York: Morrow, 1977); ve Bey ve Zug, Orgies of the Hemp Eaters.

    [7]     Werner Pieper (yay. haz.), Nazis on Speed: Drogen im Dritten Reich, c. 2, 475 [Löhrbach: Pieper and The Grüne Kraft, tarihsiz (2002)].

    [8]     Gershom Scholem’e mektup, 26 Temmuz 1932, “Mektuplardan”, bu kitabın içinde.

    ⚵    “Zoka Notlar”ın 1. notuna bakınız. Walter Benjamin, Esrar Üzerine, çev.: Suat Kemal Angı, (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2012), s. 114-115. (ç.n.)

    [9]     Scott J. Thompson, Benjamin’in kendi yapıtlarındaki bu bakış açısının ihmal edildiğini ileri sürer; bkz. Thompson, “From Rausch to Rebellion: Walter Benjamin on Hashish”, Pieper, Nazis on Speed, c. 2, 59-69. Sarhoşluğu tartışan Marksist metinler için bkz. Michael Taussig, Shamanism, Colonialism, and the Wild Man (Chicago: University of Chicago Press, 1987), Kolombiya’nın Putumayo bölgesindeki yah-hey şifacıları (yage healers) üzerine bir araştırma; Herbert Marcuse, Essay on Liberation, Marcuse’ün 1960’ların gençlik hareketleriyle ilgili yorumlarından Thompson “From Rausch to Rebellion”da söz eder (s. 64-65); Mikhail Bakhtin, Rabelais and His World (Bloomington: Indiana University Press, 1984), bu kitap karnavalı ele alır; ve George Bataille, “L’Ivresse des tavernes et la religion”, Critique, 25 (1948): 531-539. Ayrıca bkz. zihin açıcıları ciddiye almayı reddeden ön-Durumcu yayın Potlatch: 1954-1957 (Paris: Editions Allia, 1996), 127-128.

    [10]    Bkz. Ernst Bloch, Briefe, 1903-1975, c. 1 (Frankfurt: Suhrkamp, 1985), 310. Bununla birlikte, Das Prinzip Hoffnung adlı başyapıtında Bloch, esrarın uyanıkken düş gördürme gücüne birkaç paragraf ayırmıştır. Bkz. The Principle of Hope, çev.: Neville Plaice, Stephen Plaice ve Paul Knight (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1995), 89-90.

    [11]    Bkz. Marcus Boon, “The Time of the Assassins: Cannabis and Literature”, Boon, The Road of Excess: A History of Writers on Drugs (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2002), 123-169.

    [12]    Bkz. Jean Paul Sartre, L’Imaginaire: Psychologie-phénoménologique de l’imagination (Paris: Gallimard, 1940); Ernst Jünger, Annäherungen: Drogen und Rausch (Stuttgart: Klett-Cotta, 1970); Henry A. Flynt Jr., “The Psychedelic State” (1992), www.henryflynt.org., erişim tarihi Aralık 2005; Terence McKenna, True Hallucination (New York: HarperCollins, 1993).

    [13]    Thompson, “From Rausch to Rebellion.”

    [14]    Francisco J. Varela ve Jonathan Shear (yay. haz.), The View fromWithin: First-Person Approaches to the Study of Consciousness (Thorverton: Imprint Academic, 1999); Flynt, bireylik teorisiyle ilgili seçme makaleler, www. henryflynt. org.

    [15]    Avital Ronell, Crack Wars: Literature, Addiction, Mania (Lincoln: University of Nebraska Press, 1992).

    [16]    Ernst Joël ve Fritz Fränkel, Der Cocainismus: Ein Beitrag zur Geschichte und Psychopathologie der Rauschgifte (Berlin: Springer, 1924). Ayrıca bkz. Ernst Joël ve Fritz Fränkel, “Beiträge zu einer experimentellen Psychopathologie der Haschischrausch”, Zeitschrift für die Gesamte Neurologie und Psychiatrie (Berlin, 1927), III, 84-106. Ernst Joël hakkında daha fazlası için bkz. Scott J. Thompson, “Walter Benjamin, Dr. Ernst Joël and Hashish”, www.wbenjamin.org/joel_frankel.html#wbjf_hash (erişim tarihi Aralık 2005).

    [17]    Bkz. Martin A. Lee ve Bruce Shlain, Acid Dreams: The CIA, LSD, and the Sixties Rebellion (New York: Grove, 1985).

    ⚷     “Psychedelics” yerine. (ç.n.)

    ⚕     Bkz. Aldous Huxley, Algı Kapıları, çev.: Mehmet Fehmi İmre (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Mart 1995), s. 21 ve devamı. Huxley, meskalin etkisi altındayken, Botticelli’nin “Judith’in Dönüşü” resminde “Judith’in plili yeleğinin morumsu ipeğine ve rüzgarın uçurduğu uzun eteklerine” hayranlıkla bakarken, kumaşın kıvrımları ve katlarında yaşadığı, “faydalı olanla sınırlı olmayan” bir görme deneyimini aktarır. (ç.n.)

    [18]    Walter Benjamin, “The Work of Art in the Age of Its Technological Reproducibility (Third Version)”, çev.: Harry Zohn ve Edmund Jephcott, SW4, 253-256. ‘Aura’ hakkında bkz. Tutanak 5, not 2.

    ⚶    “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” denemesi için bkz. “Pasajlar”, çev.: Ahmet Cemal (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Aralık 1993), 1. baskı, s. 50-86. (ç.n.)

    [19]    Benjamin’in uyuşturucular ve diğer konular üzerine yazdığı yazılarında kullandığı labirent motifiyle ilgili bir tartışma için bkz. Gary Shapiro, “Ariadne’s Thread”, Anna Alexander ve Mark S. Roberts (yay. haz.), High Culture: Reflections on Addiction and Modernity (Albany: SUNY Press, 2003).

    [sws_divider_line]

    Şimdi de, esrarkeşin zaman ve uzam üzerindeki talepleri yürürlüğe giriyor. Bilindiği gibi, bunlar kesinlikle muhteşemdir. Esrar içmiş biri için Versailles çok büyük değildir, ne de sonsuzluk çok uzundur. İç deneyimin bu muazzam boyutlarının, bu mutlak sürekliliğin ve ölçülemez uzamın gerisinde bekleyense, uzamdan ve zamandan oluşan bu dünyanın beklenmedik durumlarını artan bir şefkatle anımsatan, olağanüstü mutluluk verici bir mizah duyumudur. Sonsuza kadar yiyip içmek için daha şimdi oturduğum Restoran Basso’da mutfağın da şimdi kapandığını söylediklerinde, sonsuzca hissediyorum bu mizah duyumunu. Ama sonradan, bütün bunların aslında apaydınlık, olağan, hayatla dopdolu olduğu ve hep öyle kalacağı duygusu. Oturduğum yeri nasıl bulduğumu da belirtmeliyim. Benim için önemli olan, eski limanın ancak üst katlardan görülebilen manzarasıydı. Aşağıdan yürüyerek geçerken, ikinci kat balkonunda boş bir masayı gözüme kestirdim. Sonunda, çıka çıka birinci kata kadar çıkabildim. Pencere kenarındaki masaların neredeyse tamamı doluydu, bunun üzerine, o an boşalan çok büyük bir masaya geçtim. Tam otururken, koskocaman bir masada tek başıma oturacak olmanın yakışıksızlığını fark ettim; utana sıkıla kalktım, tüm katı boydan boya yürüyerek salonun diğer ucuna geldim ve ancak yanına vardığımda görebildiğim bu küçük masaya yerleştim.

    [Walter Benjamin, Esrar Üzerine içinde “Marsilya’da Esrar”, s. 159-160 (Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2012)]

  • [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 1

    Telefonla yapılan röportajların en eğlenceli yanı her an yanlış bir numarayı arayabilme ihtimalidir. Ben de Efrim Menuck’la konuşma girişimlerimin ilkinde Juan adında birini aramışım. İlk iki aramada, hatlardaki karışıklık nedeniyle birbirimizi şaşırtabilmiştik. Üçüncüdeyse, Juan iyice sinirlenmeye başlamıştı. Neyse ki, dördüncü aramayı hiç yaşamadık. Doğal olarak, sonunda “merhaba” diyen sesi duyduğumda biraz gergin olduğumu söylemeliyim. Hattın diğer ucundakinin Menuck olması bu hissi yine de dindirememişti. Godspeed You! Black Emperor’un gitaristi , Silver Mt. Zion’un (uzun adıyla Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra & Tra La La Band) bilfiil umumi yüzü haline gelen Menuck, son yirmi yılda icra edilen deneysel müziğin içindeydi hep. Silver Mt. Zion bir nevi beste projesi olarak başlasa da, grup son kertede tehlikeli, sözünü esirgemeyen bir rock grubuna dönüşmeden evvel yaptıkları müzik drone ve ambient müziğe evrildi. Grubun yepyeni albümü, Fuck Off Get Free We Pour Light on Everything, ise uzun menziller, şiddetli beyanatlar ve yüksek gerilimle bezenmiş olsa da fazlasıyla kadim bir aşk, keyif ve umut barındırıyor. Juan hakkında ise endişelenmek yersiz. Menuck röportaj boyunca oldukça hoşsohbet davrandı ve müzik basını, şarkı yazmak ve korkutucu bir dünyada çiçeği burnunda bir baba olmanın getirdiği kaygılar üzerine koyu bir sohbet ettik. [/su_heading]


    The Rumpus:  Basın duyurusunda yeni albümün protest müzik albümü olarak lanse edildiğini gördüm. Neden böyle bir tanımlama tercih ettiniz?

