Blog

  • ” “Liberal” Bir Hak Olarak Vicdani Ret ” – Mehmet Tarhan

    Dünyadaki gelişimi bir yana Türkiye’de vicdani ret kavramı, Tayfun Gönül ve Vedat Zencir’in 1989’daki ret açıklamalarıyla dolaşıma girdi. Bu, bir grup anarşistin ülkede sürmekte olan iç savaşa yönelik bir tutum belirleme arayışının ürünü olarak okunabilir. Çeşitli röportajlardan ve İzmir Savaş Karşıtları Derneği (İSKD) tarafından yayınlanan raporda, ilk vicdani retçilerin Kürdistan’da yürütülmekte olan savaşa simetrik bir bakış açısıyla yaklaşmadıkları da kayda geçmelidir. Keza anarşist ve antimilitaristlerin 2000’lerin başlarında gerçekleştirdikleri “Yüzleşiyoruz” gibi kampanyalar ya da Militurizm gibi etkinlikler de bunu desteklemektedir.

    Aynı dönem, başından beri hareketin içinde aktif yürütücüler olan kadınların retlerini açıklamalarıyla vicdani ret tartışmalarının özneleri de olma taleplerinin görünür olmasıyla önemlidir. 1999-2004 arasındaki çatışmasızlık süreci anarşistler, antimilitaristler, feministler, ekolojistler, LGBT’ler ve pek çok farklı grubun kendi aralarındaki organik bağları da geliştirmesine olanaklar sağladı. Elbette Öcalan’ın “Toplumsal Ekoloji” söylemi ve Kürt Kadın Hareketi’nin bu süreçte önemli bir işlev gördüğü teslim edilmelidir.

    2000’lerin ortalarından itibaren, özellikle 2004 AB reformlarının da etkisiyle hak temelli sivil toplum örgütlerindeki canlanma, AiHM kararları gibi uluslararası hukuk alanındaki gelişmelerin de etkisiyle vicdani ret hakkı savunusunda bir genişleme dönemi olarak okunabilir. Daha önceleri Anayasanın 72. maddesinin muğlaklığı üzerine kurulan hukuki savunmalar; 90. maddede yapılan değişiklikle getirilen insan hakları alanında uluslararası sözleşmelerin iç hukuktan üstünlüğü ilkesi ve AİHM’in Ülke-Türkiye kararı üzerinden tanımlanmaya başlandı. Bu karar vicdani reddi doğrudan bir hak olarak tanımlamasa ve ülkelerin kendi tasarruflarına bıraksa da vicdani redcilerin sürekli tutuklanma ve cezalandırılma riskini kötü muamele olarak tanımlamakta ve AİHS’nin işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesinin ihlali olarak görmüştür. Bu sürekli cezalandırılma riskini ise “sivil ölüm” olarak tanımlamıştır. 2011 yılında Bayatyan-Ermenistan davasında AİHM Büyük Daire’si tarafından içtihat değişikliğine gidilerek vicdani ret bir hak olarak tanımlanmış ve devamında da Erçep, Savda, Demirtaş ve Tarhan davalarında Türkiye sözleşmenin 3. maddesi yanısıra adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesi ile düşünce, din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesinden de mahkum edilmiştir. Tarhan kararında özel hayatın ve aile hayatının korunması hakkındaki 8. maddeye de atıfta bulunulmuştur. Önümüzdeki günlerde daha önce başvurularda kabul edilmeyen 8. madde ile kişi özgürlüğü ve güvenliğini düzenleyen 5. maddeden de mahkumiyetler beklenebilir. AİHM kararları Görmez ve Delice kararlarında tartışılarak vicdani ret hakkı iç hukukta zımnen kabul edilmiş sayılabilir.

    Bütün bu hukkuki gelişmeler Türkiye’de yakın bir zamanda vicdani ret hakkının tanınacağı konusunda önemli göstergeler. Ancak vicdani red hakkı düzenlemesinin nasıl yapılacağı, bu hakkın herkes için erişilebilir ve kullanılır olup olmayacağı, olası sivil hizmet’in sosyal hizmetler alanında örneğin; hizmetlerin kalitesi, alanda hali hazırda çalışan kişilerin sendikal haklarına etkileri gibi nasıl etkileri olacağı, alternatif hizmetlerin sınıfsal ayrımcılığı barındırıp barındırmayacağı tartışılmalıdır. Tabii ki Kürdistan’da savaşın tarihi ve Irak’ta ABD işgali gibi örneklere baktığımızda Profesyonel Ordu-Yurttaş Ordusu meselesini önemli bir gündem olarak görmek durumundayız. Bu tartışmaları yürütmeden liberal anlamda vicdani ret hakkı üzerine yoğunlaşacak çalışmalar hukukla belirlenmiş alanın dışına çıkamamak anlamına gelir.

    Türkiye’de vicdani ret hakkı savaşa karşı ama barışı kurma yönünde bir öneri olarak ortaya atılmış bir enstrümandır. Uluslararası hukuk alanındaki gelişmeler ve neoliberal düzenin savaş düzeninde değişikliklerle ilişkilidir ve zorunlu askerliğe dayalı orduların ihtiyacı karşılamakta yetersiz kaldığı açıktır. Barışı sağlamaya yönelik toplumsal bir karşı çıkış olarak vicdani reddin kullanışlı bir araç olarak kalması için, özellikle kadın retçiler aracılığıyla vücuda gelen antimilitarist perspektiften ilham alarak uluslararası ve yerel hukukun, BM ya da AK gibi uluslararası kuruluşların, yani devletlerin çizdiği sınırların dışında bir vicdani ret eylemliliğinin oluşturulması elzemdir. Aksi takdirde neoliberal düzenin yeni dizaynı için araçsallaştırılmayı bir kazanım olarak görmek riskiyle karşı karşıyayız.

    Mehmet Tarhan 

    Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.

  • Asfalt Yolsuzluktur PATIKA YAŞAM

     

    Şirketlerin talan projelerine, iktidarların rant savaşlarına karşı düzenlenen “Kent Mitingi” için on binlerce kişi Kadıköy’de buluştu.

    Mahalle forumlarından yöre derneklerine, kent hareketlerinden siyasi partilere kadar birçok katılımcının olduğu Kent Mitingi’nde Patika Ekoloji Kolektifi de yer aldı. Yeni kurulan kolektif, “Asfalt Yolsuzluktur Patika Yaşam” yazılı pankartıyla, Söğütlüçeşme’den Kadıköy’e yürüdü.

    Patika Ekoloji Kolektifi, miting güzergahı boyunca ve miting alanında, aynı isimle çıkardıkları PATİKA dergisinin ilk sayısının dağıtımı gerçekleştirdi.

    Polis, coşkulu bir yürüyüşün ardından arama noktalarında üzerini aratmak istemeyen gruba gaz bombalarıyla saldırarak mitingi dağıtmaya çalışsa da başarılı olamadı. Polisin saldırısı sırasında gazdan etkilenen Elif Çermik fenalaşarak yoğun bakıma kaldırıldı. Polisin tüm bu saldırısına rağmen devam eden miting, “mücadeleye devam” vurgusuyla sonlandırıldı.

    Bu haber Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.

  • ” Suriye Halklarının Kaderi İsviçre’de mi Yazılacak “- Furkan Çelik

    Suriye barış görüşmelerinin yapılacağı Cenevre-2 Konferansı’nın tarihi 22 Ocak olarak kesinleşti. Görüşmelere 30’a yakın devletin katılması bekleniyor.

     

    ÖSO

    ÖSO Generali Selim İdris “Cenevre görüşmeleri süresince bile ihtiyaç duyduğumuz silahları temin ederek Esad’ı düşürmek için savaşacağız. Cenevre-2 Konferansı’nın hazırlık sürecine dahil edilmediğimiz için de konferansa katılmayacağız.” dedi.

     

     

     

    Esad Rejimi

    Suriye Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamayla “Suriye’yi temsilen Devlet Başkanı Beşar Esad’in direktiflerini alan” bir heyetin konferansa gönderileceğini belirtti.

     

     

    El Kaide

    El Kaide ve bağlantılı çeteleri, konferansa katılmayacaklarını katılanları da hain olarak ilan edeceklerini açıkladı.

     

     

     

    Kürt Yüksek Konseyi

    KYK konferansa bağımsız bir taraf olarak katılmak istiyor. Kürtlerin ortak iradesini temsil eden KYK’nin konfernsta Rojava devrimini gündemleştirmek istemesi nedeniyle ABD ve TC devletleri KYK’nin konferansa katılımlarını engellemek istiyor.

     

     

     

    Rusya başta, Cenevre-2 Konferansı’nda PYD’nin de içinde olduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin bulunması gerektiğinin söylese de Erdoğan ve Putin’in görüşmesinin ardından, Rojava’nın KDP temsilcisi olan El Parti’nin Cenevre-2’ye taraf olması konuşulmaya başlandı. Ardından Erdoğan ve Barzani’nin görüşmeleri ve El Parti Başkanı Abdulhakim Beşar’ın Ankara görüşmelerinden sonra yaptığı açıklamalarda TC Devleti ile KDP arasında Rojava’ya karşı bir ittifak oluşturdukları görüldü. Barzani’nin “PYD , Rojava’da devrim yaptığını iddia ediyor. Kime karşı kazanılmış bir devrim bu? Tek yaptıkları şey, rejimin onlara teslim ettiği yerlerde söz sahibi olmak” diyerek Rojava’da oluşturulan geçici hükümeti tanımaması ve TC Devleti’nin Yüksek Kürt Konseyi ile yaptığı görüşmelerde bağımsız olarak değil SMDK içerisinde katılın demesi, TC Devleti ve bölgede söz sahibi olmak isteyenlerin Rojava devriminin temsilcilerini Cenevre-2’de görmek istemediğini ise açıkça gösteriyor.

