Emrah Sayar/Futuristika!: Bir edebiyat profesörü olarak tarihle ilgilenmeniz doğal elbette. Ancak yine de merak ediyoruz. Tarihe olan ilginiz ne zaman ve hangi vesileyle başladı?
Murat Belge: Ben ilkokul çağlarındayken bile çok okuyan bir çocuktum. O zamanlarda çocuklara hitab eden çok fazla kitap yayınlanmıyordu. Bize de o zamanlar Malkoçoğlu kitapları, Michel Zeveco’nun tarihi romanları gibi kitaplar okumak kalıyordu. “Bozkurtların Ölümü”nü henüz ilkokulda okumuştum. Ama beni en çok etkileyen hikaye Eşşek Kulaklı Midas’ın hikayesidir. Bunları okuduktan sonra edebiyat ve tarih bir arada yürümeye başladı.
Son zamanlarda yayınlanan kitaplarda, dergilerde tarihimizin popüler bir şekilde sunulduğunu gözlemliyoruz. Popüler tarih anlayışının yaygınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarih anlayışın popülerleşmesi sadece bizde değil tüm dünyada görülen bir olgu. Türkiye’de popüler tarih dergileri uzun zamandan beri var zaten. Ama bu popüler tarih dergilerinin çoğu şoven bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Bizde maalesef hala hayali doyum sağlamak amacıyla gerçekleştirilen bir tarihçilik anlayışı var. Yok, biz Viyana’ya kadar gittik, yok işte Prut Savaşı’nda Katarina faktörü olmasaydı Rusya bizim olacaktı gibi.
Bizim Mete Tuncay ile 1980’lerde çıkarmaya başladığımız Tarih ve Toplum dergisi farklı bir popüler tarih anlayışını ortaya koymak amacıyla yayınlanmaya başladı. Günümüzde bu popüler tarih dergilerinin sayısı arttı. Bu dergiler uzmanlık istemeyen, ama tarih bilgileri nesnel olgulara dayanan, herkesin okuyabileceği şekilde yazılan dergiler. Dolayısıyla tarih anlayışında bir düzelme söz konusu.
Popüler tarih dergileri doğru bir bakış açısıyla hazırlanırsa insanların tarihi sevmesine olanak sağlayabilir. Tarih öğretiminde problemler insanların tarihe olan ilgisini azaltıyor. İnsanların merakını çekecek popüler dergilerin çıkmasını ben olumlu buluyorum.
İstanbul’un kurulduğu zamandan beri çok önemli bir merkez olduğunu hepimiz biliriz. İstanbul’un bu kadar önem kazanmasına neden olan onun hangi özellikleridir?
Tarih ve coğrafya birbirinden ayrılmayan iki kavramdır. Tarih dediğimiz şey bir coğrafya üzerinde geçer ve tarih devam ettikçe bu coğrafyayı değiştirir. Coğrafya yalnızca doğanın etkisiyle oluşan bir kavram değildir. Kısmen de insanın oluşturduğu bir şey haline gelir zamanla. Örneğin bir nehir akıyordur. Ama insanlar gelip o nehrin üzerine bir köprü kurduklarında birdenbire o coğrafya değişir. Başka bir şey olur.
İstanbul’la ilgili en eski kayıtlara mitolojide rastlamak mümkün. Bosphorus hikayesinde Zeus’un inek kılığına soktuğu bir kızın Avrupa’dan Asya’ya geçişi anlatılır mesela. Bir başka efsane ise Argonotların Ege’den gemiyle gelip boğazlar üzerinden Karadeniz’e çıkışı anlatılır. Bütün efsanelerin bir yerlerinden gerçekliğe takılan bir yönleri vardır. Bunları soyutladığımızda ilk hikaye iki kıta arasındaki geçişi, diğer hikaye ise iki deniz arasındaki geçişi anlatıyor. Bunun gibi birçok hikaye de eklendiğinde İstanbul’un tarih boyunca önemli bir yer olduğunu anlayabiliriz. Her yerden kıtadan kıtaya geçemezsin. Her zaman bir denizden başka bir denize geçemezsin. Ama İstanbul’da bunu yapabilirsin. Konstantin ikinci bir Roma inşa etmeye karar verdiğinde önce Truva’yı düşünmüş ancak daha sonra İstanbul’daki doğal liman görünümündeki Haliç faktörüyle şehri buraya kurmuş. Doğu Akdeniz’de o zamanlar bu kadar korunaklı üç liman bulunuyordu. Selanik Limanı, İzmir Limanı, Haliç Limanı. Ama Selanik ve İzmir’in denizden denize ve kıtadan kıtaya geçiş özellikleri yok. Bütün bunlar birleşince İstanbul’un önemli bir kent olduğu anlaşılıyor.