    Efrim Menruck: Açıkçası, bu albümün üzerindeki etiketle alakalı, aslında bu tanımlamaya katılmıyor da değilim. Yine de yaptığımız işe tam da bu şekilde bakmıyoruz. “Protest müzik” üzerimize yapıştırdığımız bir terim değil, benim için, daha çok, tarihsel açıdan sınırları belli olan bir şey ve bana sadece özgül meseleleri işleyen şarkıları, sivil haklar hareketiyle ilgili işleri ya da Phil Ochs’un ilk dönemlerini hatırlatıyor. Bunları sevmediğimden değil ama biz Glass-Steagall hareketi ya da buna benzer şeylerle ilgili şarkılar yazmıyoruz. Şarkılarımız biraz daha soyut işler; ama, kesinlikle şarkı sözlerinin bir derdi var.

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 2

    The Rumpus: Bir derdi olmasının ötesinde, müziğinizi nasıl tarif ederdiniz?

    Efrim Menruck: Bana kalırsa, genelde sadece punk rock şarkıları yapıyoruz. Böyle söylemek belki de belirli tanımlamalardan kaçınmanın bir yolu ama yaptığımız müzik bizim için mutlak surette punk rock.  Her şeyin mahvolduğu bir noktada başlayan ve bu mahvoluş karşısında yaptıklarınızla -ya daha yüksek sesle haykırırsınız ya da aslında işler eninde sonunda yoluna girecektir- sonlanan bir müzik. Bu bakımdan şarkılar oldukça basit fakat hepsinin başlangıç noktası her şeyin mahvolduğu gerçeği.

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 3

    The Rumpus: Belki sadece Amerika odaklı olacak ama özellikle 2000-2008 dönemiyle birçok punk rock şarkısı Demokrat Parti’nin pazarlama aracı haline geldi. İnsanları alenen Demokrat Parti’ye oy vermeye çağırmak için yapılmış ‘Rock Against Bush’ yorumlarını hatırlıyorum. Böyle işlerin birçoğu parti şarkısına dönüştü. Bunun sizin için geçerli olmadığını biliyorum ama sizce neden insanların çoğu bu işlere onay veriyor?

    Efrim Menuck:  Güzel soru. Bazı yönlerden, grup olarak, gerçek anlamda dik kafalı olduğumuz için ve marjindeki toplulukların bir parçası olduğumuz, kişisel hikayelerimiz yüzünden sıkıntı yaşıyoruz. Yaptığımızın hâkim kültürün herhangi bir parçasında hiçbir karşılığı yok, bu yüzden de bu konuda oldukça sakınımlıyız. MSNBC ya da bunun gibilerle ilişkilenmeden kıyıda köşede kalmış sıkıntılı yaşama ne şekilde biçim verebiliriz sorusu bize sınırsız bir biçimde ilham veriyor. Yani, senin sözünü ettiğin bizim için bir çeşit ayak bağıyken, sanırım birçok kişi için bu geçerli değil.

    Bu noktada batılı demokrasi bizim için oldukça gülünç, dolayısıyla kendimizi herhangi bir partinin dayanağı haline getirmek düşünülemez bile ama benim açımdan insanları bunu yapmaktan alıkoymak çok güç.  Ayrıca, şu da ilginçtir ki, kocaman bir Bush karşıtı duyarlılık vardı- doğal olarak-, herkes bir araya geldi ve Obama konusunda heyecanlandı. Fakat ikinci başkanlık dönemindeyken ve her şey aynı bokun soyuyken, tüm bu insanlar şimdi ne yapıyor? Sonunda yine aynı boktanlıkla sonlandığında bir şeyi aynı oranda desteklemeye razı değilseniz, ona arka çıkabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 4

    The Rumpus: Yaygın politik problemlere meyilli insanların ana akımla bir şekilde ilişkili olduğunu düşünüyor musun? Sanırım birçok grup popüler hale geldikçe insanları harekete geçirmek konusunda kendilerini sorumlu hissediyor ve insanları oy kullanmaya çağırmanın, onları, mesela ekonomik sistemin temelleri üzerine, kafa yormaya ikna etmekten daha kolay olduğunu düşünüyor. Asıl sormak istediğim şu, marjinal konumunuz üzerinden, insanları bir şeyler yapmaları için cesaretlendirme isteği duyduğunuz oluyor mu hiç?

    Efrim Menuck: Hayır. Müzik işi biraz tuhaftır çünkü ‘müzik’ dediğimizde –çok genel konuşursam, büyük bir kısmı için- hep ‘popüler müzik’ten bahsetmiş oluyoruz, garip gürültülerden oluşan bir müzik bile olabilir bu. Her şey o kadar atomize halde ki, kimse hangi bokun popüler olduğunu bilmiyor bile. Oysa, müziğin derdi insanlara ulaşmak olmalıdır – kime sorsanız “bir şarkı olabildiğince çok insana ulaşmalıdır” diyecektir- , bu nedenle ‘kıyıda köşede’ olduğumuzu söylediğimde tam da içinde yer aldığımız bu endüstriden bahsediyorum. Bu tür muhabbetlerin dışında aslında hiç de marjinal filan hissetmiyoruz. Gündelik yaşantınızda insanlarla konuşurken, daha önce olmadığı kadar büyük bir ortaklık hissiyle karşılaşıyorsunuz. Artık insanlar şeylerin boka sardığını daha derinden kavrıyor, anlatabiliyor muyum? Yine de, müziğin insanlara ulaştıracağı, aracılığıyla onları ve bu tür boktanlıkları değiştirebileceği şeyler vardır ve bu sadece bir pakettir.

    Ve sonra, şarkılar yazan ve tüm olayı “sanatımla mümkün olduğunca çok insana ulaşmak istiyorum” olan bir sürü müzisyenin varlığından bahsedersiniz. Böylece, sonunda bir sürü saçmalığı reddetmekten ve çetrefilli meseleler konusunda konuşmaktan çekinen bir kültürle karşılaşırsınız. Ve dahası, karşınızda karşı koyamayan koskoca bir kültür bulursunuz. Ve bence tüm bunlar şimdilerde dünyada sürmekte olan her türlü toplumsal tartışmaya eklenmesi gereken önemli şeyler. Çelişmek gerek, kafa karışıklığı ve bir parça o alanı terk etmek gerek. Bana kalırsa, müzik her zaman bunu yapmakta zorlandı ve şimdilerde ise bunu yapabilmesi daha zor çünkü insanlar bu türden muhabbetler üzerinden yaklaşmıyor müziğe. Muhtemelen kendilerini diz boyu bu şeylerin içinde hissediyorlar, ve sanki, “kesinlikle olmaz, bu duymak ya da düşünmek istediğim en son şey” der gibiler.

    The Rumpus:  Yakın bir zamanda, Silver Mt. Zion’ un artık turneye çıkmayacağını okumuştum. Hala geçerli mi bu?

    Efrim Menuck:  Hayır. Önümüzdeki yıl bir sürü turne işiyle uğraşacağız. Birkaç neden yüzünden turne sayısını azaltmıştık, nedenlerin biri de Jessica (Moss) ile benim çocuğumuzun doğumuydu. Bu nedenle, Jessica hamileyken, çok fazla turneye çıkamadık, ve doğumdan sonra da turnelere bir süre ara verdik, ama bebek dokuz aylık olur olmaz, turnelere onunla beraber devam etmeye başladık. Sonra, biraz daha ara verdik çünkü Godspeed grubu yeniden bir araya gelmişti. Fakat, bu süreçte bile Mt. Zion turneye çıkmayı sürdürdü. Şimdiyse yeniden uzun turnelerde çaldığımız bir dönemdeyiz. Önceliğimiz hala sahnede çalmak, geçimimizi sağladığımız yer burası.

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 5

    The Rumpus: Yani, şarkılarınızı ilk elden insanların karşısında çalmak için yazıyorsunuz?

    Efrim Menuck: Kesinlikle, ve şarkıların büyük bir kısmını turneye çıkmadan önce yazıyoruz ve ancak turneden sonra kaydediyoruz. Yeni albüm için bu çok geçerli olmasa da grubun geçmişindeki işleyiş hep böyleydi: şarkılar yazılır, yola çıkılır, ve turnede çalındıktan sonra da kaydedilir. Şarkıları canlı çalmak birincil derdimiz.