    PYD konferansta kendisinin de içinde bulunduğu Yüksek Kürt Konseyi’nin tarafsız olarak Cenevre-2’ye katılmasını ve böylece Kürtlerin ortak bir iradeyle temsil edilmesi gerektiğini savunuyor. Demokratik Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun yaın zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nde “Rojava Devriminin Aşamaları” başlığıyla düzenlediği panele görüntülü konuşma ile canlı bağlanan Salim Muslim “Cenevre-2’nin Kürtler açısından bir Lozan’ın tekrarı olmasına müsaade edemeyiz, konferansta Rojava devrimi ortak irade ile temsil edilecek. Ama bize karşı ittifak oluşturanlar bizi Cenevre-2’de görmemek için çabalıyorlar” şeklindeki açıklamasıyla Kürtlerin olmadığı ve Rojava devriminin konuşulmadığı bir konferansın geçerli olmayacağını belirtiyor.

    Cenevre-2 Konferansı’nda çıkar birliği için ittifak oluşuran ABD, Rusya, İran, TC ve KDP bu konferansta Kürtlerin kendi istedikleri şekilde, SMDK içerisinde katılmalarını ve Rojava devriminin konferanta kesinlikle konuşulmamasını istiyorlar. PYD ise Rojava devrimine karşı oluşturulan bu çıkar ittifağına kendisini dayatarak, Rojava halkının iradesini Cenevre-2’ye kabul ettirmek istiyor.

    Rojava devrimine karşı çıkar ittifakı kuran güçler, birbirleriyle kulisler yaparak Rojava’nın konferansa dahil olmasını engellemeye çalışsalar da, KDP başkanı Mesut Barzani’nin söylediğinin tam tersine, Rojava’da halkın öz-yönetimine dayalı devrim zaten meşrudur. Rojava’da özgür yaşamlar örgütlenmeye, devrim büyümeye devam edecektir.

     

    Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK)

    SMDK içerisinde 15 tane İslami cihadcı örgütün koalisyondan ayrılmasıyla beraber güçsüzleşen ve meşruluğu sorgulanan SMDK’nin içerisine Mesut Barzani’nin başkanı olduğu KPD’nin desteklediği El Parti katıldı. SMDK “Kuşatma altındaki bölgelere yiyecek ve sağlık yardımı ile Esad rejiminin tutukladığı insanları serbest bırakması” ön koşullarının gerçekleştirilmesi halinde Cenevre-2’ye katılacaklarını belirtmişti. SMDK Başkanı Ahmed el-Carba Arap Birliği ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Cenevre-2 için henüz karar vermediklerini” söyledi. Ayrıca SMDK İran’ın konferansa katılmasına da karşı çıkıyor.

     

     

    BM ve Arap Birliği

    BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi İbrahimi, Tahran’da İran Dışişleri Bakanı ile biraraya gelerek Cenevre-2 için hazırlık görüşmesi yaptı. Bu süreci “Yeni Suriye Cumhuriyeti” oluşum süreci olarak adlandıran ikli, SMDK’nin de Esat rejiminin de konferansta olmasını istiyor.

     

     

     

    İran

    İran’ın ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya ile nükleer program üzerinde anlaşmasının ardından, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevat Zarif Cenevre-2 Konferansı’na davet edilmeleri halinde hiçbir ön koşul sürmeden katılacaklarını belirtti.

     

     

     

     

     

    Furkan Çelik

    fcelik@meydangazetesi.org

    Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmştır.

     

     

     

  • “KAÇAKLAR VE BAKAYALAR” – Davut Erkan

    Geçtiğimiz aylarda zorunlu askerlik süresinin 15 aydan 12 aya indirilmesi gündeminin ardından sayılarının 600 bin ila 750 bin arasında olduğu zikredilen asker kaçaklarının, artık GBT sistemine işleneceği, yakalandıklarında askerlik şubesine teslim edilecekleri, bu konuda Savunma Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında bir protokol imzalandığı zikredildi.

    Yoklama kaçağı ve bakaya durumunda olanlar hakkında yurtdışına çıkış yasağı, banka hesabı açtırmaktan yasaklanma gibi yaptırımların uygulanacağı yönünde demeçler verildi ve haberler yayınlandı. Bu şekilde bir korku iklimi yaratılmaya çalışıldı. Son olaraksa Milli Savunma Bakanı, kanunu okumak aklına gelmiş olacak ki, bu kişiler hakkında idari para cezası uygulanacağını açıkladı. Oysa daha önce suç olarak düzenlen yoklama kaçaklığı ve bakaya, 22.05.2012 tarihli 6138 sayılı kanunla ilk kez işlendiğinde kabahat olarak kabul edildi ve idari para cezası verileceği düzenlendi. İkici kez aynı fiil işlendiğinde ise bu kez suç olarak kabul edildi ve kişi hakkında ceza soruşturması açılacağı Askeri Ceza Kanunu’nda düzenlendi. Ancak bu sanki yeni bir şeymiş gibi anlatılıyor ve bu şekilde bir korku iklimi yaratılmaya çalışılıyor.

    HAK MI ANGARYA MI: VATAN HİZMETİ/ZORUNLU ASKERLİK

    TC Anayasasının 72. maddesindeki “Vatan hizmeti, her Türk’ün hakkı ve ödevidir” şeklindeki hüküm Askerlik Kanunu’nun 1. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur” şeklindeki bir düzenlemeyle yasal karşılık bulmuştur.

    Askerlik yükümlüsü olanlar ise tarih boyunca bu yükümlülükten kurtulmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Parası olanların kimi Türk lirası cinsinden “bedel” ödemiş kimi dövizi bastırıp askerlikten kurtulmuştur. Parası olan sahte çürük raporu alarak, olmayansa kendini sakatlayarak askerliğe elverişsiz hale getirmiş.

    DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ KAPSAMINDA VİCDANİ RET

    Bunların dışında bir de, vicdani retçiler var ki dini, ahlaki, politik vb. gerekçelerle zorunlu askerlik hizmetini reddetmekte; bunu yaparken de kaçmak yerine sivil itaatsizlik eylemi şeklinde bunu kamuoyuna deklare etmekte, yasaya açıkça karşı gelmektedirler. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde düzenlenen din ve vicdan özgürlüğü, kişilerin zorunlu askerlik hizmetini bu sebepler tahtında reddetmesini de kapsıyor. Türkiye, imzaladığı bu uluslararası sözleşmelerin bunu zorunlu kılmasına rağmen vicdani ret hakkını tanımamakta ve vicdani retçileri de yoklama kaçağı/bakaya/itaatsiz asker/firari vs. şeklindeki sınıflandırmalara tabi tutmaktadır.

    HUKUKSAL DURUM

    Gelelim yoklama kaçağı ve bakayaların hukuksal durumuna… Bilindiği üzere kişi ancak “kıtaya katıldıktan sonra”, askerlik yapacağı birliği belli olduktan sonra gidip birliğine teslim olduğunda, asker kişi sıfatını kazanır. Askerlik Kanununa göre yoklamada bulunmayan ve bulunamadıklarına dair bu kanunda yazılı bir mazeret gösterememiş olanlara “yoklama kaçağı”; yoklamada bulunarak asker edildikleri halde istenildikleri sırada gelmeyenlere veya gelip de askerlik yapacakları kıtalara gitmeksizin toplandıkları yerlerden veya yollardan savuşanlara ise “bakaya” denir.

    İDARİ PARA CEZASI

    Yoklama kaçağı veya bakaya olanlar ilk olarak idari para cezasıyla karşı karşıya kalırlar. İdari para cezasının miktarı Askerlik Kanunu’nun 89. maddelerinde düzenlenmiştir. Buna göre; dört ay içinde gelenler iki yüz elli, yakalananlar bin; dört aydan sonra bir yıl içinde gelenler beş yüz, yakalananlar iki bin; bir yıldan sonra gelenler yedi yüz elli, yakalananlar üç bin Türk Lirası idarî para cezasıyla cezalandırılır. Bir yıldan sonra tamamlanan her takvim yılı için kendiliğinden gelenler ayrıca bin, yakalananlar ayrıca iki bin Türk Lirası idarî para cezası ile cezalandırılır.

    Yoklama kaçağı veya bakaya durumunda olan kişi, birliği belli olsa dahi kendiliğinden birliğine teslim olmadığı sürece kimse onu zorla asker yapamaz. Sevk evrakı verilerek kişi birliğine sevk edilir. Sevk edildikten sonra birliğe katılmayan kişi “bakaya” sayılır.

    CEZA SORUŞTURMASI VE DAVA AÇILMASI

    Verilen idarî para cezası kesinleştikten sonra yoklama kaçağı/bakaya durumunun devam etmesi halinde kişi hakkında askerlik şubelerince suç dosyaları hazırlanarak kişinin nüfusa kayıtlı olduğu yer Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilir. Bu durumda kişi hakkında Sulh Ceza Mahkemesi’nde ceza davası açılabilir. Bu suçlardan açılan davalar askeri mahkemelerde değil, sivil mahkemelerde görülür.

    Askeri Ceza Kanunu’nun 63. Maddesine göre; dört ay içinde gelenler altı aya kadar, yakalananlar iki aydan altı aya kadar; dört aydan sonra bir yıl içinde gelenler iki aydan bir yıla kadar, yakalananlar dört aydan bir yıla kadar; bir yıldan sonra gelenler dört aydan iki yıla kadar, yakalananlar altı aydan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

    Kişi, hakkında açılan soruşturmada veya davada vicdani ret itirazını veya varsa başka itirazlarını ileri sürebilir. Verilen karara karşı itiraz veya temyiz yollarını kullanabilir. İtiraz veya temyiz yolunda da bir sonuç alınamazsa karar kesinleşir. Kesinleştikten sonra Anayasa Mahkemesine veya AİHM’e bireysel başvuru yapılabilir.

    YAKALAMA MEVZUSU

    Çeşitli yasal düzenlemeler ışığında yakalama/GBT konusuna bakıldığında “asker kaçaklarının” GBT sorgusu sonucunda yakalanmalarının ve askerlik şubesine teslim edilmelerinin yasal dayanağı olduğu görülecektir. Ancak bu kişinin askeri birliğe zorla götürülerek asker edilmesi anlamına gelmez. Yani yoklama kaçağı veya bakaya durumunda kalmayı tercih eden kişiler, baskerlik yapmaya zorlanamaz.

