“Sıradan dindarlık bu işte yalnızca bir cinayet görür, duygu hayran kalır ve akıl suskundur”
İntiharı anlamaya çalışmak, karanlık bir odaya anahtar deliğinden bakmaktan farksız. Verili bilgiler, teoriler, istatistikler sayesinde anahtar deliğinden gördüklerimizi yorumlamaya çalışıyoruz. Oysa, fazlasıyla kişisel bir duyarlılığın sonucu olarak ortaya çıkan intihar edimi, tastamam kavrayabileceğimiz bir fenomen değil. Nicel gözlemler bize intiharın nedeni açıklayabilir ne olduğunu değil.
Evet, intihar ürkütücü konu ama bir o kadar da ilgi çekici. Uçurum misali; siz ona baktıkça, o da size bakar. Bu uçurumun en gözü pek üyeleri ise hiç kuşkusuz birlikte intihar edenlerdi.
Lyon Aşıkları
Lyon Aşıkları intihar tarihinin en ilginç olaylardan biriydi kuşkusuz. 1770 yılında yaşanan olayın kahramanları Faldoni ile Theresa isimli iki sevgilidir. Faldoni, yakın zamanda öleceğini öğrenir. Durumu öğrenen sevgilisi Therese, onsuz yaşayamayacağını düşünür ve iki sevgili birlikte ölmeye karar verirler. Her ikisinin de kalplerine bir tabanca doğrulmuş ve tabancanın tetiklerine bağladıkları ipin diğer ucu sevgililerin ellerine bağladır. İki sevgili ellerini kavuşturmak için birbirlerine uzattıklarında silahın tetiği çekilir ve genç sevgililer beraberce ölüme giderler. Olay hem yankı uyandırır, hem hayranlık. Rousseau ‘Julie, or the New Heloise’ isimli kitabında “Sıradan dindarlık bu işte yalnızca bir cinayet görür, duygu hayran kalır ve akıl suskundur” diye yazar Lyon Aşıkları için. 1783 yılında ise Fransız yazar Nicolas-Germain Léonard ‘Therese ve Faldoni’ isimli romanında anlatır onları. Onlarca insanı intihara sürüklemiş, intiharı neredeyse bir modaya dönüştürmüş olan ‘Genç Warther’in Acılıarı’nın olaydan sadece dört yıl sonra yazılmış olması, Avrupa’daki intihar salgınları ile dönemin romantik edebiyatı arasındaki ilişkiyi belgeler niteliktedir.
Heinrich von Kleist ve Henriette Vogel
Heinrich von Kleist ve Henriette Vogel çiftinin Lyonlu Aşıklar’dan çok farklı olduğu söylenemez aslında. Henriette Vogel, kansere yakalanır ve olayın ciddi boyuta ulaştığını öğrendiğinde Kleist’ten kendisini öldürmesini isteyince Kleist birlikte intihar etmeyi teklif eder ona. Anlatılanlara göre Henriette Vogel, Kleist’in intiharı teklifi ettiği ilk kişi değildir. Daha önce de birlikte intihar etmeyi teklif ettiği kadınlar olmuş. Birlikte ölebileceği birilerini arayıp duran Kleist, Henriette Vogel sayesinde amacına ulaşır. 21 Kasım 1811 günü Berlin’de bulunan Kleiner Wannsee gölü kıyısında birlikte kahvaltı ettikten sonra Kleist, Vogel’i tabanca ile kalbinden vurur, hemen ardından da silahını kendi ağzına dayar ve tetiğe basar. Olay kısa sürede bir efsaneye dönüşür. Mademe de Stael, olayın halkın üzerinde kötü etkiler yaratabileceğini düşünerek olayı kınar. Heinrich von Kleist, geride bıraktığı veda mektubunda “Ben gidiyorum çünkü bu hayatta artık benim için öğrenilecek ya da kazanılacak hiçbir şey kalmadı. Fakat asıl mesele şu ki: Bana bu gezegende hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı,” diye yazar. Henriette Vogel ise kocasına şunları yazar: “Çok sevgili Louis’im! Yaşamaya daha fazla dayanamayacağım. Demirlerden bir yumruk yüreğimi eziyor. Buna hastalık de, zayıflık de, ne dersen de rahatsızlığımı ben de adlandıramıyorum. Söyleyebileceğim tek şey, ölümümü mutlulukların en büyüğü olarak düşündüğümdür. […] Hayata olduğu gibi ölümde de benim sadık yoldaşım olmak isteyen Kleist, yaşamdan ayrılmamı sağlayacak. Sonra kendini öldürecek. Ağlama üzülme, benim mükemmel Vogel’im. Çünkü pek az ölümlünün ayrıcalıklarına sahip olabileceği bir ölümle ölebileceğim. En derin aşkla taşınarak, dünyevi mutluluğu ebedi mutlulukla takas edeceğim.” Goethe Kleist için; “Onunla ilgilenmek konusundaki arzum ne kadar içten olsa da o, doğanın onun için belirlemiş olduğu güzel hedeflere rağmen ölümcül bir hastalığın yemi olacak bir kişiymişçesine, bana ürküntü ve dehşet esinlendirmekten geri kalmadı,” demişti.