    The Rumpus: Dinleyiciyle ortaklaştırabileceğinizi hissettiğiniz şeyleri mi yazıyorsunuz?

    Efrim Menuck: İşe önce, bir şeyler yazdığınız insanlarla birlikte yazdığınız şeyleri arkadaşlarınızla, komşularınızla ya da size yakın olan insanlarla paylaşarak başlarsınız. Paylaştıklarınızın onlar için bir şeyler ifade ettiğini gördükçe, diğerleri için de bir şeyler ifade edeceğini umut etmeye başlarsınız.

    The Rumpus: Yeni albümü dinlerken, uzun şarkıların aynı bütünün parçaları olduğunu fark ettim, önceki şarkılar sanki daha doğrudan başlayan ve sonlanan şarkılardı. Grubun beş kişilik bir gruba dönüşmesinin getirdiği bir şey mi bu yoksa bilinçli bir tercih mi?

    Efrim Menuck: İkisi de diyebiliriz bence. Daha önce, doğaçlama yapacağımız sahnede beş farklı işle bir araya gelir, bunları birleştirmeye çalışır, kimi zaman da parçaların bazılarında değişiklik yapmak zorunda kalırdık ama bu bir arabayı parçalara ayırmaya ve bu parçaları yeniden bir araya getirmeye benziyordu. Fakat grup beşli formunu aldığından beri, şarkıları bu uzun doğaçlamalar sürecinde oluşturuyoruz, yakaladığımız bir melodiyi olabildiğince çok melodiyle sürdürüyoruz, ve sonra başa dönüp, ortaya çıkan şeyi parçalara ayırıyoruz. Böylece şarkılar, daha öncekiler sonradan bir araya getirilmiş parçalar gibiyken,  son birkaç yılda daha tutarlı bir hale geldi. Sanırım, sorduğun şeyde, hem bu şekilde bütünsel hale getirdiğimiz şarkıları çalmaya duyduğumuz ilginin hem de grubun küçülmesiyle bu işi daha rahat yapabilmemizin etkisi var.

    The Rumpus: O zaman, şarkılarınız bir melodinin varyasyonları şeklinde düşünülebilir artık, öyle mi?

    Efrim Menuck: Bir nevi. Sanırım bu biraz da melodiye bağlı. Çoğu zaman, şarkılar bir anlamda bir ritmin çeşitlemeleri oluyor, rota üzerindeki varyasyonlar gibi.

    The Rumpus: Basında müziğiniz hakkında yapılan yorumlarla ilgilendiğini pek sanmıyorum ama öyle görünüyor ki, birçok yazar şarkıların icraatı konusunda sadece birkaç temel unsura odaklanırken, diğer birçok noktayı gözden kaçırıyor. Gördüğüm kadarıyla Amerikan folk müziği tarzı işler sizin müziğinizden çok şey öğreniyor ama sence neden bu insanlar, yazarlar ya da müziğinizi dinleyenler, belli noktalara odaklanıp diğerlerini göz ardı ediyor?

    Efrim Menuck: Çünkü, gruba dair yazılanların pek çoğu, indie rock müzik üzerine yazmayı dert edinen insanların kaleminden çıkıyor, oysa bugün, indie rock artık tarih dışı. Bu nedenle, eğer bariz bir şekilde folk, blues ya da soul ritmlerle uğraşmıyorsanız, bahsettiğiniz türdeki referanslar tabii ki fark edilmeyecek ya da anlaşılmayacaktır. Aslında bu durum, modern rock eleştirisine gelindiğinde bir tür olumsuzluğa dönüşüyor. Biz ise buna tepki vermeye çalışıyoruz. Röportajlarda sık sık kendimizi uzun bir geleneğin içinde gördüğümüzü söylüyoruz. Tabi ki eskinin içine gömülmüş bir grup değiliz ama tüm ilgimizi avangard olana vermiş de değiliz. Yeni bir şeyler yapıyoruz, öyleyse gerçek hakkında çenemizi kapalı tutmalıyız, türünden bir kavram karmaşası yaşamıyoruz. Bana kalırsa, geçmişin varlığını kabul etmeye zorlanmadığı sürece şimdiyle haşır neşir olabilen indie rock müzik eleştirisinin tarih dışılığı büyük oranda burada başlıyor.

    [Efrim Menuck] Neyi sevdiysek yetmedi 6

    The Rumpus: Hep bir “yenilik” hissi, daha da yenileri uğruna terk edilen yepyeni şeylerle alakalı bir saplantı hali var. Belki de bu, imajlar üretmek ve tüketmek zorunda kaldığımız dolayısıyla ifade etmeye bile zaman bulamadığımız sürecin bir parçası sadece. Bu nedenle, dediğin gibi, artık güçlü bir tarih dışılık var çünkü insanlar gençliklerinde dinledikleriyle bir müzik algısı oluşturmaya başlıyor ve bir daha da geriye dönüp bakmıyor.

    [sws_blockquote align=”right” alignment=”alignright” cite=”Efrim Manuck” quotestyles=”style01″] Bir gettoda, yalnızca benim inançlarımı paylaşan insanların olduğu bir yerde yaşamak istemiyorum. Bir komünde değil, bir şehirde, dünyada, birbirimizin kuyusunu kazmaksızın yaşamayı becerebildiğimiz bir yerde yaşamak istiyorum. [/sws_blockquote]

    Efrim Menuck: Büyük oranda sana katılıyorum. Bu eleştirilerin büyük çoğunluğu çok az bir ücret karşılığında hakkında yazmak zorunda oldukları bir yığın konuyla boğuşan bağımsız yazarlara ait, ve ayrıca her şeyi her daim yeni kılmak zorunda bırakan piyasa baskısı var.  Bir de, tabii internet üzerinde, sayısız içerik parçasının birbiriyle karıştığı bir süreç var ki bu süreç hiç de öyle tutarlı ve kapsamlı çalışmaları ortaya çıkaran bir süreç değil. -Burada çok genel konuşuyorum, tabii ki, yoksa internetteki tutarlı ve kapsamlı işlerin varlığını yadsıyor değilim.-Yani, evet, tüm bu şeyleri bir araya getirirsin ve sonunda ortaya birçok “yepyeni” şey çıkar. Şu, rockizm olayından, bununla ilgili tartışmalardan haberdarsın değil mi?

    The Rumpus: Evet.

    Efrim Menuck: Daha kuramsal müzikler hakkında yazan insanlara göre, rock müzik paketini reddeden işlerin büyük çoğunluğu ortadan kaldırılan bir dolu boktanlıktı yalnızca. Kombine edilmiş şeylerden kocaman bir demet.

    The Rumpus:  Ayrıca, bana kalırsa birçok kişi müzik eleştirisine kuramsal bir çerçeveden yaklaşıyor. Senin de bahsettiğin rockizm olayındaki gibi, çıkan yazılar, müziğin özü yerine, kulağa nasıl geldiğiyle ya da bunun gibi şeylerle ilgileniyor, ki bu da sağlam bir müzik eleştirisinin önündeki engel bana kalırsa.

    Efrim Menuck: Kesinlikle, ortada hep yaşadığım bir hayal kırıklığı var. Belli bir yaşa geldiğimde, Rolling Stone ve Spin dergileri, aynı bokun soyu olan, ve son derece ezici iki büyük tiranlıktı. Bu dergilerde, merak ettiğiniz, geçimini turnelerden sağlayan gruplar hakkında bir şeyler bulabilmeniz imkânsızdı. Bir dizi saçmalığın önemsendiği bir kurgudan ibaretti yalnızca. Bir yandan da, çocukken, Lester Bangs antolojisi, Psychotic Reactions and Carburetor Dung, yayınlandığında okuduğumuz, müzikle, sahneyle falan ilişkisi olan birinin subjektif olarak yazdığı şeyleri hatırlıyorum, bu yazılar o dönemlerde eksikliğini duyduğumuz işlerdi.

    Şimdilerdeyse her yerde müzik üzerine yazılmış her türden yazıyla karşılaşabilirsiniz, ve hiçbiri de daha önce olduğundan daha iyi değil. Durum tam bir düş kırıklığı, bugünkü rock eleştirisini küçümser gibi görünüyor olabilirim. Yine de, bir yerlerde hala iyi çalışmalar yapılıyor dolayısıyla yeni kuşakları azımsayacak denli tutucu davranmak niyetinde değilim.

    The Rumpus: Kesinlikle. Okudun mu bilmiyorum ama yakınlarda The Village Voice’da Jim DeRogatis ile yapılmış bir röportaj yayınlandı.

    Efrim Menuck: Jessica Hopper’ ın yaptığı röportaj mı?