    Ancak önemle belirliğe sevk edildikten sonra yeni bir “bakaya suçu” işlemekte serbesttirler. Kimse zorla askeri birliğe götürülerek i

    Oysa Askerlik Kanunu nedeniyle yakalanan ve askerlik şubesine sevk edilen kişilerin serbest bırakılmalarını sağlamak için başvurabilecekleri herhangi bir mahkeme yoktur. Bu nedenle de AİHS 5. Maddesinde düzenlenen “kişi özgürlüğü” hakkı ihlal edilmektedir.

    Davut Erkan

    Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yaymımlanmıştır.

  • [Suat Kemal Angı] Muss es sein? Es muss sein! Es muss sein!

    [Suat Kemal Angı] Muss es sein? Es muss sein! Es muss sein!

    1930 yılında Samuel Beckett, sponsorluğunu Nancy Cunard’s Hours Press’in yaptığı yarışmaya gönderdiği doksan sekiz dizeden ve on yedi dipnottan oluşan Whoroscope isimli şiiriyle birincilik ödülüne layık görülür. Ödül olarak 10 pound kazanan şairin şiirle aynı adı taşıyan ilk kitabı da 300 kopya olarak adı geçen yayınevi tarafından basılır. Beckett’ın bir şair olarak ilk çıkışını yaptığı bu şiir, hem başlığı hem de sözcük oyunu yaptığı çarpıcı dizesiyle (“Two lashed ovaries with prostisciutto?”), Katolik çevrelerin yoğun tepkisiyle karşılanır. Dublin’deki kitapevleri kitabı raflarına koymak istemezler. Beckett’in anne babası da bu tuhaf şiirden ve onun korkunç başlığından aynı derecede ürküntüye kapılır.

    İngilizce’de orospu anlamına gelen ‘whore’ sözcüğünün ardına, teleskop, mikroskop gibi ‘bilimsel’ aletlerin betimlenmesinde kullanılan ‘scope’ takısının eklenmesiyle adlandırılan şiir, tavuğun altından civciv olmaları beklenmeden alınan yumurtalardan yapılma omletini yerken, bir yandan da zaman, ölüm, hayatın gelip geçiciliği, teolojik sırların belirsizliği üzerine kafa yoran Descartes’ın ağzından yazılmış etkileyici bir monologtur. Bu orospuölçen, orospuları/orospuluğu daha yakından tanımamıza yardım eden ‘kokuşmuş’ şiir, gündelik hayatın içinde bir genelevde gezinir gibi gezinir, ‘bir faaliyet alanı’ olarak genelevin duvarlarından kentin sokaklarına taşmış olmasıyla, iyiliğin, erdemin, çalışkanlığın ve kutsallığın ardına gizlediğimiz, böylece yok saydığımız ve yok sanılacağını sandığımız kötülüğün, ikiyüzlülüğün ve tüm acınası insanlık durumlarının üzerindeki peçeyi, vıcık vıcık bir hüzünle değil, tersine, yirmi dört yaşındaki genç bir şaire oldukça yakışan bir cesaret ve öfkeyle çekip yırtmak ister. Elbette, daha başlığıyla bile ürkütecek, uyku kaçıracaktır. Çünkü, gençliğin, cesaretin ve öfkenin yanı sıra, en korkutucu silahla, yoğun bir ironiyle donanmıştır.

    İnsanoğlunun çağlardan beri medet umduğu, devletine, tarihine, kültürüne, yapıp ettiği ve içinde az ya da çok zorbalık barındıran ne varsa hepsine dayanak yaptığı ciddiyetin tersine, ironi ‘zahmet’ demektir ve zahmet gerektirir. Şiirin yaslandığı ve eleştiri konusu yapılan her insanlık edimine, varoluşun kendisine de yöneltilen bu yoğun ironinin temel imgesi kokuşmuş bir yumurtadır ki, şair en sonunda, tüyleri yeni bitmiş bir kuşun düşüğü olan ve olgunlaşsın olgunlaşmasın, her iki durumda da etrafa zengin bir koku saçacak bu yumurtayı bir balık çatalıyla yer.

    Kendi varoluşunda ve var ettiklerinde benzer bir kokuyu duymayan, yoğun bir yeterlilik duygusundan beslenen vahşi bir iyimserliğin kapanına sıkışmış olduğunun farkına varmayan, varsa da dillendirmeyen hiçbir edebiyatçı, Oğuz Atay’ın dediği ve yaptığı gibi, bir ‘mahsul’ olarak en başta kendisini ironinin terazisinde tartmadan –bir simge olarak seçiyorum– ‘ne bir çıkmazı çözümleme gayreti içinde aydınlık ve inandırıcı bir resim çizebilir, ne de bu resmin bir köşesinde yer alabilir.’

    Bu zahmete koşut, en fazla edebiyatın gereksindiği, zapt edilemez bir hayal gücünün zorlamasıyla Beckett’in yarattığı prostisciutto sözcüğünden Oxford English Dictionary, prostitute (fahişe) ve prosciutto (baharatlı İtalyan jambonu) sözcüklerinin karışımından şairin türettiği ve “bir mönü maddesi olarak dişi fahişe metaforu” diye söz ediyor. Türkçe’de bastırma olarak karşıladığım ve böylece, “Kamçılanmış iki yumurtalık mı bastırmalı?” halini alan dizenin çağrıştırdıkları ise, oroskop sayesinde belki kendi içindeki orospuyu da keşfedecek olan okura kalmış. Yazarın/şairin bu denli ucuz bir şey yumurtlamak için ıkınması, günlerce ıstırap çekmesi ve çıkan ucubeyi kutsaması ise, yazarından yayımcısına, tiksinti verici ticari bir kaygıyla ya da bilmediğim ve bilmek de istemediğim başka kaygılarla, gerçek edebiyatın görmezden gelindiği, beğeni mahrumu süprüntü bir edebiyatın baş tacı edildiği bir ortamda bana, gene bir genelevi anımsatıyor: “Beyoğlu Beyoğlu”nun bir sahnesinde pezevenk, oturduğu masadan, müşteri beklerken fazla şamata eden kızlarına döner ve çıkışır: “Namusunuzla çalışın orospular!”

    Çeviri bir şiir kitabı için hiç de gerekli olmayan bu giriş yazısı, en ünlü romancımızın artık bizleri alıştırdığı üzere, yazdığı her romanın hemen ertesinde medyada ve fırsatını bulduğu her ortamda kitabı hakkında bıktırıcı ve en hafif tabirle okuru aptal yerine koyan yönlendirici açıklamalarına benzer açıklamalarla sürüp gitmeyecek. Kendimi ‘Beckett Okuru’na güldürmeye, ‘çevirinin eksiklerini köylü kurnazlığıyla tamamlıyor’ dedirtmeye hiç niyetim yok çünkü. Buna gerek de yok. Yapamam da zaten. Sadece, pek çok yerde monoton bir ses tonuna, dahası bir iniltiye dönüşen ve beynimin içinde uğuldayıp duran bu huzursuz edici şiirlerle yıllardır sabahlayan, sihir dolu, törensi sözcüklerin sımsıkı örtük kapılarını umutsuzca yumruklayan davetsiz bir misafir olarak, bulduklarımdan ve gördüklerimden edindiğim, hak edilmiş bir bahaneyi kullanmak istiyorum.

    Bedeninin zarafetine rağmen, bilincine gösterdiği özendeki insan üstü çabayı ve daha pek çok başka şeyi düşününce, gözüme Beckett’in anti-kahramanlarından daha sivri, daha trajik görünen sevgili Tezer Özlü’nün zorla yatırıldığı ‘hasta’ yatağında, ‘Acınası güncelliğimizin en büyük umudu…’ diyerek okuduğu Kafka’nın akrabası bu “yazar”ın çoğumuza anlaşılmaz, dahası itici gelmesi kadar doğal ne olabilir ki! Hangi babayiğit kolay kolay, “Godot kadar umutsuz ve marazi bir ruh halini yansıtan, sevilmesi imkânsız bu şiirleri okumayı, ola ki sindirirse sinir sisteminde yapacağı LSD etkisiyle tümüyle değişmeyi” göze alabilir? Fakat alamadığımız ya da almak istemediğimiz, böyle olunca da, nice zorluklara göğüs gererek ‘kopyaladığımız’ büyük küçük tüm yaşam pratiklerimizi sorgulamak aklımızın ucundan bir an olsun geçmediği içindir ki, yoksulluğumuzun ve çıkışsızlığımızın içinde saklı duran tek olanağı da ıskalarız insan/lık olarak.

    ‘İçine batılan suyun siz içine gömüldükçe yükseleceğini bilmek (Beckett).’ ‘Bastığın yerin iki ayağının kapladığından daha büyük olamayacağını anlamanın mutluluğunu duyumsamak (Kafka).’ Bunlar, iki ayrı bilinç durumunu yansıtan iki farklı önerme değil. Hem de hiç… Birincisinde, ilk bakışta anımsanan kendine güven ve yeterlilik duygusu, ikincisindeyse, kendini oldukça aşikâr şekilde dışa vuran tevazu… Hayır! Her ikisinde de duyulan, duyurulmak istenen, varoluşun incecik battaniyesine çırılçıplak sarmalanmış kederli bir insan sesi. Beckett daha başka şeylerden söz etmek isterken, daha tümceyi okumaya başlar başlamaz, ansızın ve karşı koyulamaz bir içtepiyle, hani ya yalnızca kısa bir bölümünü, onu da doğru dürüst bile değil, bir parça eğip büküp alıntılayarak ikinci tümceye benzetmeye çalışmam, çocukça bir alışkanlığın  devamı olmalı. Bu bir takıntı, evet bir takıntı: Yanlış okumak, bir kitabı ya da hayatın tamamını…

    Böyle bir ‘hastalığın’ entelektüel hayatta bir karşılığının olmadığını bilmekle birlikte, şiirin tam da kalbinde yer aldığını söylemek istiyorum. Bu ‘yanlış ya da eksik okuma’ merakı ya da telaşıyladır ki, şiirsel sözün okura bağışladığı muazzam genişlik içinde kitabı bir an için kapatır ve sözün devamını siz getirirsiniz: Bir bardak ya da bir küvet dolusu su değildir sözü edilmek istenen. ‘Bilincin bir yasası’ olarak düşeni yutarken yükselen su bir göl, bir deniz, belki bir okyanustur. Öyleyse, içinde boğulduğumuz ‘ırmağın’ bizim sayemizde yükseleceğini zannetmek saf budalalıktır, ya da, içinde boğulduğumuz ‘denizin’ bizim sayemizde yükseleceği miktar, varlığımızın da ‘önemini’ gözler önüne seriverir bir çırpıda. Kitabı yanlış okurken, bir başka yoldan aynı doğruya varmaktır belki de yapılan. Bir gerçeğe ulaşmanın sayısız yolu içinde, yolculuk boyunca, sonunda varılacak yerin yanını yöresini daha derin kazımanın şiirce ve tehlikeli karşılığıdır bu, ve sadece ‘poetik bakış’la olasıdır. Bahsi edilen metnin bir şiir değil fakat bir düzyazı olduğuna dair yapılacak itiraz ise, yersizdir.