“İstanbul Gezi Rehberi” kitabınızın Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nda onuncu baskısına ulaşması ve çok kişi tarafından okunmasını neye bağlıyorsunuz?
İstanbul şehrini tanıtan çok fazla Türkçe kaynak yok. Bir de, benim kitabım turistik bir kitap değil; İstanbul’u merak eden herkese seslenen, İstanbul hikayelerini anlatan ve İstanbul’da yaşayanları memnun eden bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Yorucu olmayan, uzmanlık istemeyen bir kaynak “İstanbul Gezi Rehberi”. Onun için bu kadar tuttuğu söylenebilir.
Eski İstanbullular ile yeni İstanbulluların paylaştıkları bir nokta var günümüzde. O da İstanbul’a olan yoğun ilgi. Ancak onuncu baskısına ulaşmış olsa da, İstanbul nüfusuyla kıyasladığımızda yeteri kadar kişiye ulaştığını düşünmüyorum.
Kitabınızı yazarken ne gibi araştırmalar yaptınız? Bilgilere ulaşırken zorlandığınız zamanlar oldu mu?
Hayatım boyunca arşivlerde çalışan bir akademisyen olmadım. Araştırmalarımı ikincil kaynakları okuyarak gerçekleştiririm. Bu kaynaklar yıllardır okuduğum birçok kitaplardır. Şu anda bana kaynak olmuş eserlerin birçoğunu hatırlamıyorum bile. Ben Türkiye tarihiyle yakından ilgiliyim. Yeni toplumsal gelişme biçimi, demokrasinin yerleşmesi gibi konu başlıkları altında çalışıyorum. Tarihçiliğin sorunlarıyla ilgilendiğimde insanların kişisel hayatlarıyla ilgili yazılara da rastlamak mümkün oluyor.
Bir dönem amatör gezi rehberliği yapmıştım. Ama uzmanlık işi olarak değil. Daha önce bir şehri gezmiş olan birisinin bildiği yerleri başkasına gösterme işi olarak başlamıştım. Ancak bir süre sonra gezdirdiğin yerler konusunda derinlemesine bilgi sahibi oluyorsun. İstanbul’u öğrenme davam bu şekilde başladı.
İstanbul’un kültürel varlığının korunması için yapılması gereken çalışmalar nelerdir?
Eski eserlerin binaların arasında kalması rahatsızlık vermiyor bana. Fakat bina inşa etme için bu eserlere zarar verilmesine tamamen karşıyım. Otantik bir tarih dilimini gösteren her şey hoşuma gidiyor. Mesela Arkadius Sütunu’nu görmek için bir evin içinden geçmek durumundaydın eskiden. Yıllardır görmeye gitmiyorum Arkadius Sütunu’na. Evin sahibinin gözü sizi tutarsa terlik verirdi ve sütunu görmek üzere bahçeye geçerdiniz. İşte bu otantik bir şey. Bu güzel bir şey. Ancak o sütunun da orada durması gerekiyor aynı zamanda. Yerinde kalmayan o kadar çok tarihi eser var ki.
Mesela Silivrikapı’dan İstanbul’a girildiğinde surların yanında ahşap iki katlı bir ev bulunuyordu. Onun penceresinden aksi yaşlı bir kadın etrafı seyrederek otururdu. O zamanki Belediye bu evi tarihi dokuya zarar verdiği gerekçesiyle yıktı. Ama o evin o surlara zarar verecek gücü yoktu ki. O ev çok güzel bir şekilde surların kucağında yatıyordu. Oraya bir zenginlik katıyordu. Tarih korunmaya çalışılırken bu noktalara dikkat etmek gerekiyor. ✪