    The Rumpus: Evet, o röportajda DeRogatis çok önemli bir noktaya değinmişti,  yalnızca müzik eleştirisinde değil diğer birçok şeyde de, yazarların “sıkı bir gazetecilik eğitimi”ne sahip olmadığından, gözlem ve araştırma deneyiminden yoksun olduğundan ve daha çok “ben böyle düşünüyorum, benim teorime göre bu böyledir” düsturuna sadık kaldığından bahsediyordu.

    Sanki, ciddi bir nesnellik eksikliği var– aslında nesnellik demek de istemiyorum, çünkü tarih eğitimi aldım ve aldığım eğitim araştırırken bulduklarımızı yorumlamak üzerineydi- Yani, sanırım, şeylere yönelik bakış açısının temelinde, o şeyde olduğu iddia edilen değerin gerçekliğini değerlendirmek yerine daha çok “ne düşünüyorsam doğrudur” kuralı yatıyor.

    Efrim Menuck: Kesinlikle haklısın. Ve bu durum oldukça iç karartıcı. Mesela aynı röportajı ben de okuyorum, sonra sen insanların bu röportajla ilgili fikirlerini okuyorsun ve bu böyle sürüp gidiyor, her yerde hep bir “siktir oradan” refleksi. Bilmiyorum yahu, açıkçası bununla ilgili saatlerce konuşabilirim. Aslında, şu anki durumun çok derininde, bu duruma içkin bir şeyler var- sadece internetin kendisinde değil. İnternet ve piyasa gücünün kesiştiği alan kendiliğinden tutucu bir alan olarak beliriyor. Bu durum ya düzelecek ya da gittikçe kötüleyecek, şimdilik düzeldiğine dair herhangi bir emare yok ama. Bu, nesnel gerçekliğin yer almadığı toplumsal bir alan. Bir şeyi gerçeklik haline getirene dek durmaksızın tekrarladığınız Cumhuriyetçi bir eko alanı. Acınılası bir karmaşa hali yani. İster tarih hakkında konuşuyor olalım ister politika, kötü bir manzarayla yüz yüzeyiz, durumun kendisi de ona tanıklık etmek de oldukça üzücü. İnsanların bundan yirmi yıl, otuz yıl, elli yıl öncesinde olduklarından daha cahil olduklarını düşünmüyorum. Hepimiz fazlaca bilgiyle donatılmış durumdayız yine de hala her şeyin içine sızan bir inkâr mekanizması var.

    The Rumpus: Az önce medyanın bölünmüşlüğünden bahsettin, fakat bence otuz ya da kırk sene öncekine kıyasla bugün insanlar medya ortamıyla – bunlar, hepsi de temelde size duymak istediklerinizi söyleyen, ana akım işleri ya da belirli meselelere odaklanmış alternatif internet siteleri olabilir- daha kolay ve daha uzun soluklu bir ilişki kurabiliyor. Bu medya araçlarının ve oluşumların çoğu insanlara onları bir şeyler yapmaya zorlamadan ne kadar değerli ve zeki olduklarını anlatıyor ki insanlar gerçekten de bu türden şeylerin çekimi altında. Kendinizi iyi hissetmek adına yapılan hayır işlerinin temelinde bencilliğinizin yattığını söyleyen şu çok eski ve emektar felsefi tartışmayı bilirsin, bence bu tartışma konumuz açısından yararlı bir nokta taşıyor: sadece bir linke tıkla ve keyfini çıkar. Bir farenin deney labirentinde tuşa her dokunduğunda peyniri kapması gibi. Herhangi bir şeyi başarmak zorunda olmasanız bile hep aynı olumlu geri bildirimi alıyorsunuz.

    Efrim Menuck: Kesinlikle. Mesela benim aile çevremde de internetteki yorum kutucuklarında tartışmaların başını götüren sağ görüşlü insanlar var, bu ortamlarda durmadan paylaştıkları refleksif ve sağcı her türlü fikre sahipler ama gerçekte bu insanlarla yüz yüze konuştuğunuzda, bambaşka bir muhabbeti sürdürdüklerini görüyorsunuz. Bilmem anlatabildim mi? Şu, internetteki anonimlik sayesinde herkesin yaptığı yanına kar kalır mevzusu çok klişe biliyorum ama, bu anonimlik gerçekten de insanların toplumsal itibarlarının zedelenmesini önlemek gibi bir işleve sahip, ki hala fiziksel dünyada birbirimizle iletişimimizi sürdürüyoruz. Birbirine paralel iki ayrı evren gibi. Biri tamamen katmanlıyken, diğeri herkesin hala aynı sokakları ve işyerlerini paylaşmak, aynı barlarda içmek, birbiriyle konuşmak zorunda olduğu bir evren. İnsanlar birbiriyle gerçek anlamda konuştuğunda ise bu çıkışsız boktanlığın üstesinden gelmek daha da zorlaşıyor.

    Ama, evet, internet ortamındaki her şeyin atomize oluşuna, herkesin ödüllendirilmesine her zaman şaşıp kalıyorum. Senin de dediğin gibi, bu ortamda kimsenin birbirinin aynısı fikirler dışında talep ettiği bir şey yok, sadece Amerikan siyasetinde değil, burada, Kanada’da da işler böyle. Güncel politik tartışmadaki alçalmanın yarattığı etkiye, iki tarafın da hakkıyla temsil edilemediğine ve hiçbir meselenin halledilmediğine tanık oluyorsunuz. Fakat, gerçek yaşamda işler böyle değil açıkçası. Gerçek yaşamdaki deneyimlerime dayanarak, her şeyin bu denli kutuplaşmamış, katmanlaşmamış olduğunu söyleyebilirim.

    Senin ne düşündüğünü merak ediyorum. Ben tabi ki bana yakın olan dünya hakkında konuşabilirim sadece. Gerçekten de tuhaf bir durum ama polyannacılık yaptığımı da düşünmüyorum.

    [sws_blockquote align=”right” alignment=”alignright” cite=”Efrim Manuck” quotestyles=”style01″]“Neyi sevdiysek yetmedi” hissi çok önemli. Bu cümleyi şimdiki zamanda da kurabilir, “neyi seviyorsak yetmiyor” diyebilirsiniz, tamamen başka bir anlama denk düşer ve içinde bulunduğunuz durumun hala geçerli olduğunu ifade eder. [/sws_blockquote]

    The Rumpus: Benim büyüdüğüm yer epey küçük bir kasabaydı ve hatta kuzey New York’ta bile oldukça tutucu sayılabilecek yerlerden biriydi, dergilerdeki, gazetelerdeki iki kutupluluğu görmemek imkânsızdı. Yine de, buralarda yazan, tutucu ve tehditkar fikirlerini savuran insanları gerçek hayatta da tanır ve aslında yazılarındaki gibi hiç de esip gürleyen tipler olmadığını bilirdiniz. Bu nedenle dediklerine katılıyorum. Görece daha liberal bir ortamda yetiştiğim için yalnızca onlar hakkında konuşabileceğimi bilsem de, sadece kendi çevresinde, ya da alternatif olarak haberler, internet gibi yerlerde gördüklerini temel alarak bir tür muhafazakârlık fikri geliştiren birçok insan tanıyorum. Bu insanların hiçbiri gerçekte kendisiyle aynı şeye inanan insanlarla bir kez bile iletişim kurmak zorunda kalmamıştır.

    Efrim Menuck: Elbette. Gençliğimizdeki, şimdilerde yaşanmayan bir anlaşmazlığı hatırlıyorum. Genelde, aşırı bir biçimde Hristiyanlık karşıtı olan insanlar vardı, çünkü inançlı birinden anladıkları yalnızca, tahammülsüzlük, ikiyüzlülük ve açgözlülüktü. Ve ben bunu hep garip bulurdum. Hristiyan değilim, tanrıya da inanmıyorum, ama tabii ki, hala Tanrı’ya inanan, kiliseye giden ve öyle katıksız bir kötülük de taşımayan bir sürü insan var. Bu yüzden de, insanlar eleştirdikleri kişilerle hiçbir şekilde iletişim kurmadığı bu düzlemden kopmadıkları sürece, bu problem çözümsüz kalacaktır.

    The Rumpus: Bunlara korkuluk argumanı denebilir mi o zaman?

    Efrim Menuck: Evet, yani, bu bir çeşit korkuluk argümanı olabilir ama benim bahsettiğim daha çok mesela rahatça “kilisenin de, ona inananların da canı cehenneme” diyebilen iki eşcinselin örnekleyebileceği türde insanlardı. Bunun çıkış noktasını da anlıyorum aynı zamanda, Evangelist Hristiyanlar adına uykularımın falan da kaçtığı yok, çünkü bu insanların bizim düşünmemizi istedikleri kadar aptal olmadıklarını biliyorum Dolayısıyla bu bir korkuluk argümanı sayılamaz, korku verici bir noktadan kaynaklanıyor çünkü.