    “(…) Bu arada kelimeyi bozuyor idiysem, bu, hayatta tutunabilmem için yapmam gereken bir şeydi. Vakti geçmeden, aslında birer bulut olan kelimelere bürünüp kılık değiştirmeyi öğrendim. Benzerlikleri keşfetme yeteneği zaten o eski, benzeme ve benzer davranma zorunun zayıf bir kalıntısından başka bir şey değildir. Fakat beni bu zora kelimeler koşuyordu. Beni terbiyenin değil, evlerin, mobilyanın, elbiselerin örneklerine benzeten kelimeler. Ama bunlar beni hiçbir zaman, benim kendi imgeme benzetemediler.”

    Çünkü henüz bir çocuktur. Gün gelecek aynı kelimeler Walter Benjamin’i, ‘içinde varlıktan başka hiçbir şeyin olmadığı’ kendi imgesine de dönüştüreceklerdir…

    Poetik algı, ‘yükselen suyun her şeyi bomboş, dümdüz kıldığı, bütün şu kepazeliğin gerçek yüzünü, yani anlamsızlığını ve çıkışsızlığını gösterdiği’ noktada, bunun bir yazgı olmadığını bilir. Aksine, özgürleşebilme olanağını, içine boğazımıza kadar gömüldüğümüz bu kepazeliğin içinde arar. Finnegans Wake’te James Joyce, “En iyi dolandırıcı en çok kehanette bulunandır,” der. Bazı şairler ve yazarlar bu ‘çileci bakış’ın bedelini fazlasıyla ödemiş ve her şeyi yazabilme hakkını kazanmışlardır. Onlar insanlığın namusu için yazarlar.

    “Hey! geçiniz bu bahisleri,
    benim yanan ciğerimin öğütülmüş tatlı teri!
    O günler ki Cizvitleri çatı penceresinden fırlatırken kızgın bir
    yüklüğün içinde oturayım diyeydi.”

    Kişiyi sözdizimi sanatının büyülü törenselliğinde sarhoş eden bu kitabın ‘tekil okumayla yetinmeyen’ poetik düşünme yetisine sahip okuru, Beckett’in davet ettiği kentin caddelerinde gezer, tımarhanelerine konuk olur, aykırı bitkilerinin kokusunu, tuhaf hayvanlarının varoluş serüvenlerini merak ederken, İngilizce olmayan sözcüklere ve dizelere ait bazı dipnotlar görecek sayfa altlarında. Şiirlerin İngilizce asıllarında Beckett’in sıkça kullandığı Latince ya da Latince’den bozma tümceler, Fransızca, İtalyanca, Almanca sözcükler, Latince kökenli dilleri konuşan okurların tersine Türk okuru için –eğer bu dilleri  bilmiyorsa– hiçbir çağrışım yapmayacağı için, İngilizce dışındaki dillerle yazılmış sözcük, tamlama ve tümcelerin Türkçe karşılıklarını dipnotlarda verme gereği duydum. Sadece iki deyişin, “scrotum atra cura” (Cerahat I) ve “limae labor”ın (Âsude I) yerine Türkçe karşılıklar önermeye çalıştım – böyle yapmakla şiirin iç sesini gözetmiş olmalıyım.

    Bunun dışında, dipnotları, bir şiir okumasına hiç de lazım olmayan, keyif kaçırıcı, çevirmenin budalalığının tescili gereksiz açıklamalar için kullanmadım. Tüm perdeleri açmayı, bütün peçeleri kaldırmayı Beckett’in çoğul okumaya alışkın, meraklı ve doyumsuz okuruna bıraktım. Yalnızca Enueg I şiirinde  yer alan ve ulaşılması hayli güç “ganzies” sözcüğünü “ganza”lar olarak kullanarak, okura bakacağı yönü göstermeyi yeğledim (Sonra, belirdiği için, ısrarlı haykırışların ve ıslıkların ve kızıl ve mavi / ganzaların birdenbire yükselen alevleri içinde sol yanda bir tarla). Sözcüğe Türkçe bir hayvan ismi yakıştırmaya çalışırsam eğer, şiirin okuru buluşturmak istediği öyküyü ve savurmak istediği çağrışımları ulaşılmaz kılacağını düşünmüş olmalıyım – oysa, böyle bir yakıştırma, eksik de olsa çeviriye yadsınamaz bir tat katabilirdi.

    Olağanüstü geniş bir entelektüel coğrafyaya tepeden bakan bu heyecan verici şiirleri Türkçeleştirirken, şiir çevirisinin bilinen zorluklarına ek olarak, yer yer dili bozan, deyim yerindeyse sözcükleri kırıp döken, onları dağa taşa, suya çamura savuran, uçurumlardan iteleyen, gökyüzüne fırlatan ve yankılarını dinleyen, bu seslerin içinden yeni sözcükler bulmayı uman, böylece kelimeleri anlamlarından çok “ruh”larıyla kavranılır kılmak isteyen gerçek bir şairle karşı karşıya olmanın güçlüğünü yaşadım. Kimi yerde dizelerden yansıyan ses arkaik bir homurtuya dönüşüyordu.  Şair, şiirin iklimine uyan bir söz dağarı kullanırken çoğu kez şaşkınlıkla şunu gördüm. Pek çok İngilizce kelimenin –bir öyküsü/yolculuğu olsa da– kökeni bilinmiyordu. Başka türlü söylersem, sözcük kayıptı, yoktu aslında ve herhangi bir zamanda ve uzamda birisi, bir şey onu tesadüfen ortaya çıkarmış, yaratmıştı. Bu durumda, şairin gerçekte söylemek istediğini kavrayabilmek için, sözcüğün yaptığı yolculuğun izini ters yönde sürmek, bu yolculuk sırasında kazandığı anlamları tek tek bulup çıkarmak ve en nihayet bir seçim yapmak gerekti. Bazı kelimeleri, ki iki tanesinden yazının başında bahsedildi, şair kendisi yaratmıştı. Bunlardan sözlüğe girmiş ve böylece mutlak bir anlam kazanmış olanların Türkçe’de bir karşılık bulmaları, benzer bir çaba gerektiriyordu.  Lâkin bazı sözcükler vardı ki, tamamen uydurulmuş ve anlamları, en kesin söyleyişle okurun “deneyimiyle” biçimlenebilirdi ancak.

    Beckett’in yayımlanmasını istediği şiirlerinden oluşan bu kitabın son bölümünde yer alan dört şiir Fransızca kaleme alınmış ve daha sonra yazarın kendisi tarafından İngilizce’ye çevrilmişlerdir. Bu şiirlerin son üçünün altındaki uzak tarih (1948), kitabın pek çok şiirindeki dil oyunları bir yana, onlara hâkim olan felaket duygusuyla, bu son şiirlerdeki yalınlığın ve saf lirizmin arasındaki kontrasta da ışık tutabilir belki. Kuşkusuz ki, tüm acılara, tüm sevinçlere âşina ‘yorgun’ bir şairin özlemi, bundan daha güzel, bundan daha onurlu dile getirilemezdi. Her çatlağından yoğun bir kederin buram buram tüttüğü bu lirik söyleyişte, insan varoluşunu kuşatan belki de tek gerçekliğe, tanıklık arzusuna tanık edilmek istendiğinizi duyumsamak nasıl da yürek burkucu! Varoluşa o yoğun kederi katan da, her onurlu insanın/yazarın apaçık değil fakat kurşundan ağır imgelerle, gene de utana sıkıla dillendirdiği bu tanıklık beklentisinden kaynaklanmıyor mu?

    Okurun yapılan ve kendisine sunulan çeviriyi daha iyi değerlendirebilmesi, Türkçe’nin kaçınılmaz olarak şiirlerden çaldıklarını ve olası katkılarını görebilmesi ve nihayet Beckett’in bu şiirlerle kurduğu dünyayla doğrudan yüzleşebilmesi için kitap iki dilli, son bölüm için de üç dilli hazırlandı. Bu tür bir sunumun aynı zamanda, şiirleri çevirme sorumluluğunu üstlenen kişi olarak içimi rahatlattığını söylemek isterim. Böylece ‘zahmetli’ okur, çevirinin başarısını değerlendirirken, üstlenilen işin zahmetine de ‘tanık’ olabilecek.

    Zira, her şiir çevirisi gibi bu da, okurdan medet uman, umma hakkına sahip olduğunu düşünen eksik bir çeviridir. Sevgili şair arkadaşım Tolga Suyolcuoğlu’yla birlikte ve sanırım dört ya da beş yıl önce bu işe soyunduğumuzda, bundan ne kadar emindik, anımsamıyorum! O günkü iyi niyetli girişim tüm çabalarımıza rağmen yarım kaldığına göre, yukarıdaki önerme gibi kuşkusuz daha pek çok şeyin de –hiç değilse kendi adıma söyleyeyim– farkında değildik. Her şeyden önce, belki de “kusursuz” bir çeviri yapma hevesiyle okura sırtımızı dönmüştük. Aceleciydik – özellikle de ben. Bir de, ve belki de en önemlisi, birlikte yapıp etmenin lezzetini tadalım derken asıl gerçekliği, gerçek sancıyı ıskalamıştık: Şiir yazmak gibi şiir çevirmek de tek kişiliktir; şiirin uzamındaki alışverişten payınıza düşen her neyse, bu sizi yalnızken bulur. Birbirimizi kendi imgelemimizle etkiliyor, bu etkileşim de, lafı uzatmadan söylemek gerekirse, zaman zaman ya da çoğu zaman gerçeklikten, şiirin asıl anlatmak isteği şeyden uzaklaşmamıza yol açabiliyordu. Bir süre sonra aramıza katılan İdil Börtücene’nin de katkılar yaptığı bu ortak ‘ürün’ öylece, bizlere yaşattığı doyumsuz lezzetteki anlarıyla, fakat tamamlanamadan kaldı.

