[col-sect][column]
Uzun zaman önce tam olarak tarihini hatırlamıyorum, çünkü benim hayatımda tarihler hiç olmadı; ne bir doğum günü kutladım, ne de evlilik yıl dönümü, hiçbir tarihi hatırlamadığım gibi, her şeye de uzun zaman önce demekle yetineceğim bundan sonra. İşte uzun zaman önce yayıncım Dante adlı bir yazarın kitabına önsöz yazmamı istedi. Yadırgamayın doğal bir şey bu; orta sınıf bir yayınevinin, taksitle aldığı pahalı takım elbisesiyle övünmek için sürekli fırsat kollayan patronu çeşitli kitaplara önsöz yazmam için kapımı çalar… Rica minnet yazdırdığı önsözlerin de hiçbirini kullanmaz. Şimdiye kadar yazdığım hiçbir önsözü kullanmadığı gibi hepsi hakkında da laf söyler ve bu söylediği laflar da genelde bir yazar için hiç yenilir yutulur şeyler değildir. Dante denen yazarın kitabını ilk getirdiğinde de böyle bir durum söz konusu oldu ve bu defa kesinlikle yazacağım önsözün yayınlanma garantisini istedim, tabii malum bir iki sebepten dolayı önsözüm yayımlanmadı. Artık o kadar sıkıldım ki böyle boşa önsöz yazmaktan, hem yayıncımın sürekli korktuğu edebi yeteneğimi göstermek, hem de kendisinden biraz da olsa intikam almak için yazdığım bütün önsözleri yayımlamaya karar verdim.
Şimdi edebi yeteneğim ve önsöz yazmam arasında bir bağ kuramayan okurlar için açıklama yapmam gerektiğini düşünüyorum. Bu okurlar hemen önsözlerin edebi olmayacağını söyleyecekler. Önsözlere hırsla saldırmış Oğuz Atay’ı da kendi kızgınlıklarına kaynak olarak göstereceklerdir. Evet! yaptığı eleştirinin büyük bölümünde haklıdır Oğuz Atay. Yayıncım Oğuz Atay’ın yarım kalan bir romanına, adını hatırlamıyorum, önsöz yazmamı istediğinde, ben saygı gösterip Oğuz Atay’a önsöz yazamayacağımı kendisine iletmiştim geçenlerde. Gerçi bozuldu biraz, kızdı masayı filan terk etti, hatta o akşam meyhane de hesabı da ben ödemek zorunda kaldım. Yine de insanın ilkeli olmasında her zaman fayda var diye düşünüyorum. Önsöz kızgını okurlara karşılık ben de bir tez olarak Borges’i sunuyorum. Latin Amerika edebiyatını başlı başına başka bir hale getirmiş bu yazar, ki adını hepiniz muhakkak duymuşsunuzdur, kendini her zaman bir önsöz yazarı olarak görmüştür. Biraz mütevazı bir insan kendisi tamam, ama o ne dediyse ben de onu söylüyorum. Ve hiçbir önsözüm daha önce yayımlanmamış bile olsa kendimi, yani bildiğiniz Sarcaalili Godot Mustafa’yı bir önsöz yazarı olarak değerlendiriyorum.
Bu uzun girizgâhtan sonra Dante adlı yazarın -Dante diyorum çünkü soy ismi o kadar karışık ki bir türlü tam olarak ne telaffuz edebildim, ne de doğru yazabildim. Bu yüzden kendisine böyle ön ismiyle sesleneceğim; Dante diyeceğim. Başkaları nasıl sesleniyor bilmiyorum, ama ona ismiyle sesleniyorum diye yanlış anlaşılma olmasın, kendisini tam olarak tanımıyorum ve benden yaşça epey büyük olduğunu düşünüyorum. Çünkü kitabında bahsettiği insanların birkaçı hariç hiçbirini tanıyamadım. Bu da benim cehaletim olabilir.
Dante’nin İlahi Komedya adlı kitabının çevirisini yayıncım Mango’nun sezon sonu indiriminden şişman karısı için aldığı yeni elbiseleri sekterine gösterdikten sonra getirdi. Önce biraz oturdu ve karısına aldığı kıyafetleri sekreterinin çok beğendiğini söyledi. Ben de aslında o elbiselerin hiçbirini karısını olmayacağını, karısının biraz balıketli olduğunu hatırlattım kendisine. Burada bir parantez açıp karısının balıketli değil, büsbütün obez olduğundan söyleyeyim dürüstçe. Sonra bu elbiseleri sekretere vermenin iyi bir fikir olacağını, ama kendisini yanlış anlamasından korktuğunu söyledi. Benden verip vermemesi konusunda fikir istedikten sonra, kitabı masama bırakıp, “Şuna da bir önsöz yazsana Allah aşkına” dedikten sonra odamdan çıktı ve gerisini bilmiyorum. Çünkü arkasından çıkmadım. Kapı dinlemek gibi âdetim olmasa da sekreterin sevinç çığlıkları sandığım bir takım sesler duydum. Seslere aldırmadan kendimi Dante’nin iç burkarak başlayan o uzunca şiirini okumaya başladım.[/column]
[column]
Dante’nin şiir boyunca bilmem nerenin valisi, bilmem kimin akrabası diye bahsettiği insanların hiçbirini tanımadığım için canımın sıkıldığını söylemek isterim!
İyi bir okur olarak ilk dikkatimi çeken şiirin üç ana bölümde yazılmış olduğuydu. Elbette bir şairin bunu yapma hakkı vardır. Kimse bir şiiri neden böyle üç bölüme ayırdın diyemez, ben de kendisine böyle bir şey sormaktan ziyade, ne yapmak istediğini anlamaya çalıştım. Anladığım kadarıyla şair okuru Cehennem (Allah korusun), Araf ve Cennet’te dolaştırıyor. Oraları da sanki mübarek bir insanmış da gidip görmüş gibi bizlere anlatıyor. Anlatım elbette başarılı, diyecek bir şeyimiz yok, hatta o kadar uzun şiiri bu kadar soluksuz nasıl yazabildiğini şaşıyor insan… Ama okurken şöyle bir şey oluyor; Cehennem bölümünde insan bir heyecan, bir telaş, bir korku yaşarken, Araf biraz sıkıcı, Cennet ise büsbütün can sıkıcı bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden kitaba bir yaş sınırı konması taraftarıyım. Çocuklara kitap okutma merakımızdan dolayı yanlışlıkla ellerine bu kitabı verirsek maazallah, bu cehennemin eğlencesine kendilerini bir kaptırırlarsa, kendi ellerimizle küçük küçük satanistler yetiştirmez miyiz aziz okuyucu? Birazdan okuyacağın kitabın böyle bir meselesi olabilir, dikkat etmekte, çoluk çocuğun okuyacağını yerlerde bırakmakta fayda var. Bizim yayıncı herkesten gizli boyama kitapları basıyor onları okusunlar, bilemedin boyasınlar.
Bir de Dante’nin şiir boyunca bilmem nerenin valisi, bilmem kimin akrabası diye bahsettiği insanların hiçbirini tanımadığım için canımın sıkıldığını söylemek isterim. Hayır! Şöyle ki; Dante yaşadığı semtten tanıdığı insanlar arasında anladığım kadarıyla büyük bir ayrımcılığa gitmiş, sevdiklerini cennete, sevmedikleri cehenneme yollamış. Böyle yakından tanımayıp, bildiğimiz, tanıdığımız, zararını hiç görmedik diye düşündüğü insanları da Araf’a yerleştirmiş. Ben edebiyatta böyle bir şeyi onaylamıyorum. Çünkü çok sevimli bir şey değil, edebiyatı kişisel ilişkilerle karıştırmamak lazım. Sonra ne oluyor, karısına kızan kitap yazıyor. İnsanın canı sıkılıyor, onları okuyoruz biz arkadaşım, bize de yazık bir yerde. Haksız mıyım aziz okuyucu?
Biraz ciddi olursak; İlahi Komedya yazıldıktan sonra dönemin ünlü yazarlarından Boccaccio tarafından halka okunuyor. Ben olsam kendim okurdum orası ayrı. Haklın günlük konuştuğu ve kraliyetin pek itibar göstermediği Toscana lehçesiyle yazılan bu metin bize Dante’nin yaşamına ilişkin birkaç ipucu da veriyor. Anlıyoruz ki Dante öyle sanıldığı gibi paragöz filan değil, halkı kraliyete tercih edebilecek kadar onurlu bir insan. Hatta bırak onuru; yürekli ve karakterli bir insan. Mesela kraliyete yaranmadığı gibi kiliseye de öyle yalakalık yapmıyor. Kitabı yazdı diye kilise onu dinden atıyor ve arkasına bile bakmadan çekip gidiyor. Sonra 1921 senesinde kilise tükürdüğünü yalayıp kitabı kutsal ilan ediyor, ama iş işten geçmiş tabii…
Dante yapıtını üç, yedi ve özellikle 22 sayısını esas alan bir sistem üzerine kurduğu söyleniyor. Sayılara aklım pek ermez, ama 22 sayısı Kabala’da, tarotta, ezoterizmde önem verilen hatta sayıların arasında üstat kabul edilen bir sayıdır. Gizem bununla da kalmıyor, kitapta “Can Grande della Scala” sözü gizemini hâlâ koruyor. Ben de tam olarak yazarın orada ne dediğini anlamadığımdan bir şey söylemek istemiyorum. Edebiyata “bükemediğin bileği öpeceksin” esasıyla yaklaşmakta fayda var bazen.
O yüzden, ben de gizem meselesine takılıp kalmadan kitabı okumanızı tavsiye ediyorum. Kitap satsın diye de dua edeceğiz. Bu kitaptan gelecek parayla bizim yayıncı klima taksitine girecek hayırlısıyla, yayınevi sıcak da biraz, vantilatör yetmiyor haliyle…[/column][/col-sect] ✪