    The Rumpus: Ne demek istediğini anlıyorum. Deneyimlerime göre, tanıdığım, tepeden tırnağa din karşıtı olan insanların büyük çoğunluğu benim kabullenemeyeceğimi düşündüğüm ortamlarda yetişmiş. Hristiyan bir ailede ve küçük bir kasabada büyüyen insanlar olarak, kendileri dışında kimsenin asla anlamadığı şeylerle etkileşim içinde olmuşlar.

    Efrim Menuck: Kendi adıma düşündüğümde, Yahudi kökenliyim. Tanrı’ya inanmayan, beni yine de Yahudi okuluna gönderen bir babayla büyüdüm. Dolayısıyla, okuldaki ilk dokuz yılımı bu küçük gettoda yaşayarak geçirdim, ve bu yüzden de dünyaya– biraz basitleştirerek söylersem eğer- Yahudiler dışında herkesin birer baş belası kaçık olduğunu kabul ederek bakıyordum, çünkü küçük bir çocuk olarak gözlemleyebildiğim buydu. Böyle bir bakış açısıyla yetiştirilmeme rağmen, ergenliğe geldiğimde, bunun tamamen zırvalık olduğunu fark ettim. Fakat bu bir taraftan da şu anlama geliyor, insanları bugün körü körüne yargılamak benim için çok zor. Bazı spesifik durumlar beni çıldırtıyor, ve ben de bunlarla ilgili avazım çıktığı kadar konuşmaya devam edeceğim, fakat daha büyük mevzular söz konusu olduğunda bütünüyle çileden çıkıyorum. Mesela şu Dawkins tarzı meselelerin birçoğu, bir türlü aklım almıyor. Tanrı’ya inanmıyorum, ateistim ama bir ateist olarak kendimi mağdur falan da hissetmiyorum. Ama belki bunun nedeni bunların yaşandığı bir dünyadan uzakta yaşıyor ve çalışıyor olmamdır.

    The Rumpus: Çok can sıkıcı çünkü, bir bakıma, bu bakış açısı belli bir Batı tarzı entelektüelizmin dışında yaşayan herkesi mahkum ediyor. Elbette ateist olan birçok insan var fakat insanlığın büyük çoğunluğu bir dine inanıyor ve gündelik yaşantılarında da inançlarını samimiyetle açığa vuruyor. Kişisel olarak ben buna, ister Budizm’den, ister Musevilik’ten ya da herhangi birinden bahsediyor olalım, insanlar dinsel bağlılıklarıyla bu şekilde etkileşime geçiyor, derdim. Dolayısıyla, bu insanları yaşam tarzları nedeniyle mahkum etmek bana akıl almaz geliyor.

    Efrim Menuck: Kesinlikle, ve bir de, bağlılığın da derecelerinin ve değişirliliğinin olabileceğini inkar etmek. Mesela, günün sonunda sonuçta bir anarşist olduğumu biliyorum. İnsanların aslında kendi başlarının çaresine bakabileceğine, bunun için herhangi bir liderin gerekmediğine inanıyorum. Birçok kişinin anarşistleri son derece gülünç, ahkâm kesen, toy ve fazlasıyla idealist insanlar olarak algıladığını da biliyorum ama bunların hiçbirine uymadığımı düşünüyorum. İnancımın ne derece güçlü ya da zayıf olduğu her gün, her hafta değişkenlik gösteriyor, sonuç olarak dogmatik bir anarşist değilim. Ve benim dışımda, farklı bağlılıklara, inançlara sahip dogmatik olmayan, inançları konusunda kararsızlık yaşayan ya da bocalayan daha birçok insan var.

    Eninde sonunda, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz bir dünyadayız, ve kuşkusuz birbirimizle kurduğumuz iletişimin başlangıç noktası, ortak noktalar yaratmaya çabalamak olmalı, öbür türlü iletişim kurmanın ne anlamı kalır ki? Bir gettoda, yalnızca benim inançlarımı paylaşan insanların olduğu bir yerde yaşamak istemiyorum. Bir komünde değil, bir şehirde, dünyada, birbirimizin kuyusunu kazmaksızın yaşamayı becerebildiğimiz bir yerde yaşamak istiyorum. Şehirlerle ilgili en güzel şey de bu: diğer insanlarla onların nereden geldiklerine bakmaksızın birlikte yaşamayı öğrenmek ve onları anlamak zorundasınız.

    The Rumpus: Peki, “Fuck Off Get Free” şarkısı nereden geliyor?

    Efrim Menuck: Yıllar önce, kısa bir sürede kapsamını aşan, karşısına birçok meseleyi alıp yaygınlaşan şu büyük öğrenci eylemlerinden birini yaşamıştık. Öğrencilerle başlamıştı fakat tarih boyunca yaşanan şu garip olaylardan birine dönüşmüştü, her gece neredeyse sokağa çıkmayan kimse kalmamıştı, ve bu bir hafta kadar sürmüştü. Yine de, bu genel eylemlerin yolunu açan öğrenci hareketi yaşanırken, Montreal manzarasında, kentsel ya da federal yönetime ait bakış açısıyla şunu görebilirdiniz: Kanada Quebec eyaletinden, Quebec de Kanada’dan nefret ediyor, bu yüzden Montreal boktan bir durumun içine iki kere düşerken, altında kıvrandığımız kibrin iki halini de yaşamıştık. Dolayısıyla, “Fuck Off Get Free” nin Montreal için seçilebilecek en iyi sivil motto olduğunu düşündük. Burada bir tür şikayetçi olma, bize güzel görünen adına sonsuz bir mücadele etme geleneği var. Aynı zamanda da, Kanada’da Montreal’den daha kibirli bir kent bulamazsınız. Birçok Kanadalı için, Montreal Quebec’tir, Quebec içinse Montreal Quebec sayılamaz, böylesine tuhaf bir durum işte. Ve hep de böyleydi.

    The Rumpus: Bununla ilgili olarak, ve az evvel sözünü ettiğimiz country müzik ve blues şarkılarını dinlerken bu şarkılarda amorf bir politik bilinçle karşılaşıyorum. Şarkılarda, şarkıyı söyleyenlerin -ya da onun temsil ettiği kişilerin- oldukça küçük ve mazur görülebilecek suçlar işlerken, diğerlerinin, politikacılar ya da hükümet görevlilerinin ya da -son zamanlar için düşünürsek- şirket yetkililerinin, büyük ölçekli ciddi şuçlara karıştığını, buna rağmen, ufak suçlar işleyenlerin ikincilerden daha ağır bedeller ödeyeceğini dinliyoruz. Benzer mevzularla sizin müziğinizde ve şarkı sözlerinizde de karşılaştığımı söyleyebilirim. Katılıyor musun?

    Efrim Menuck: Kesinlikle ve bu farkında olarak yaptığımız bir şey. Şarkıların amacı bu aslında, bu alanı işgal etmek. Daha önce söylediğime geri döneceğim, kendimizi çok uzun bir geleneğin içinde görüyoruz. Mesela, yozlaşmış kralları ve yenilgiyi kabullenmiş soyluları anlatan İskoç halk müziğiyle başlayan country müzik, hepsi de sınıf bilincine sahipti. İnsanlar vardı ve krallar, krallar yozlaşmış, krallıklarının sonuna gelmişti, ve aynı yozluk farklı şekillerde diğer insanlara da bulaşmıştı. Ve bu gelenek güney eyaletlerine dek gelmiş, sadece içinde blues’un da olduğu taşra müziğine değil, sonradan country ve batı müziğine evrilecek olan beyaz taşra müziğine de dönüşmüştü. Bu perspektiften bakıldığında, şarkı yazmanın uzun bir geleneğe sahip olduğunu görebilirsiniz. Keşke “sınıf bilinci” yerine kullanabileceğimiz daha iyi bir ifade olsaydı, eleştirisel sınıf bilinci gibi mesela ama sonuç olarak elimizde olan bu: hepimizin mahvolduğu ya da yalnızca çok küçük bir azınlık bu mahvoluştan paçayı kurtarırken geri kalanlarımızın boka battığı fikri. Ve evet, bu bir şarkı için oldukça iyi bir başlangıç noktası. Dolayısıyla, bahsettiğin şey tamamen bilinçli olarak yaptığımız bir şey.

    The Rumpus: Çok kişisel bir soru gibi görünebilir belki ama, şarkı sözü yazmaya başladığın zamanlarda, seni bu gelenekle etkileşime sokan ya da bu üslupla yazmaya iten neydi?