    Fakat şimdi, size sunulan bu çeviri kitabın sorumlusu olarak, o günden bugüne öğrendiğim başka şeyler var. Örneğin Malacoda şiirinin Beethoven’ı anlattığını biliyorum artık. Sadece bu ‘bilgi’ şiire, şiirin de dahil olduğu bir ‘anlam alanı’nın içinde elbette, –ki Raimond Gaita bu alanı, güven sarsıcı olduğu için zarafeti karşısında bazı insanların sinirlendikleri bir örümcek ağına benzetiyor– karşı konulmaz bir çekicilik ve keder katmak için yeterli. Bilgi dediğim, örneğin Malacoda şiirinin son bölümünde “hayal” olarak karşılamayı yeğlediğim “imago” sözcüğünün anlamlarını bilmek gibi, kitaplardan/sözlüklerden edinilebilecek ‘kusursuz’ bir bilgi değil: “Metamorfoza uğrayan diğer hayvanlar için de söz konusu olan, ama özellikle tüm başkalaşım evrelerini tamamlamış bir böceğin, ‘kusursuz böceğin’ ulaştığı nihai ve kusursuz form, son ve mükemmel evre. Ayrıca, kişinin bilinç altında oluşturduğu, tutum ve davranışlarında etkisini hâlâ sürdüren bir insanın hayali imgesi – anne ya da baba imgesi örneğin.” Nasıl bir bilgi peki? Kısaca, bilginin özündeki ‘dolayıma’ tabi olduğunu bilen, hiç unutmayan bir bilgi bu. Tekinsizlik aşılayan bilgi. Gene de böylesi bir bilginin çok önemsediğim bir işlevi var, hem şiirin yazımında, hem şiirin okunmasında, hem de çevrilmesinde. 

    Malacoda üzerinden konuşmaya devam edersek, şiirin sihri, ya da üzerini örten ve onu gizemli bir alacakaranlığın içinde soluk alıp vermeye zorlayan peçe, şiirin Beethoven için yazıldığını ‘anladığım’ anda, dudaklarımın arasından yüreğimi acıtarak çıkan kocaman bir “Hiiii!” ünlemiyle birlikte uçuverdi. Tüm imgeler bir anda kollarını açıp beni kucaklamadılar elbette. Ya da, ünlediğim o “Hiiii!” ile birlikte tek bir an için, yalnızca ‘o’ an için hepsi birden görünür oldular. Hemen ardından bir kısmı yeniden yitip gitti. Fakat o an, tek bir an, her şey çok gerçekti. O an, bir okur olarak imge’nin, “imago”nun anlamına –anlamlarına değil!– erdiğim andı. Ne yazık ki şiiri o an içinde okumamış, ona o an içinde yoğunlaşmamış ve çevirmemiştim. Doğrusu, türlü kaygılarla okumaya ve çevirmeye yeltenmedim. (Böyle bir şeyin sadece şiir yazarken olası olduğunu düşünüyorum ve burada şiirin kapalı uzamını uzun uzadıya tartışacak değilim.)

    Geriye sormak istediğim iki soru kalıyor: Dolayımlı bilgi sayesinde şiiri, imgenin sahihleştiği, tüm çağrışımlardan, metaforlardan arındığı anda –elbette böyle bir şey mümkün olursa– tek bir şeyin bile yitip gitmesine fırsat vermeden ‘çevirmek’ olası mıdır? Bilmiyorum. Bu kitabın içindeki hiçbir şiir böyle çevril(e)medi. İkinci soruyu, izninizle İngilizce sormak istiyorum: Must it be? It must be! It must be!

    Son olarak, her şeyin ötesinde bu ‘imkânsız’ işe vesile olduğu için  Tolga Suyolcuoğlu’na, şiirlerin heyecanını benimle paylaşırken bıktırıcı sorularıma her seferinde içtenlikle ve sabırla yanıt veren, tıkandığım yerlerde sezgisiyle önümü açan sevgili eşim Pelin’e, şiirlerin Türkçe’lerini İtalyanca’larıyla karşılaştırma ve benimle son bir değerlendirme yapma zahmetine büyük bir gönül erinciyle katlanan zarif arkadaşım İdil Börtücene’ye,  değerli zamanını ayırarak Dört Şiir’i Fransızca’sıyla, Eneug I ve Eneug II’yi İspanyolca’sıyla karşılaştıran Ali Karabayram’a, ve onca meşgalesinin arasında ısrarlı sorularımı keyifle yanıtlarken bilgisini benimle paylaşan, dahası bana daima cesaret veren sevgili arkadaşım Barış Bağcı’ya duyduğum minneti dile getirmek isterim. Onların katkıları olmasaydı, Beckett’in şiirlerini hâlâ bekliyor olacaktım.

    Şubat 2004 – Siyahi Dergisi

    Oroskop

    Nedir bu?
    Boot kardeşlerden taze kokuşmuş
    Bir yumurta mı?
    Götür Gillot’ya ver onu.
    Galileo nasılsın
    ve onun ardışık üçüncüleri!
    Orduya erzak sağlayan tüccarın sarkaç misâli yan çizen oğlu,
    rezil yaşlı Kopernik çömezi!
    Hareket ediyoruz dedi yola çıkıyoruz – Porca Madonna![1]
    bir tayfabaşı gibi, ya da çuvalı çürük patatesle dolduran
    Şarlatan gibi.
    Sallanmıyor, sallanıyor.                                                                                                              10
    Nedir bu?
    Balık yumurtası mı yoksa mantarımsı bir şey mi?
    Kamçılanmış iki yumurtalık mı bastırmalı?
    Kaç zamandır gebeydi o tüylü şeye?
    Üç gün dört gece mi?
    Götür Gillot’ya ver onu.
    Faulhaber, Beeckman ve Kızıl Peter,
    gelin şimdi dumanlı çığın içinde ya da Gassendi’nin güneş kızılı
    billurumsu beneğinde
    tavuklarınızı ve tüm hadımları pürteceğim
    yonta yonta yorgan altında mercek yapacağım gün ortasında.                                                   20
    Onun öz kardeşim olduğunu düşünmek, Dayakçı Peter’in,
    Baba bu kıyasa dahil olsa da hâlâ
    Peter dışında kimseyi bağlamaz ki.
    Hey! geçiniz bu bahisleri,
    benim yanan ciğerimin öğütülmüş tatlı teri!
    O günler ki Cizvitleri çatı penceresinden fırlatırken
    kızgın bir yüklüğün içinde oturayım diyeydi.
    Kimdir o? Hals mı?
    Bırakın beklesin.
    Benim şehla meleğim!
    Ben saklanmıştım sen aramış.                                                                                              30
    Ve Francine değerli mahsulüm bir evin – oturma odası ceninim!
    Nasıl pul pul dökülmek böyle!
    Soyulmuş kül rengi cici derisi ve alev alev bademcikleri!
    Humma kamçılamış
    benim biricik yavrumu karanlık kan dursun diye – kasvetli
    kan!
    Ah aziz Harvey
    nasıl akacak al ve ak, azın içinde çok,
    (sevgili kan-dolaştırıcı Harvey)
    yüreği yarılmış bu adamda girdap gibi?                                                                                   40
    Çoktan dördüncü Henry okun sırrına erdi.
    Nedir bu?
    Ne kadar uzun öyle?
    Otur üstüne.
    Savurdu avutan umutsuzluğumu şeytanca bir rüzgâr
    bir hanfendinin keskin ve narin kıvrımlarına
    karşı:
    ne bir ne iki kere lâkin . . . .
    (İsa’nın Uykusu yumurtlar onu!)
    içinde boğuluyor güneş insanın                                                                                                 50
    (Götlalesicizvitleri lütfen kopyalayın).
    Böylece ipek çorap giy örgü giysi üstüne ve hastalıklı deri –
    ne söylüyorum ki ben! yumuşak yelken bezi –
    ve parlak Adriyatik üstünde açıl Ancona’ya,
    ve elveda de yer açmak için Gül-Haç Biraderlerin altın anahtarına.
    Bilmiyorlar ki efendileri ne yaptıydı,
    tüm berbat ve tatlı havaların öpücükleri burna bulaştı,
    ve davullar ve bok girişinin tahtı,
    ve götün fırıl fırıl dönen gözleri.
    Sonra biz Onu içtik ve yedik Onu                                                                                               60
    ve sulandırılmış Beaune ve bayat Hovis parçaları
    oysa O jig dansı yapabilir
    yakınlaşır ya da uzaklaşırken Kendi Dansına
    ve üzgün ya da neşelidir ayin kadehi ya da sininin daveti kadar.
    Ya bu nasıl, Antonio?
    Bacon aşkına beni yumurtlamaktan tırsacak mısın.
    Mağara hayaletlerini yutacak mıyım?
    Anna Maria!
    Musa’yı okuyor ve aşkının çarmıha gerildiğini söylüyor.
    Leider! Leider![2] çiçeklendi ve kurudu,                                                                                        70
    caddeye bakan pencerede solgun ve küfürbaz bir muhabbetkuşu.
    Hayır onun her sözüne inanırım sizi temin ederim.
    Fallor, ergo sum![3]
    Utangaç yaşlı frôleur![4]
    Çanı ağır ağır çaldı ve tekmeleyerek durdurdu
    ve Kutsal Kurtarıcı Tarikatı yeleğini ilikledi.
    Fark etmez, geçelim.
    Cesur bir oğlanım biliyorum
    öyleyse ne benim oğlum
    (bir koruyucu bile olsam)                                                                                                            80
    ne de babamın Joachim’i değilim
    ama kusursuz bir bütünün yongası ne eski ne de yeni
    muazzam bir gülün parlak ve vakur yapayalnız taçyaprağı.
    Sonunda olgunlaştın mı,
    benim ince solgun kruvaze bokum?
    Ne zengin bir koku saçıyor,
    tüyleri yeni bitmiş bir kuşun düşüğü!
    Balık çatalıyla yiyeceğim onu.
    Beyazı ve sarısı yumurtanın ve tüyler.
    Sonra kalkacağım yataktan ve yollanacağım içe işleyen                                                              90
    karların Rahab’ına doğru,
    katleden sabah kuşu papa ikrarcısı dişi savaşçı,
    Christina, pervasız yırtıcı.
    Ah Weulles acı basamakları tırmanmış
    bir Frenk’in esirge kanını,
    (Peronlu René …!)
    ve bana bağışla
    yıldızsız esrarlı ikincil anlarımı.

