[D]iyelim ki büyük bir şans eseri, Paris ya da New York’da hiç kimse saf bir heykeli deneyimleyip de görü’yü bir yana bırakacak ve açısal, pürüzlü, cam gibi, metalik, yumuşak, tümsekli, içe bombeli ya da sert yüzeyi hissedemeyecek kadar duyularından yoksun değil.
Heykel çalışması aslında görseldir ve kendisini neredeyse sonsuza dek tanımlayabiliriz. Çünkü bir heykele neredeyse sonsuza yakın açılarla bakabiliriz. Atlı büstlere gelince ise, konu tamamen epik bir hâl alır.
Şimdi Gattamelata ve Colleoni’yi hatırlıyorum, Padua ve Venedik sınırlarından birbirlerine bakan o iki bronz heykeli. Güney’deki meydandaki Lee heykelini anımsıyorum, gözleri Kuzey’e bakıyordu. Buda ve Nara’nın oturduğu yerdeki lotuç çiçeğinin taçyaprağına dokunduğum hatırlıyorum, uzun ve korku doluydu. Henry Moore’un, yakında neredeyse insan dönecek ama büyüsünü kaybetmeyecek kocaman şekillerine dokunduğumu anımsıyorum. Çocukça hatırlıyorum mermer bir merdivenin dibindeki iki Viktoryen mermer aslanı, tren garında yılanlarla oynadığımızı.
Heykeller, bedenler arasındaki bedenlerdir, insanın evren yaratan diğer icatları arasındaki yaratıcı damlalarıdır, imgesi idealizme göre evrenin kendisi olabilir.
Gariptir, malzemesinin karakteristiği muhteşem karakterini vurgular. Her heykel bir Golem’dir.
Psikanalistler, özellikle bir kelimenin size neyi çağrıştırdığını sordukları oyunu yaygınlaştırmışlardır. Ben ise burada heykel denen kelimenin bana neyi hatırlattığını yazıp bırakıyorum.
– Jorge Luis Borges ✪