    Efrim Menuck: Bilmiyorum. Bana bir şeyler ifade etmişti sanırım. Ergenlik dönemim ve yetişkinliğimin ilk dönemleri zaman zaman evsiz kaldığım oldukça travmatik zamanlardı, geçici fakirlik dönemleri yani. Kendimi mağdur biri gibi anlatmak derdinde değilim kesinlikle ama oldukça zor yıllardı, sınıf bilincini geliştirdiğim bir dönemdi de aynı zamanda. Bu yüzden sanırım dünyaya bu açıdan bakmak benim için en mümkün olanıydı. Ve sadece şimdide değil müzik tarihinde de bununla çok az karşılaşıyor olmak çok garip. Bence bu bizi yine, popüler kalabilmek adına tavizler veren popüler müziğin işlevi meselesine getiriyor. Yine de garip, 60’lardaki ve 70’lerdeki liste başı olan şarkıları hatta pop şarkılarını dinlediğinizde, şarkı sözlerinde bir çeşit agresiflik bulabilirsiniz. Yani, o zamanlar popüler müziğin fazlaca tavır alabildiği küçük bir alan vardı. Fakat bu dönemden önce ve sonra, dünyanın işçiler ve patronlar olarak bölündüğünü ima bile edememiş şarkılara rastlıyorsunuz hep. Ve bu fikre katılmak için komünist olmanız falan gerekmiyor, yaşıyor olmanız yeterli.

    The Rumpus: Yeni albümdeki şarkı sözlerinde, birçok yıkıcı imge olduğunu fark ettim: yanan şehirler, hastalıklı dünya, yerle bir edilen dağlar. Olumlu ve olumsuz şekilde kullanılan imgeler. Daha tahripkâr imgelere odaklanmanızın nedeni neydi, yıkımda yapıcı bir potansiyel mi var sence?

    Efrim Menuck: Hayır, biraz acayip aslında. “What We Loved Was Not Enough ( Neyi Sevdiysek Yetmedi)” şarkısındaki yanan şehirler sözü epey ağır, ve bunun beni biraz rahatsız ettiğini bile söyleyebilirim. Bu söylem tamamen yeni bir baba olmam, dünyaya bakmam ve gördüğüm şey yüzünden delice bir dehşete kapılmamla alakalı. Dünyanın korkunç bir yer olduğunu düşünüyorsunuz ve sonra bir çocuğunuz oluyor, dolayısıyla duyduğunuz dehşet üç misline çıkıyor çünkü bu küçük masum yaratık yalnızca birkaç yıl yanınızda olacak, ve sonunda ona “evet, haydi git bakalım, iyi şanslar.” demek zorundasınız.  Şarkı bununla ilgili bir tür ağıt, bu nedenle de sözleri geçmiş zamanda yazıldı. Evet, gerçekten de, her şey mahvolmuş durumda. Ve en nihayetinde şarkının ilgilendiği nokta, Batı’nın işinin bittiği ve gücünü toparlayabilmesinin tek yolunun bu gerçeği kabullenmek olduğu, bunu yaptığında da tüm pisliğin ortaya döküleceği fikri ki, oldukça çetrefilli bir düşünce.

    Bu nedenle, daha önce yazdığımız şarkılardan farklı olarak, bu şarkıyı lirik bakımdan ve verdiği his açısından tatsız buluyorum. Ve şu“ Tanrım, çocuğumun bir gün dağların yerle bir olduğunu görmesine izin ver.” sözü, bu sözün oldukça yapıcı olduğunu düşünüyorum. Burada bahsi geçen dağın bir tür engel olduğunu düşünürsek eğer, bu engeli hep birlikte alaşağı etmek zorundayız.  Ama tabii ki, kıyameti andıran bir senaryoyu insanların gözünde canlandırmak derdinde değilim. Bence, hepimiz aynı kabusları paylaşıyoruz, anlatabiliyor muyum? Bu kabusların gerçekliğini anlayabilmek içinse onların birer taslağını çizmek zorunda olduğumuzu da düşünmüyorum. Bence, hepimizin kabusları aynı, ve bunların birer eskize dönüştürülmesine gerek yok. Genel olarak, kıyamet imgesine karşıyım ama bu şarkının bu imgeyi anımsattığını düşünüyorum.

    The Rumpus: “What We Loved Was Not Enough” bir süredir dolaşımda ve ilk kez dinlediğimden beri ilgimi çekiyor çünkü yıkımların karşısındaki boyun eğmişliği anlatıyor sanki. Yanlış mı düşünüyorum?

    Efrim Menuck: Evet, şarkının çıkış noktası buydu. Sözleri yazarken tam da böyle hissediyordum. Aynı zamanda da bu hisle mücadele ediyordum ve daha çok “Bu üzücü sözler de nereden çıktı?” modundaydım. Ama “neyi sevdiysek yetmedi” hissi çok önemli. Bu cümleyi şimdiki zamanda da kurabilir, “neyi seviyorsak yetmiyor” diyebilirsiniz, tamamen başka bir anlama denk düşer ve içinde bulunduğunuz durumun hala geçerli olduğunu ifade eder. Eğer kendinizi gelecekte konumlandırıp geriye bakıyor ve sevdiğiniz şeylerin yeterli gelmediğini söylüyorsanız, buradaki en önemli nokta sevdiklerimizin bir şeyleri değiştirmeye ne şekilde yeterli olacağını bulabilmektir. Kulağa son derece idealistçe geliyor olabilir fakat belki de bir parça gerçeklik vardır bu cümlenin içinde.

    The Rumpus: “Kıyamet”ten bahsettin az önce, çoğu kişi imgelere yüzeysel bir şekilde baktığından olsa gerek, bu kelime son zamanlarda grubunuzun ve Godspeed’ in müziğini anlatmak için çok kullanıldı. Son on yıldır Amerikan popüler kültürüne hâkim olan da bu tür bir yüzeysellik aslında. Fakat kıyametle ya da kıyamet sonrasıyla alakalı işlerin fetişizmi ve birçok insanın dünyayı görme biçimi, Amerikan ya da Batı toplumu geriledikçe -ya da daha dramatik şekilde söylersek, yıkıma sürüklendikçe- dünyanın da topyekün sona ereceği fikrine dayalı. Fakat işin en ilginç tarafı şu ki, jeologların “derin tarih” diye adlandırdıkları şeyi incelediğimizde, uygarlıkların dağıldığını, bunun nihai bir son yaratmadığını, insanların ayrıştığını, küçük topluluklar halinde yaşadığını ya da yeniden bir araya geldiklerini görüyoruz. Sonuç olarak, her şeyin sona varması gibi bir şeyin olanaksızlığı ortada, Roma gibi imparatorlukların bile işinin bittiğini biliyorken. Bu fetişizm, aslında insanların toplumumuzun sonsuza dek ayakta kalamayacağı gerçeğini itiraf etmek konusundaki gönülsüzlüğünden kaynaklanıyor.

    Efrim Menuck: Evet, çok doğru. Dünyada çok fazla tekinsizlik var, özellikle de Batı’da. İnsanlar bu tekinsizliğin kaynağıyla yüzleşmek yerine, tekinsiz hissettikleri durumların birer tasvirini tercih ediyor. Bu da, sonunda senin bahsettiğin tarzda bir dünya görüşünü doğuruyor: Batı uygarlığı bir şekilde sona erecek ve bu aynı zamanda her şeyin sona ermesi olacak. Bir yandan da, çürüyen bir uygarlık son derece travmatik bir şey, uzun bir gelecek algısı ve daha da zoru bu algıyı uzun süreler korumak gerek.

    Rob Rubsam / The Rumpus
    Nisan 2014
    Çeviri: m.

  • [Lowercase Noises] Günahlarımız yüzünden

    [Lowercase Noises] Günahlarımız yüzünden

    Bir konuya odaklanan albümlerin güzelliği, yerinde örülmüş şarkı yapılarını sıralayıp, dinleyeni başka dünyalara götürmesi değil sadece, yeri geldiğinde bazı hikayeleri genel kabul görmüş, popüler anlatı tekniklerinin, yazı, film, video gibi yolların dışına çıkıp ses ile aktarmaya çalışmak gibi, aslında bireysel, ruhani ve çokça duygusal bir patikadan ilerlemeye çalışma riskini göz almasında yatıyor.

    Lowercase Noises’ın This Is For Our Sins isimli albümü, enteresan bir hikayeyi müzikale çevirmiş. Rusya’da 1978 yılında jeologların bulduğu Lykov ailesi, Rusya bozkırında kırk yıldan beri yaşamdan izole şekilde yaşamaktadır. 1936 yılında Karp Lykov’un kardeşinin bir bekçi tarafından öldürülmesi sonrasında hiç kimseyle iletişim kurmadan tek başına bir yaşam kararı alan karı kocanın [Karp ve Akulina Lykov] ve iki çocuklarının, sonra doğan iki çocukla birlikte ailenin altı üyesinden kalan Agafia isimli kadın ise, bugün hala Sibirya kırsalında yaşamını sürdürmektedir.