    1930

    [sws_divider_basic]

    Notlar

    Peron Sinyoru René Descartes, hemen hemen sekiz-on gün tavuğun altında kalmış yumurtalardan yapılan omletten hoşlanır ve bu iğrenç bir şey derdi.
    Hiçbir müneccim yazgısını okuyamasın diye, doğum tarihini kendisine sakladı.
    Olgun bir yumurtanın mekiği günlerinin çarpıklığını tarar.
    sayfa 11, satır 3              1640 yılında Dublin’de, Boot Kardeşler Aristoteles’i delillerle çürüttüler.
    4              Descartes analitik geometriyle ilgili kolay problemleri, çözmesi için uşağı Gillot’ya verirdi.
    5-10        Oğul Galileo’yu (ki burada onu müzisyen baba Galileo ile karıştırıyor), ve onun dünyanın hareketine ilişkin kestirmeci sofizmini hor görmesine gönderme.
    17            Bu matematikçiler tarafından ortaya atılan problemleri çözdü.
    s.12, s.           21-26      Ağabeyi Pierre de la Bretailliére tarafından dolandırılma girişimi –Askerken aldığı para.
    27            Franz Hals.
    29-30      Çocukken küçük şaşı bir kızla oynardı.
    31-35      Kız evladı altı yaşındayken kızıl hastalığından öldü.
    37-40      Kan dolaşımını keşfettiği için onurlandırılan Harvey, aynı zamanda kalbin hareketini de açıklamış olduğunu kabul etmeyecekti.
    41            Dördüncü Henri’nin kalbi, Descartes’ın öğrenci olarak bulunduğu sırada La Fléche Cizvit Koleji’ne getirildi.
    s.12-13           45-53      Düşleri ve Loretto’ya hac yolculuğu.
    s.13                56-65      Madde öğretisi ile töz dönüşümü öğretisini uzlaştırmak için Descartes’a meydan okuyan Jansenist Antoine Arnauld’ya yanıt olarak Descartes’ın Eukharistik sofizmi.
    68            Schurmann, mavi çoraplı Hollandalı, Voët’in dindar öğrencisi, Descartes’ın muhalifi.
    73-76      Aziz Augustine’e çalılıkta vahiy iniyor ve Aziz Paulus okuyor.
    s.14                77-83      Tükenmiş bir şekilde Tanrı’yı ispatlıyor.
    91-93      İsveç kraliçesi Christina. Stockholm’ün soğuk Kasım ayında, hayatı boyunca öğlenden önce yataktan kalkmamış Descartes’ın, her sabah saat beşte yanında olmasını istedi.
    94            Weulles, İsveç sarayındaki Aristotelesçi Hollandalı fizikçi ve Descartes’ın bir düşmanı.

    [1]   Kancık Meryem! Kancık Domuz Meryem Ana!

    [2]   Vah! Yazık!

    [3]   Aldatılıyorum, öyleyse varım!

    [4]   sapık

  • [Necati Tosuner] Korkağın Türküsü

    [Necati Tosuner] Korkağın Türküsü

    [Necati Tosuner] Korkağın Türküsü  1Korkağın Türküsü, Necati Tosuner’in 2008’de Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü kazanan Kasırganın Gözü ve 2012’de yayımlanan Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı! adlı romanlarıyla birlikte bir üçleme oluşturuyor. Olayların zihindeki izdüşümlerinin insan ruhundaki yansımalarına ayna tutan bu yoğun üçlemede yazarın yöneldiği yeni üslup ve ifade özellikle öne çıkıyor. Korkağın Türküsü bir kaçıştan daha çok, kişinin özlediği kendisine kavuşmasının romanı.

    Daha yeni buharlaşmış gözyaşı kokusu, havada.
    Yaşamak zerdali çekirdeğine benzemez mi?..
    Evet, çünkü zerdali çekirdeği de öyledir: Sert
    görünür ama isteklidir kırılmaya.
    Ve tatlıdır: Yorulduğuna değer!
    Bilmez misin?..

    Bakalım neler ne olacak?..
    Kayısılar dalları eğdiğinde…

    Necati Tosuner: İnsan kendi yazdıklarına acımayacak

  • [Unutulmasın diye] Rafal Wojaczek

    [Unutulmasın diye] Rafal Wojaczek

    [Unutulmasın diye] Rafal Wojaczek 1Rafal Wojaczek; Arthur Rimbaud, Slyvia Plath ve hiç tanımadan beatnikler arasında duran, Polonya edebiyatının az yaşamış hiç ölmeyecek büyük şairi. Yıllardan 1971, yirmi beş yaşında kendini öldürdü Sadece yarım dönem dayanabildiği Krakow’daki edebiyat eğitimini bırakıp Wroclaw’da çöp deposunda sevk memurluğu yaptı. Tımarhaneye, bir kez de toplum düzenini bozmak ve aklı melekesi bulunmadığı gerekçesiyle hapse girdi. Tam zamanlı alkolik, polis karakolunun düzenli misafiriydi. Dönemin komünist Polonya’sında neredeyse bir gereklilik olan Polonya Yazarlar Sendika’sına girmeyi reddetmekle kalmamış, alınmasına dair teklifi cevapladığı mektubunda, edebiyat oligarşisine şöyle cevap vermişti:

    “Birçok okula devam ettim, kütüphanelerde, tren raylarında, beni az çok tanıyan insanların evlerinde, çeşit çeşit meyhanede ve benzeri yerlerde büyüdüm. Nehirlerde, göllerde, hatta açık denizde yüzdüm. Kendimi Yolculuk’a adadım – ‘Toprak bana serbest – Hay!’ Öldüğümde, yaşamın öte yakasından çıkıp şöyle bağırabilirim: Bö! Yeterli mi? Not: Bunu daha farklı da yazabilirim.”

    [Unutulmasın diye] Rafal Wojaczek 1Şairin yeryüzünde belirişi, 1965 yılında dönemin yeni bir dergisinde Poezja’da gerçekleşti. Derginin editörü Tymoteusz Karpowicz, şairi coşkuyla sundu. (Çünkü dergilerin, yayınların aslında böyle bir coşkusu olmalı, değil mi? Bir yazar, bir şair, bir şarkı, bir şiir keşfetmedikten sonra?) Kara şiir yazmış denebilir. Şiirlerinde tamamen kadın bedenine dönüşüp, varoluşa karşı açlığını böyle bastırdığın söylenebilir. (Tecavüz isimli şiirde, kadın bedeninden, kadın ruhuna dönüşmeye adım atmıştır.) Rafal Wojaczek, şiirlerinde kendisini tümüyle farklı bir kişilik şeklinde konumlandırır. Kimi zaman bir iblis, kimi zaman kadındır, nihayetinde kendi bedeninde, kendi sesinde değildir. Şiirlerinde sürekli yükselir, ışığa doğru ilerler. Ortodoks mitolojisinden etkiyle kadın, şiirlerinde kafasını çevirdiği tek yön olan yukarısıyla, ışıkla, cennetle arasındaki ince çizgidir. Şiirlerinde dönüştüğü kadının bedeni, Rafal Wojaczek’in evidir. Odalarında dolaşır, evin boşluğunda huzur bulur.

    Şairin hayatını, 1999 yapımı, Lech Majewski’nin yönettiği Wojaczek isimli filmde oynayan kişi ise, aslında bir aktör değildi ve daha önce hiç rol yapmamış, şairin okuru bir başka şairdi. Belki, unutulmasın diye, bu kısa hatırlatma metninden filme giden, oradan tekrar bir yazıya varan biri çıkar. Şiir, kendini savunur, kendi yolunu bulur.


     

    Rafał Wojaczek’in ilk kitabı Sezon / Mevsim, 1966’da yayımlandı. Inna Bajka/Bir Başka Peri Masalı 1970 yılında yayımlandı. Ölümünün ardından, kendi derlediği şiirlerinin yanı sıra, dergilerde kalmışların yanı sıra hiçbir yerde yayımlanmamış altmış şiiri gün yüzü gördü.

    Ben, Kafka

    Kalbim
    sığmıyor kendime
    içimde bütünüyle
    köklerim

    Çimlerin ak kenarları
    filizleniyor
    dudaklarımda

    Mohel*’in kızı Julia
    hastalığımı işliyor
    babasından idmanlı
    dudaklarıyla

    * Yahudilikte doğumu izleyen sekizinci günde erkek çocuğun sünnet merasimini gerçekleştiren din görevlisi.


     

  • [Charles Bukowski] Sakinleşmek

    [Charles Bukowski] Sakinleşmek

    Jay Dougherty, Charles Bukowski’yle gerçekleştirdiği ve daha önce yayımlanmayan röportajını, birkaç gün önce bir şiir forumunda ortaya çıkardı. Dönemin kişilerine odaklanan kısımları dışarıda bıraktık, kısalttık.

    Sabah dokuzdan beşe çalışmak insanlığa yamanan en büyük acımasızlıklardan biridir. Yaşamınızı sizi aslında ilgilendirmeyen bir eyleme veriyorsunuz. Bu durum beni öyle tiksindiriyor ki, alternatif olsun diye içmeye, açlığa ve deli kadınlara sürükleniyorum. Benim gibi biri için ideal olan tabii ki bu durumu yazmaya, yaratıcılığa dönüştürmek. Bunu yapamayacağımı ancak elli yaşıma geldiğimde, dokuz-beş sarmalında yaşamak zorunda kalmadığımda anladım. Şansıma, o zamanlar ABD posta idaresi için çalışıyordum ve çoğu gece on bir buçuk saat sürüyordu ve çoğu izin günü de iptal ediliyordu. Delirmek üzereydim, bedenim tümüyle sinirsel anlamda çökmüştü ve nereme dokunsanız çığlık atıyordum, kollarımı kaldırıp boynumu çevirmeye zorlanıyordum. Elli yaşında bıraktım işi ve yazmak daha iyi bir şekle girdi.