Osamu Dazai -Tomie Yamazaki
Osamu Dazai de tıpkı Kleist gibi birlikte ölebileceği birini aradı hep. Dazai’nin Kleist’ten farkı bu işi daha önce tek başına da denemiş olmasıdır. Başarısız intihar girişimleriyle doludur onun yaşamı. Bohem yaşamını ölüme adamıştır sanki. İdolü olarak gördüğü Ryūnosuke Akutagawa’nın intiharı ise onu başka türlü etkiler. İlk intihar girişimi de Ryūnosuke Akutagawa’nın intiharında hemen iki yıl sonradır. Henüz yirmi yaşındayken, bir sınav öncesinde uyku hapları alarak intihar girişiminde bulunur. Günlerce komada kaldır. Ertesi yıl 1930’da ise Tanabe Shimeko ile tanışır ve onunla intihar girişiminde bulunur. Tanabe Shimeko ölür fakat Dazai kurtulur. 1935’te kendini asmayı dener ancak bu sefer de ip kopar. Bir geyşa ile evlenir, onun karşısında kendini öldürmenin hayalleri kurar. 39 yaşına birkaç gün kala, 1948 yılında intihar etmeyi başarır Osamu Dazai. Yanında ise kendisine eşlik eden Tomie Yamazaki vardır. Çift, ılık bir akşamüzeri birlikte alkol aldıktan sonra civardaki bir kanalın sularına bırakırlar kendilerini. Dazai, “Doğmuş olduğum için beni affedin,” diye yazmıştı geride bıraktığı notta. Yazdığı not, ‘İnsanlığımı Yitirirken’ isimli kitabının da giriş cümlelerinden biridir.
Stefan Zweig ve Lotte Altmann
Stefan Zweig ve Lotte Altmann’ın intiharı ikinci dünya savaşının sürdüğü yıllara denk düşer. Toplumsal yaşamın alt-üst olduğu dönemlerde gerçekleşen intihar vakalarını Anomik intihar olarak tanımlar Durkheim. Na var ki, Durkheim’ın intihar sosyolojisine en büyük itiraz edenlerin başında gelen Jack D. Douglas; İntiharın evrensel bir tanımı olamayacağını, intihar vakalarının ahlaki, toplumsal ve kültürel olarak birbirleriyle farklılık göstereceğini söylüyordu. Stefan Zweig ve Lotte Altmann’ın intiharını Anomik intihar olarak genellemek elbette mümkün ama bu onların yaşadığı alt üst oluşu kavramamıza yetmeyecektir.
Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 günü yazdığı veda mektubunu imzaladıktan sonra masanın üstüne koyar. Lotte Altmann ile birlikte yoğun dozda uyku ilacı aldıktan sonra beraber yatağa uzanırlar. Veda mektubunda şunlar yazılıydı: “Kendi arzumla ve olanca aklımla yaşamı terk etmeden önce son bir görevi yerine getirmem gerekiyor: Bana ve çalışmama bunca hoş ve bunca misafirperver bir durak sunmuş olduğu için bu harikulade ülkeye, Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmek. Gün güne onu daha çok sevmeyi öğrendim ve esasen başka yerde hayatımı baştan sona yeniden kurmayı istemezdim, çünkü kendi dilimin dünyası benim için kayboldu ve tinsel vatanım olan Avrupa kendisini yok etti. Ama altmış yaşında, her şeye yeniden başlamak için olağanüstü güçler gerekiyordu ve benimkiler vatansız sürüklenmelerle geçen yıllar içinde tükenmişti. Bu yüzden, entelektüel çalışmanın her zaman için en arı sevinci ve bireysel özgürlüğün bu dünya üzerindeki en üstün iyiyi temsil ettiği yaşama, zamanında ve başını eğmeden son vermeyi yeğlenmesini buluyorum. Bütün dostlarımı selamlıyorum! Uzun geceden sonra şafağın ışıklarını yine görebilirler mi? Ben fazlasıyla sabırsızım, onları önceliyorum.”
Arthur Koestler ve Cynthia Jefferies
Arthur Koestler ve Cynthia Jefferies, 3 Mart 1983’te Montepillier Square’deki evinin solunda ölü bulundu. Arthur Koestler, bir koltukta oturmuştu ve son kez yudumladığı konyak kadehi hala elindeydi. Eşi, Cynthia Jeffries ise bir divana uzanmıştı. Yanındaki masada bir kadeh viski duruyordu. Her ikisi de aşırı dozda uyku ilacı almıştı. Arthur Koestler, geride bıraktığı mektubunda “ Eğer bu girişimim sonuçsuz kalırsa, ya da eğer bana yapılan şeyi daha fazla denetleyemeyecek ya da dileklerimi aktaramayacak bir durumda fiziksel ve zihinsel yönden çökmüş olarak hayatta kalırsam, kendi evimde ölmeme izin verin” diye yazmıştı. Eşi Cynthia içinse “Hayatımın son dönemindeki mutluluğu ona borçluyum,” diyordu.
Arthur Koestler, Lösemi hastası olmakla birlikte ‘Gönüllü Ötanazi Derneği’nin de başkan yardımcılığını yapıyordu.
André Gorz ile Dorine
André Gorz ile Dorine, 24 Eylül 2007’de birlikte ölümü seçerler. Dorine 20 yıldır bir hastalıkla boğuşurken André Gorz da ona eşlik ediyordu neredeyse. Son mektubunda André Gorz, Dorine için şöyle yazmıştı: “Yakında seksen iki yaşında olacaksın. Boyun altı santim kısaldı, olsa olsa kırk beş kilosun ve hâlâ güzel, çekici, arzu uyandırıcısın. Elli sekiz yıldır birlikte yaşıyoruz ve ben seni her zamankinden çok seviyorum. Sadece benimkine değen bedeninin sıcaklığıyla dolan, kahredici bir boşluk taşıyorum göğsümün tam ortasında yeniden.
Bir süredir içimi kemiren sorunlara geçmeden önce bu basit şeyleri sana bir kez daha dile getirme ihtiyacındayım. Birlikteliğimiz benim hayatımdaki en önemli şey olduğu halde, yazdıklarımda neden bu kadar az yer alıyorsun? Neden Le Traître’de (Hain) seninle ilgili yanlış ve gerçeklikten uzan bir imge yarattım? Bu kitap sana olan bağlılığımın, yaşam arzusuyla dolmama fırsat veren belirgin bir dönüm noktası olduğunu göstermeliydi. Yedi yıl önce yaşamaya başladığımız güzelim aşk hikayesi neden orda yer almıyor peki? Neden senle beni büyüleyen şeyin ne olduğunu söylemiyorum? Senin kendi arkadaş çevren varken, sen Lozan’daki bir tiyatro topluluğuna dahilken ve seninle evlenmeye kararlı bir erkek seni İngiltere’de beklerken, ben seni neden “kimseyi tanımayan, tek kelime Fransızca bilmeyen, ben olmadan ayakta kalamayacak” zavallı bir yaratık gibi sundum?
Le Traître’i yazarken hedef edindiğim derinlemesine incelemeyi gerçek anlamda yapmadım. Anlamam, açıklığa kavuşturmam gereken çok soru var. Anlamını tümüyle kavramam için aşkımızın hikâyesini yeniden kurmaya ihtiyaç duyuyorum. Birbirimizin aracılığıyla ve birbirimiz için olduğumuz kişiler haline gelmemizi mümkün kılan bu hikâye oldu. Ne yaşamış olduğumu, birlikte ne yaşamış olduğumuzu anlamak için yazıyorum sana.
Hikâyemiz neredeyse bir yıldırım aşkı gibi çok güzel başladı. Tanıştığımız gün, seni poker oynamaya razı etmek isteyen üç erkekle sarılıydı etrafın. Kızıl kestane gür saçların, sedef gibi bir tenin ve İngilizlere özgü ince bir sesin vardı. İngiltere’den yeni gelmiştin ve erkeklerin üçü de kötü bir İngilizce konuşarak senin dikkatini çekmeye çalışıyordu. (…) ✪