    Ebeveynler:
    Karp Osipovich Lykov (Tahmini 1901 – 16 Şubat 1988)
    Akulina Lykov (Bilinmiyor – 16 Şubat 1961)

    Çocuklar
    Savin (Tahmini 1927 – 1981)
    Natalia (Tahmini 1934 – 1981)
    Dmitri (1940 – 1981)
    Agafya (1943)

    Peki albümün adı nereden geliyor? Günahlarımız yüzünden. Jeologlar 1978 yılında Sibirya’da ilerlerken, ıssız alanda insanların olduğuna işaret eden bazı patikalar, el ile düzeltilmiş bazı ağaçtan şekiller fark ederler. Biraz daha ilerlediklerinde, karşılarına derme çatma bir kulübe çıkar. Kapısında çok yaşlı bir adam belirir. Çıplak ayakları, taranmamış saçları, alışıldık olmaya kıyafetleri vardır. Adama merhaba dediklerinde, uzun süre bekler ve “Madem bu kadar yol geldiniz, o zaman içeri gelin,” diye cevap alırlar. İçeride adamın dışında iki kadın daha vardır ve kadınlardan biri histerik biçimde, hiç durmadan dua etmekte, aynı sözleri tekrarlamaktadır: “Günahlarımız yüzünden, günahlarımız yüzünden…”

    [Lowercase Noises] Günahlarımız yüzünden 2

    Jeologlar dehşete düşmüş diğer kadını korkutmamak için kulübeden çıkar, biraz ileride azıklarını yemeye başlar. Daha sonra kulübenin kapısı açılır ve ürkek biçimde aile üyeleri dışarı çıkar. Kadınlar kendilerine ikram edilen çay, reçel ve ekmeğe şaşkınla bakar. Yaşlı adam, “Ben ekmeği biliyorum, onlar hiç ekmek görmediler,” der. Agafya ve Natalia isimli kızkardeşler ve babaları Karp Lykov’un hikayesi böyle ortaya çıkar.

    17.yy’dan bu yana ibadetleri hiç değişmemiş, ultra radikal Ortodoks “Eski İnananlar” tarikatı üyesi olan Karp Lykov, Sovyetler iktidara gelince sıkıntı yaşar. Karp’ın kardeşi evlerinin dışında bir Sovyet görevlisi tarafından öldürülünce, başucunda diz çöken Karp Lykov ailesini alıp uzaklaşır, kaçar gider.

    Jeologların aktardığına göre en az 250 kilometre boyunca hiç insana rastlanmayan coğrafyada, II. dünya savaşından bihaber yaşayan aile, (sonradan doğanlar başka kentler ve şehirler olduğunu babadan dinlemiş olsalar da) aile üyeleri dışında hiçkimseyle temas etmeden, en önemlisi ellerinde doğru dürüst araç gereç olmadan yaşamayayı başarmışlardır. Silahsız da olan aile, nadir kurabildikleri tuzaklarına takılmasını ya da tanrıya ettikleri duaların işe yarayıp bir hayvanın yorgunluktan yıkılır halde gelip önlerinde düşmesini beklemek dışında, ki bu durmlar sık yaşanmıyordu, genelde patates ve çavdar yiyerek hayatta kalmıştı. Fazla soğuk geçen ve her yıl toplanıp çavdar tohumlarının hepsini mi yeseler yoksa bir kısmını ekmek üzere ayırsalar mı diye tartışları zamanlar dahil, sürekli aç yaşıyorlardı.

    Anneleri Akulina’yı böyle bir kış kaybetmişlerdi. Zaten kıt olan yiyecekle çocuklarını beslemeyi tercih edince zorlu 1961 kışında açlıktan ölmüştü. Ailenin kurtuluşu, bir çavdar tohumunun kulübüde tesadüfen fark edilip, soğukta ve farelerden korunup ekilmesinin ardından filizlenmesiyle gerçekleşmişti.

    Böylesi felaketten kurtulmuş aile üyeleri, kendilerini bulan jeologlarla temas edip, uygar dünyayla tekrar iletişime geçince, 1981 yılında arka arkaya ölmeye başlar. İki kardeş Savin ve Natalya ciğer yetmezliğinden ölürler. Dimitri ise kendilerini bulan insanlardan geçen zatürreden ölür.

    Baba Karp Lykov’un uykusunda ölümü sonrasında geriye sadece Agafya kalır. Kentte yaşayan uzak akrabalarının yanına yerleştirilme tekliflerine, tıpkı babası ve erkek kardeşi gibi, Ortodoks inançları gereği hayır diyen Agafya, bildiği, tanıdığı ve inandığı yaşamı sürerken, yakın zamanda uygar dünyaya bir mektup yazar ve “odununu ateşe atmakta zorlandığını, tohumları ekmek için birine ihtiyaç olduğunu” belirtip yardım ister.

    [Lowercase Noises] Günahlarımız yüzünden 1

    “Tamamen yalnızım. Yıllar uzuyor, sağlığım ise ufalıyor. Sürekli hastayım. Ciğerimin sağına bir yumru yerleşti. İsa adına size gözyaşlarıyla ve ağlayarak yakarıyorum, bu öksüzü burada tek başına bırakmayın. Şömine hep soğuk, ısıtmak için zaman ve odun yok. Sadece küçük demir ocağı kullanabiliyorum. Yazları dışarıda yaşıyorum. Ailem hayattayken, tüm bunları yapacak, yeterli sayıda insan vardı. Ocak her zaman sıcaktı. Yemek pişirirdik. Birlikte dua eder, duadan sonra işlerimizi yapmak için dışarı çıkardık. Kim dışarıda her ne yapıyorsa, birimiz hep içeride bekler, dualarımızı okumaya devam ederdi. Tatil günlerinde birlikte dua ederdik. Şimdi hepsi bana kaldı. Hem dua hem ev işleri. Bir duayı, en basitini bile, tamamen okuyamıyorum. Daha önce de yardım çağrısı yaptım, buraya gelenlere söyledim ve mektup yazdım, otuz yıldır yardım çağrısı yapıyorum ama kimse cevaplamadı. Birileri dışarıda milyonlarca Hristiyan var diyor, dünyada başka milyonlarca insanın yaşadığını söylüyorlar ama bu öksüze yardım edecek bir kişi bile yok.”

    Mektubun 2014 Ocak ayında ulaştığı gazetecinin aktardığına göre, Agafya’nın durumu yazdığı kadar sıkıntılı değil. Kulübesinde kendisine yapılan yardımlarla yeteri kadar yiyecek var. Ancak kulübesini terk etme konusunda isteksizliği ve inatçılığı nedeniyle, bulunduğu yerde daha fazla ilgi istiyor. Hiç okula gitmemiş Agafya’nın mektubundaki anlatım uygunluğunun dışında, yazıya olan hassasiyeti kendisine gelen yardımlardaki detaylara takılmasında da ortaya çıkıyor. Yaşlı kadın, kendisine gelen yardım paketlerinde eğer barkod varsa, kesinlikle kullanmıyor. Çünkü barkod şeytan işidir, diyor.

    Agafya, kulübesinde üç keçisi, sekiz kedisi, tavuk ve horozlarının yanı sıra köpeği Tayga ile yaşamını sürdürüyor.


     

  • Ankara’dan Gürcistan’a black metal ihracatı

    Ankara’dan Gürcistan’a black metal ihracatı

    [aesop_content width=”500″ position=”none” imgrepeat=”no-repeat” color=”#ffffff” background=”#333333″]Sovyetler Birliği’nde punk ve heavy metal hep varolmuştu. Belirli dönemlerde devletle didişip yeraltına çekilse de, müzisyenlerin çaba göstermekten bıkmaması sayesinde üretmeye ara vermeyen, çorak ortamda filizlenen bir tarihe sahip. Gürcistan’daki ilk black metal konserini, grubu Pergamo ile Vaso Doyaşvili düzenlemiş. Söyleşisinden anladığımız kadarıyla, Gürcistan’a black metal’i Ankara’dan ihraç etmişiz. Abartıyoruz tabi. Bu detay ilgimizi çekti.[/aesop_content]

    Ekstrem metal ile Türkiye’de kaldığınız dönemde tanışmışsınız. Neden Türkiye’deydiniz?

    Evet, Ankara’da tanıştım. Türkiye’ye göç etmemin nedeni Gürcistan’daki son derece kötü siyasal ve ekonomik durumla ilgiliydi. Ülke krize girdi, ben de yaşamak için Türkiye’ye taşındım.

    Black metal’e ne zaman bulaştınız?

    1990’larda radyo kanallarını gezerken black metal’e denk gelmiştim. Rus radyo istasyonlarında Immortal, Bal-Sagoth, Emperor çalıyordu. Müzikten etkilendim, sonrasında Gürcistan’a yayımlanma tarihinden bir yıl sonra gelen Metal Hammer ve Kerrang dergilerine ulaştım.

    Pergamo ile 1995 yılında Gürcistan’da bir barda black metal konseri düzenlediniz. İlk olduysa, tepkiler nasıldı?

    Aslında bir bar değil, yer altı tayfasının takıldığı bir ortamdı. Tiflis’te düzenlenen ilk ve tek yer altı konseriydi. 300 civarında metalci, punk ve rocker vardı. Basında çok kötü haberler çıktı. Hepimize satanist dediler. Onlara göre Black Metal müzik değildi, toplum bu türden kötülük tohumlarına tepki göstermeliydi. Pergamo iki yıl yaşadı.