    Yazmak sizi canlı tutar çünkü beyninizdeki canavarları kağıda aktarıp sakinleştirir. Korkuları listelemek canlandırır gözükür ve yazarken sıklıkla neşe ya da ironi şeklinde belirir. Daktilo sürekli, yürekteki hüzne sakinleştirici şarkılar söyler. Harikulade.

    [Charles Bukowski]  2Şiirde genel olarak kendimi kendim dışında herhangi bir şeyin merkezinde görmüyorum. Tek yolculuk ederim. Berraklığa, gerçekliğe doğru bir yöneliş var, oysa akademisyenler oldukları yerde durup neticede hayata ve gerçeğe karşı konumlanan gizli ve ağırbaşlı oyunlarını, snob ve değişmez oyunlarını oynamayı sürdürüyor.

    Norton antolojisinde yer aldığımı bilmiyordum. Öyleyse tamamdır, bunun kimseyi öldüreceğini sanmam. Antolojiler üzerine bir uzman değilim. Sanırım çoğu bir kişinin seçimi oluyor. Tahminime göre o kişiler de üniversitelerle ilişkili, bu yüzden tutucu, dikkatli ve işlerini kaybetme endişeleri olan insanlar. Bu insanların seçtikleri bir rahibe ya da otobüs şöförünü pek şaşkınlığa sürüklemez. Genellikle onları uyutur.

    En kötü şiir geçmişin en iyilerini ya da kötülerini kopyalayan şiir. Şairlerin çoğu çok fazla korunaklı çevrelerden geliyor. Bir şair, şiir yazmadan evvel yaşamalı. Bazen o yaşam neredeyse öldürmeye yaklaştırabilir. Şairlerin tehlikeli ortamlara dalması gerektiğini söylemiyorum. Fakat öylesi ortamlardan kaçınmaları gerektiğini de söylemiyorum.

    Eleştirmenler haklı olabilir. Düzyazım ve şiirim arasında ne fark olduğundan emin değilim. Belki biçem benziyordur. Duygu aynı değildir ama. Demek istediğim, şiir ve düzyazının duygusu farklıdır. Sadece kendimi iyi hissederken düzyazıyla uğraşabilirim, şiir ise kendimi kötü hissettiğimde yazdığımdır. Şiiri, her ne kadar ironik bir tavrı da olsa, çoğunlukla iyi hissetmediğimde yazıyorum.

    Bu aralar Hollywood isimli bir roman yazıyorum. Düzyazıyla uğraştığıma göre kendimi iyi hissetmeliyim ama son zamanlarda iyi değilim. Bu yüzden sadece elli sayfaya kadar gidebildim. Fakat hepsi kafamda, oturup yazmak için kendimi yeteri kadar iyi hissetmeyi umuyorum. Tamamlamayı becerebilirsem, anlatılanlar gerçek olsa da yüksek ihtimalle hakkımda dava açılır. Böylece ben de hukuk sistemi hakkında başka bir roman yazabilirim.

  • [Thee Silver Mt Zion Memorial Orchestra] Haydi barikata

    [Thee Silver Mt Zion Memorial Orchestra] Haydi barikata

    Müzikte kutsiyeti, uygulayıcılarının arasındaki kutsiyeti artıran, trans halinin coşkunluğunu aktaran ve saykodelyaya meyleden tarzıyla Thee Silver Mt Zion, dini değil kutsal olanı yansıtıyor. Sacred Harp müzisyenlerinden feyz alan, şarkı tarzı gospele yakın duran ve bedeni bir müzik aletine çeviren adanmışlık ile sunulan müzik. Basının Godspeed You! Black Emperor döneminden kalma klişesine sığınıp post rock diye etiketlemesinin önüne geçilmeli. Düpedüz punk rock. Basın toplantısında dizilecek Doğan Grubu gazetecileri ve modern musiki dergilerinin, sitelerinin yazı yazıcılarına son uyarımızdır, yapılan, hipster post rock’ınız değildir. Gezi İsyanı’na dair, muhtemeldir sinizm kokan, polislere nasıl kitap okuduk, elde gitarla müziğin birleştiriciliği mesajı verdik yollu övünmelerinizi şimdiden hayal ediyoruz. Oysa yaşananlar kan ve acıydı. Ölülerimiz var, karşınızda ise barikatlara çağıran müzisyenler, bu karanlık sularda dikkatli yüzmenizi dileriz. – F!

    Thee Silver Mt. Zion yeni albümünde, 2012 noeli öncesinde hayatına son veren Brooklyn’li rap sanatçısı Capital Steez’i andığı şarkıya yer veriyor. Steez genç yaşında Kuzey Amerika müzik sahnesinde parladı. AmeriKKKan Korruption başlıklı ve sistemi kıyasıya eleştirdiği albümüyle, politik ve ezoterik göndermeleriyle dikkat çekmiş, semavi dinleri eleştiren sözleriyle tepki çekmişti. Grubun, son on yıllık söyleşilerinden ve fanzinlerde yer alan konuşmalarından derlemedir.

    Sessizlikten bağırmaya giden yol 

    Ölümlere, çevremizi saran ölülere karşı verilen tepkinin sessizlik olması… Bence dünyaya dair oldukça gerçekçi bakış açımız var, dünya berbat halde. Bu yüzden, yaşadığımız dünyayı yorumlarken kasıtlı biçimde naif değiliz. Mevcut durumun ciddiyetini inkar etmeye çabalamıyoruz. Bu nedenle şarkılarımızın çoğunun başlangıcında gidişatın en son durumu hakkında kısa açıklamalar oluyor ve hemen ardından genel umutsuzluğa karşı bir tür kişisel tepkiyi dışa vurmaya çalışıyoruz. Kıyamet yüklü bildirimler yapmıyoruz, sadece etrafımızdaki dünyayı yansıtıyoruz diye düşünüyorum.

    [İnsan, yeryüzünün kanseri oldu.] Evet.

    [İnsanlığa dair hâlâ umudunuz var.] Evet. Dünya yok ediliyor. Doğası yok ediliyor ve liderlerin kararları ve şirketlerin liderlere arka çıkan kararları, hepsi dehşet verici. Dar kafalı birkaç açgözlü insan tarafından yönetiliyoruz ve birkaç kuşaktır bu şekildeyiz. Dünyanın görünümü bu gerçeğin yansımasıdır. Fakat yine de, hâlâ insanların iyi olduğuna inanıyorum. Tiksindirici ve kötü insanlar var ve gücün yularlarından tutmuş gerçekten kötü nispetsiz sayıda insan var. Bu düşünceyi abartı bulmuyorum. Gerçekten genel durum böyle. Yine de insanlara inancım sürüyor. Bence insanlar iyidir ve çok kötü şartlar altında sıra dışı işler yaparlar. En kötü anlar insanlığın en iyi taraflarını ortaya çıkarabilir.

    Punk rock ve tipografi 

    Yaptığımız her şey en başta punk rock. Kuşkusuz bu terimi en geniş anlamıyla kullanıyoruz. Bana kalırsa bu terim tam da en geniş haliyle kullanıldığında anlam kazanıyor. Analog kayıt yapıyoruz. Stüdyomuz Hotel2Tango analog bir stüdyo. Fakat giderek daha çok insan gelip ProTools’da çalışıp eve gidip kendi miksajını yapmak istediğinden kendimizi daha çok proTools kullanırken görüyoruz ve bu durumdan nefret ediyoruz. Bütün Silver Mt. Zion kayıtları eski bir Neotek Series II konsoluyla analog kayıttır. Studer 2 inç 24-kanal makineye kaydediyoruz. Kayıtlarda bir kaç kaset geçişi var ama dijital fade out gibi mevzular yok.

    Canada’nın ilk harfi olan C, insanların ülkeye dair üstünkörü bakış açısını destekliyor. C ile yazılan Canada yurttaşları nazik insanlardır, aslında barışçıyızdır, silahlarımız yoktur ve kapılarımızı kitlemeyiz ve daha bir sürü saçmalık. Herhangi bir batı ükesi kadar zalimiz, o zaman ingilizcede C ile değil ilk harf K ile, Kanada diye yazılmalı. Sonuçta bu bir örnek sadece. İnsanların bu denemeyi fark edip etmemesi çok da önemli değil. Birkaç kişi fark ediyorsa bile çok güzel. İnsanlar nedense buna sinirleniyor. Godspeed zamanında da ünlemi değiştirdiğimizde öfkelenmişlerdi. Japon belgeselini on sekiz yaşındayken izlemiştim ve ünlem işaretinin yerini yanlış hatırlamışım. Farkedince doğru yerine aldık ve “Vay şerefsizler,” diye yorumlar geldi.

    Grubun adı Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra ve gruptaki her üye değişikliğinde ismi de değiştiriyoruz. Bir süre Thee Silver Mt. Zion memorial Orchestra ve Tra-La-La Band olduk. daha sonra ikinci gitarcımız ve çellocumuz ardından davulcumuz gruptan ayrıldı. Yeni davulcumuzla beş kişi olalım dedik ismimizi de bu değişikliklerle yeniledik. Grup daha sözel ve gürültülü olduğundan, sahneyi birbirimizin yüzlerine bakacak şekilde kurup sahnede yarım daire çizerek yerleştik. Bilinçli bir tercihti. Dönüşüm –daha fazla şarkı söylemenin ve kelimelerin olduğu bir hale bürünmek- kademeli ve doğal bir süreçti. Kelimeleri kullanmak, özellikle de hiç sözcükleri kullanmayan bir gruptan gelince, iyi hissettiriyor. Yaşamda kesinlikle sözcükleri çağıran anlar mevcut.