    Gürcistan’da Ortodoksluk çok güçlü ve metalcilik topluma hiç uymuyor. Şu anki grubum Im Nebel bu şartlarda nasıl devam ediyor, inanın ben de bilmiyorum. İnsanlar sokakta uzun saçlı, dövmeli birini gördüklerinde cehennemden çıkagelen eşcinseller olduklarını düşünüyor ve kutsal “taboretka”larıyla (Gürcistan’da yaygın bir sandalyekafa göz dalıyorlar. Bir elektronik müzik festivali, yerel halkın müzisyen ve organizatörlerin “eşcinsele benzedikleri” şikayeti ve festivalin satanist propaganda olduğu itirazıyla iptal edildi.

  • [Sevim Burak] Afrika Dansı

    [Sevim Burak] Afrika Dansı

    [dropcap size=small]18[/dropcap] Mart’ta Salt Beyoğlu ikinci kattaki sergi alanında prömiyeri gerçekleşecek ve 4 Nisan’a kadar Salt Beyoğlu’nda performansların devam edeceği ‘Afrika Dansı’, gösterisi; video film, enstellasyon, sergi, performans ve dans gösterilerinden oluşan çok disiiplinli deneysel bir sanat işi. Sevim Burak’ın “Afrika Dansı” öyküsünden ve aynı adlı kitapta yer alan diğer hikayelerinden yararlanarak bir sahne metni oluşturuldu. Bu disiplinlerarası proje, farklı disiplinlerde üretilen tekst katmanlarının birbirine konuşması, birbirini tamamlaması fikri gösterinin yapısını belirledi. “Afrika Dansı”gösterisi, aynen Sevim Burak’ın yazdığı metinde olduğu gibi “ayakta kalmak ve ısrarla üretmek” ve böylelikle “varolma direnişi” fikri üzerine kuruldu. 30 yıl önce aramızdan ayrılan yazarı ürettiği ‘metin’ anlayışından, sahne estetiğimizi kurgularken aynı zamanda da, kendisini saygıyla anarken, ülkemizde yaşayan göçmen Afrikalılar da, onun ve şimdi de bizim ‘ayakta kalmak’ için ürettiğimiz direniş biçimimizin -bu işin- bir anlamda “ruhu” olacaklar.

    SALT Ev Sahipliğinde
    TAL / BAĞIMSIZ SANATÇILAR Ortak Yapımı

    “AFRİKA DANSI”

    Yazan: Sevim Burak

    Uyarlayan / Yöneten: Emre Koyuncuoğlu

    Sahne Tasarımı / Enstelasyon: Yasemin Nur

    Ses Tasarımı: Mert Öztekin

    Dramaturji: Selvin Yaltır

    Reji Asistanı: Pınar Arabacı, Gökçe Deniz Balkan
    Produksiyon Asistanı: Tuğba Tules Birincioğlu, Selin Durmuşlar

    Performans / Oyuncular:
    Ayla Algan
    Sevi Algan
    Erol Babaoğlu
    Ferhat Büküş
    Burcu Eken
    Su Güneş Mıhladız
    Fuat Onan
    Hasan Uzma

    Afrika Dansı ve Canlı Müzik:
    Ibrahima Diaw
    Agnes Tendeng
    Zita Dipon Gomis
    Aminata Mbaye

    Video:
    Senaryo: Emre Koyuncuoğlu
    Göruntü Yönetmeni: Vincent Rozenberg
    Görüntü Yönetmeni Asistanı: Serkan Çetinkaya
    Görüntü İşık: Okan Çetinkaya
    Montaj: Mustafa Hazneci
    Video Filmdeki Oyuncu: Jale Arıkan

    Sergi Destekçisi: THE WORKS, “Objects of Desire”
    Enstelasyon ve Kat’ı Performansı:
    Yasemin Nur
    Gözde Nur Yılmaz

    Teşekkürler: Elfe Uluç, THE WORKS, “Objects of Desire”, Karaca Borar,
    Çiğdem Borucu Erdoğan, Aydın Sarıoğlu, Nil Erkalır, Behiye Şenocak, Tennur Koyuncuoğlu, Emel Ogan, Güneş Terkol, Seçil Yersel, Gözde Nur Yılmaz, Gözde Üçok, Elif Öner, Aslıhan Eroğlu, Marmara Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü ve Marmara Üniversitesi Müzik Bölümü. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü, Kerim Kılıçaslan

    ‘AFRIKA DANSI’ /Gösteri Tarihleri
    SALT BEYOĞLU 2. KAT

    18 Mart Salı 18:30
    19 Mart Carsamba 18:30
    20 Mart Persembe 18:30
    21 Mart Cuma 18.30
    22 Mart Cumartesi 18:30
    23 Mart Pazar 15.30

    26 Mart Carsamba 18:30
    27 Mart Persembe 18:30
    28 Mart Cuma 18:30
    29 Mart Cumartesi 15:30
    30 Mart Pazar 15:30

    1 Nisan Salı 18.30
    2 Nisan Carsamba 18.30
    3 Nisan Persembe 18.30
    4 Nisan Cuma 18.30

  • [Tim Larson] El altında Rainer Marie Rilke

    [Tim Larson] El altında Rainer Marie Rilke

    Tim Larson’ın albüm haberine burada yer vermiştik. İlgimizi çeken bu karanlık ozan birkaç sorumuzu cevapladı.

    [Ayşegül Doğan/BarışYarsel] Sesiniz Johny Cash, Nick Cave, Micheal Gira, Mark Lanegan gibileriyle karşılaştırılıyor. Tok ve karanlık, dinleyicinin tüm dikkatini talep ediyor. Klasik müzik eğitimi aldınız ve albümleriniz country ile psychedelic arasında konumlanıyor, belli bir türde yer almıyor.  Müziği kavrayışınızı öğrenmek isteriz.

    Önce bir kez dinlerim, sonra tabii ki daha karanlık tarafa doğru meylederim, ama bu tabii ki dinlerken dikkate aldığım tek yön değildir. İlk anda ben, avucuna alan genelde sözler ya da müziğin belirli kısmındaki melodilerdir. Eğer dinlediğim şey beni kendimle ve kendisiyle nasıl bağ kurduğumla ilgili düşünmeye itiyorsa, çoğunlukla artık dönüp tekrar tekrar dinleyeceğim demektir.  Ayrıca garip (bizarre) sesler ya da kendine özgü akor yürüyüşlerini dinlemeyi seviyorum.

    Vargar (Kurtlar) mutlu bir albüm değil, (sanki bir bilen, kulağımıza “Sonunuz yakındır,” diye fısıldar gibi) karanlık hikayeler barındırıyor. Özellikle ilginizi çeken düzyazı ya da şiir mevcut mu?

    Eskiden olduğu kadar şiir ya da düzyazıyla artık pek ilgilenmiyorum. Sözler tamamen kendi yaşamımdan yola çıkıyor. Belirli kişiler ya da konular hakkında düşünüp, onları evrensel bir bağlama yerleştirip yazma eğilimim var. Bazen son derece özel de olabiliyor. Örneğin “I Follow Death” isimli şarkı, The Chichago Tribune gazetesinde gece vardiyasında çalışan Peter Nickeas isimli muhabir hakkında.

    Şöyle söylenebilir, Rainer Marie Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar ve Jens Peter Jacobsen’in Niels Lyhne kitapları hep elimin altındadır.

    Bir süre önce Mark Eitzel ile konsere çıktığınızı öğrendik. Baba adam, değil mi? O gece nasıldı, ne hissettiniz?

    Mark Eitzel en sevdiğim şarkıcı ve şarkı yazarlarından ve onun konserine açılış yapma şansına ermek çok mutluluk vericiydi. Sahnede sadece kendisi ve piyanosu vardı. Kendisinin çok samimi ve kişisel bir performansıydı. Ben ise eğlendirebildiğimi umuyorum ha ha ha.

    Bu aralar dinledikleriniz? Tekrar tekrar dönen bir şeyler?

    Liste günlük değişiyor, çünkü çok müzik dinliyorum. Eski Blues ve Country işleri çok seviyorum: John lee Hooker, Muddy Waters, Son House, Howlin’ Wolf, Waylon Jennings, Hank Williams Sr., Sammi Smith.

    Klasik müzikte ise, Beethoven, Debussy, Mahler ve Shostakovich dinliyorum. Ayrıca çok fazla 80’ler ve 90’lardan Goth ve Death Rock dinliyorum.

    Tam şu sıralar dinlediklerim:

    •             Angel Olsen- Burn Your Fire for No Witness.
    •             St. Vincent – St. Vincent
    •             Indian- From All Purity
    •             The Haxan Cloak – Excavation
    •             Thug Entrancer – Death After Life
    •             Chelsea Wolfe – Pain is Beauty