    [Thee Silver Mt Zion] Haydi barikata 3

    Bizim punk-rock’ımız

    Yazdığımız şarkıların yüzde doksanının iyimserlikle kotarıldığını söyleyebiliriz. Bir hayal kırıklığı, kayıp ya da üzüntü başlangıç noktasından çıkıp umut dolu bir neticeye dair çizgi çizmeye çalışıyorlar. Post-rock değiliz, insanlar neden böyle söylüyorlar anlamıyorum, biz bir punk-rock orkestrasıyız. Vic [Chestnutt] ise, düşüncemizi genişletti. Onunla çok hatıram var, neresinden başlasam bilemiyorum. Arkadaşım olan, artık yanımda olamayan kişiyi hatırlıyorum. Geleceğe dair ise, geçen on yıldan daha farklı düşünmüyorum. İnsanların yaşamlarını iyiliğe doğru yönlendiren kendiliğinden bir hareket göremiyorum.

    Müzik kendi kendine varolmuyor. Yeni ya da popüler diye adlandırdığımız musiki açıktır ki artık eskisi kadar önem vermeyen insanların ürünü. Zengin ve uzun bir tarih. Bunu söylerken tutucu göründüğümün ve bunu uzun zamandır birçok insanın dile getirdiğinin farkındayım ama giderek çok daha az sayıda insan müziğin ne olduğuna, çok eskiden, uzun uzun uzun uzun uzun tarihte neler olduğuna kafa yoruyor. Şarkılar da biraz bunun hakkında, biraz da, genellikle doğru zamanda doğru yerde olup diğerlerinin ulaşma şansı olmayanları kapma şansını elde etmiş insanlar hakkında.

    İnternet her şeyi kısa ve küçük forma çeviriyor. Web sayfalarının sürekli yeni içeriğe ihtiyacı var ve konu müzik gazeteciliğine geldiğinde ortaya sadece o an yeni olanı, şimdi ve şu anda neyin önemli olduğunu gösteren, boktan şeyler çıkıyor. İnsanların beyinleri haber sağlayıcılara dönmüş durumda, etrafta sadece bu durum olunca, herkes için hayal kırıklığı yaratıyor, bence, iki ya da üç cümleyle özetlenmeyecek fikirler de vardır. Yeni müziği keşfetme yollarım, arkadaşlarımın çektiği kasetler. Ayrıca Kanada’da üniversite radyoları bir sanayi haline gelmedi, oralarda müzik keşfedebiliyorsun. Ayrıca şu garip fanzinler de var.

    [Radiohead’in uyguladığı istediğin kadar öde metodu hakkında] Bana kalırsa gerçekten sikko zeka ürünü, kariyerist dolandırıcı bu adamlar. Evet zekiler. Sikeyim, gerçekten zekiler. Beni sadece Bill Gates’in yaptığı şey ya da Oprah Winfrey’in kendi kitabını ayın kitabı seçmesi kadar ilgilendiriyorlar. İnsanların manyak paraları olduktan sonra yaptıkları ve söyledikleri kadar ilginç olabilirler ancak. İnsanlar zaten bir şekilde isterlerse ödüyor, istemezlerse ödemiyorlar.

     “Hakkını verip savaş, gerçek bir şey sev” ya da barikatlara çağrı 

    Ekonomi çökmüş halde. İklim değişimi gerçeği var. Çoğumuz aynı anda dünyanın birçok yerinde savaşmakta olan ülkelerin yurttaşı. Dünyanın suyu büyük miktarda azalıyor. Zenginler ve yoksullar arasındaki fark açılıyor. Fiziki dünya çürüyor. Birçoğumuz sanal varoluşlarımızla geçiriyoruz günlerimizi. Birçok açıdan müzik dünyası son yıllarda tüm bunlar yaşanmıyor gibi hareket etmeyi tercih ediyor.

    İçten içe her şeyle ilişkisizliği tercih eden bir dönem yaşanıyor gibi gözüküyor. Müzisyenler diye nitelenen bizler ise, konserlerimize gelenlere, albümlerimizi yasal ya da korsan indirmiş olsun tüm dinleyicilerimize, dünyaya katılıp bir taraf seçmeleri yönünde teşvik etmeye çalışıyoruz. Politik bir grup olduğumuz savıyla ya da çok basit veya didaktik konuştuğumuz savıyla çok yıpratıldık. Aslında öyle didaktik değiliz ve bazı şeyler oldukça basit. Bize göre, basit. İster günlük yaşamında ol, ister herhangi bir aktivizmin içinde yer al, bir tür değişimi dışavurmalısın. Bizim yaptığımız tamamen budur. Hepimiz kimin tarafında olduğumuzu seçmeliyiz. Saflar belirlendi. Kafanı ne kadar kuma gömdüğünün önemi yok. Karanlık günler geliyor.

    Bu yüzden insanlara hakkını verip mücadele edin demek istiyoruz, dostlarınızı sevin, ailenizi, kendinizi sevin, en azından bir şeyleri sevin. O kadar da karmaşık değil, anlamsız mı tüm bunlar? Naif değilim. Yaşama dair pragmatik yaklaşımım var. Devletin olanaklarını kullanıp bok gibi zenginleşenlerden bahsetmiyorum, Birinci Dünya ülkeleleri yurttaşlarının kalanından bahsediyorum. Dünyanın çoğunluğu tamamen ayrı bir konu. Nairobi’de Silver Mt. Zion plağı alanlar yok, biliyoruz. Kime konuşuyoruz o zaman? Temelde Birinci Dünya ülkelerinin çocuklarına konuşuyoruz. Tarihin gerçekten de “Haydi barikata kardeşlerim,” dedirttiği bir dönemde yaşamak isterdim. Böyle bir dönem yaşamıyoruz, biliyorum ancak geçmişte bir şarkımızda “Haydi tekrar barikatlara,” demiştik. O zaman sokaklarda binlerce insan, barikatlara akıyordu. Tarihin tam o anı geçti gitti. Bir şer habercisi değilim ama tüm belirtiler gösteriyor ki köşebaşında büyük dertler var. Öte yandan o köşedeki insanların en zor anlarda en muhteşem işler yapabileceklerini de biliyorum. İnsanoğlunun sonsuz bir iyilik yetkinliği var. Tam da o kriz anlarında en temel insani özelliklerimiz kendini ortaya çıkarır, bu nedenle, neler olacağını göreceğiz.

    [Thee Silver Mt Zion] Haydi barikata 2

    Babalar ve oğullar 

    Oğlumun doğumunun hemen ardından birkaç ay yaşamımda oldukça karanlık bir döneme girdim. Esrik biçimde mutlu ve tamamen sevgi dolu halde oğluma bakıp her şeyinden etkilendiğim halde, diğer yandan saatlerce ne olacak halimiz diye dertlendim. “Jessica ile ben ne yaptık böyle? Böylesi korkunç bir ortama bebek getirdik. Ne anlamı var bunun?” Bu duruma tepkim olabildiğince okumaktı. Kafamda dünyada korktuklarımın, yeteri kadar bilmediğim konuların bir listesini yaptım ve okuma listesi çıkardım. Sonrasında kendimi en kötüsüne göre senaryoya uygun koşullandırıp duruma uyum sağladığımı farz ettim. Yardımı oldu.

    Durum babalar için de garip. Oğlunuz olduğunda içinizde ilkel bir duygu beliriyor. Kafanızda bir düğme kapanıyor ve varoluşunuz temelde bebeğiniz korumaya dönüyor. Artık mağaralarda yaşamadığımızdan ve bir dağ aslanının gelip onu alması gibi bir tehlikenin düşük olması nedeniyle bu duygunun çıkış noktasını bulmak kolay değil. Beyninizin o tarafı kendisini besliyor. Hayatımda hiç denk gelmediğim bir travmaydı. Kesinlikle bir travmaydı. Sanırın tamamen şehirde yaşadığınız için çok da ihtiyacınız olmayan “Bebeğini koru” diye bağıran kafanızdaki o düğmeyi kapatmakla ilgiliydi.

    Peki ne yapıyorsunuz? Her şey bütünüyle soyut bir kimliğe bürünüyor ve işte günlük yaşamda düzeltmek için elinizden çok şey gelmeyen dünyanın durumu gibi meseleler nedeniyle kafayı yemeye başlıyorsunuz. Demek istediğim, çocuğumu iklim değişiminden koruyamam. Yapabileceğim ve anlamamın biraz süre aldığı konu, oğlumun –benim aksine- biraz da olsa yiyecek nasıl yetiştirilir, kafanın üzerine bir çatı nasıl kurarsın gibi temel bazı bilgilerle büyümesini sağlamaya adamak. Böylesi özelliklerim olsun isterdim, kimbilir belki oğlumdan öğrenebilirim ve böylece sefil babasına göre daha az korku duyabilir.

    Müzisyenler korkaktır. Şahit olduğum bir gerçek bu. Tanıdığım her müzisyen bir korkak. “Apokaliptik” terimi Godspeed ve Montreal gruplarına dair çokça söyleniyor. Bir tür politik kıyametin başlangıcını yaşıyor gözükmemize rağmen açıkçası terim olarak müziğin kıyamete dair olduğundan emin değilim. “Horses in the Sky” ya da “God Bless Our Dead Marines” gibi şarkılar “Başka ne yapabiliriz?” demek gibi. Geçen yıllar içinde tüm şüphelerimiz politik şiddet ve ırkçı savaşlarla onaylanmış oldu. Gökyüzünde uçup insanların üzerine ölüm yağdıran makineler var ve biz bir şeyler söylemek zorundayız.


    Barikatlara çağrının olduğu şarkının sözlerinin bahsi geçen kısmı:

    http://www.youtube.com/watch?v=G_SvQVNgC90

    A Silver Mt. Zion – The Triumph of Our Tired Eyes
    Rütbeleriyle askerler,
    Silahlarıyla domuzlar durduramayacaklar,
    Kayıp olanları ve çaresiz kalanları ve ezilmişleri.
    Sigaralarıyla askerler,
    Silahlarıyla domuzlar durduramayacaklar,
    Tek başına kalanları ve umutsuzları ve zekileri.
    Haydi kardeşlerim,
    Yine barikatlara
    Haydi kardeşlerim,
    Yine barikatlara
    Kendi yolumuzu çizeceğiz.
    Haydi kardeşlerim,
    Yine barikatlara
    Kendi yolumuzu çizeceğiz.

    Gruba adını veren:


    Tek resmi vidyoları: