Omzumda Açılan Göz

"Tüfeğin ne olduğunu ben iyi bilirim. Fakat bu bir başkaydı. Öncelikle çok daha büyüktü. Kutu biçiminde bir gövdesi ve o gövdeye tutturulmuş üç bacağı vardı."

Etrafta dolanıyorlardı. Avcıyı andıran bir grup insan, daha önce eşine rastlamadığım türden koca bir tüfeği oradan oraya beraberinde sürüklüyordu. Tüfeğin ne olduğunu ben iyi bilirim. Fakat bu bir başkaydı. Öncelikle çok daha büyüktü. Kutu biçiminde bir gövdesi ve o gövdeye tutturulmuş üç bacağı vardı. Üstelik, bu tüfeğin ucunda, barut kusan bir delik yerine, ışıltılı, camdan bir göz duruyordu. Ne olduğunu anlamak için etrafında bir iki tur atıp o şeye hızlıca göz gezdirdim, sonra da ahırın yakınlarında kendime rahat bir küspe yığını bulup, biraz soluklanmak için kendimi yığının üzerine bıraktım. Orada uzanmış dinlenirken, tüfeğin ayaklarının, yerden yükselen cılız dalları andırdığını fark ettim. Küspenin sıcaklığı karnıma yayılınca kalkıp yalağa gittim, biraz su içtim. Az ileride birkaç tavuk, bakışlarını tek noktaya sabitlemiş hareketsizce duruyordu. Baktıkları yöne doğru bir iki kez havladım. O tarafta adamın teki dikilmiş, tüfeği dönüşümlü olarak taşıyan başka iki adama komutlar yağdırıyordu. Adamın, sırf o ikisine değil, etrafındaki herkese –hatta her şeye– komut veren bir hâli vardı. Komutun ne olduğunu ben iyi bilirim. Onunla henüz yavruyken tanışırsın, içini bir itaat duygusuyla doldurur.. İtaat dedimse… yapmak zorunda olduğun şeyleri rızanla yapmaya zorlanmandan bahsediyorum. Şu adam, hani şu tüfeğin efendisi, etrafındakileri bir şeylere mi zorluyor? Ben ne bileyim… Hem bir köpek ne bilir ki?

Benim bildiğim, hemen tüymem gerektiğiydi. Avcı kılıklı adamlar bir şey çekmekten bahsediyorlardı. Daha önce hiç duymadığım bazı kelimeler kulağıma çalındı. Biraz kulak kabartınca, konuşmalar arasında “film” diye bir sözcük kulağıma çarpıp orada asılı kaldı. Neydi bu film? Avlamaya çalıştıkları şey belki? Avcıların tavşan avladığını biliyordum. Ya da keklik. Bazen de geyik. Ama şu film denen hayvanı ilk kez duyuyordum. Tüfeklerinin heybetine bakılırsa devasa bir yaratıktı besbelli. Neyse ne, orada daha fazla oyalanıp da tetiği çektikleri sırada yaşanacaklara şahit olmaya niyetim yoktu. Hem şu tüfeğin bakışını üzerimde hissetmek de istemiyordum. Tekinsiz alet… Önlerine çıkmaktan kaçınarak kovuğumun yolunu tuttum. Orada miskinlik etmeye bayılıyordum. Güzel yuvam benim… Oranın eskiden yol kenarı oluşu hatırımda. Sonraları yolun bir kısmı çökünce ufak bir oyuk oluşmuş, bana kalan ise yeni bir çökme yaşanmasın diye orayı dengede tutacak ağaç dallarını taşımak ve toprağı eşelemek olmuştu. Şimdi ise orada uzanmış, kestirmeden gitmek yerine tek sıra hâlinde alışılagelmiş güzergâhlarında ilerleyen koca karıncaları izleyerek uykuya dalmak üzereydim.

Yine de kafam avcılara takılmıştı. Avcıları ben iyi bilirim. Yanlarında kala kala tanıdım onları. Tüfeklerini doğrulturlar çünkü avcı olmak bunu gerektirir; tavşan, keklik, geyik ise –artık tüfek hangisine yöneltilmişse– kımıldamayı bırakır çünkü av olmak bunu gerektirir. Onlara avı getirmeyi öğrenmem için avcılar çok uğraştılar, bana mısın demedim. Ben o türden bir köpek değilim. Ben köstebek türü bir köpeğim: Bir yerleri eşeleyip oralarda takılmayı severim. Çünkü ben olmak bunu gerektirir. Şu tüfeği kafamdan atmaya çalıştım. Sonuçta güvenli yerimdeydim ve şu avcı-kılıklı-insanlar beni orada bulamazdı. Sırtımı yere sürterek kaşındım.

Dilimle, patimdeki bir kıymığı – tüfeklerinin bakışından kaçmaya çalışırken batmış olacaktı– çıkarmaya uğraşıyordum ki kulağıma, alışılmadık yükseklikte sesler geldi. Patimi bir iki kez daha yaladım, sonra da yaygaranın kaynağını öğrenmek üzere kovuğumdan çıktım. Yavru olduğum zamanlardan beri susuzluğumu gidermeye gittiğim bir kanal vardı. Sesler o taraftan geliyordu. Şimdi kanalın içinde iki adam dikiliyordu. Bir tanesi, heybetli bir görünüşü olan dev gibi bir adamdı. İkilinin etrafını bir sürü kişi sarmıştı. Tüfeğin oradaki varlığından da, hem tüfek hem de tüfeğin efendisi tarafından izlendiklerinden de herkes bihaberdi sanki. Birbirlerine bağırıp çağırıyor, ellerindeki kürekleri tehditkâr bir tavırla savuruyor, kürekleriyle suları dövüyorlardı. Her darbede, sıçrayan suların arasından kavurucu güneş bir görünüp bir kayboluyor, havada anlık olarak ışıktan örümcek ağları meydana getiriyordu. Eskiden o oyunu biz de oynardık. Şamatacı kalabalığın arasından bazılarıyla, küçüklüklerinde yan yana yüzerdik. Kendimi örümcek ağının içine atar, kürkümün emdiği suları sıçratarak ben de kendi ağımı yapardım. Eskiden buna kıkır kıkır gülerlerdi. Şimdi ise gülmek şöyle dursun, gözlerinin önündeki ağı fark ettikleri dahi yoktu.

Onları üzerlerine çevrili duran tüfeğe karşı uyarmak için havlamak istediysem de sahnenin yarattığı sersemlik yüzünden harekete geçemedim. Kulağımın arkasını kaşıyarak bekledim. Kanal yönündeki patırtı, tüfeğin efendisinin “Kestik!” diye bağırmasıyla son buldu. Belki de sıralama bunun tam tersiydi. Köpekler, kelimeler ve eylemler arasındaki boşlukta yaşamaya zorlanarak büyürler; böylece, önce sözün mü, yoksa eylemin mi geldiğini ayırt etmeyi öğrenirler. Ama şu acayip tüfek ortaya çıktı çıkalı bu tür yetilerimi kaybetmiştim sanki. Kafa karışıklığımdan sıyrılmaya çalışırken bir de baktım ki kalabalık dağılmaya başlamış. Az önce bağrışan, hatta yumruklaşan adamlar şimdi gülüşerek aralarında laflıyordu. Ortada av yoktu. Tüfeğin efendisi kalabalıktan birileriyle konuşarak uzaklaşıyor, tüfek de onu sırtlanan birinin nezaretinde orayı terk ediyordu. Ben de adamın peşine takıldım. Şu tüfeğe şöyle bir yakından bakmasam olmazdı. Tüfek şu an üç parçaya ayrılmıştı ve yükü sırtlanan adamın nefes nefese oluşuna bakılırsa besbelli ki ağırdı. Adam elini uzatınca nemli parmakları kürküme hafifçe değdi. Bu, bir köpek açısından katlanılmaz bir şeydir: Yarım bir temas. Buna yarım bile denemez. Var olmayan bir temas. Temas sayılamayacak bir temasın hatırası.

O yok-temasa ben de kuyruğumu yarım yamalak sallayarak karşılık verdim. Bu arada diğerleri de çayıra serildiler. Demin boğaz boğaza gelmiş hâlde bulduğum adamlar şimdi yan yana oturmuş gülüşerek beraberce yemek yiyordu. Kavga hiç yaşanmamışçasına. Tüfeğe gelince… Tüfek, bir ağacın gölgesinde duruyordu. Kımıltısız. Adamları göz ucuyla süzüp belli etmeden tüfeğe sokuldum. Onu kokladım. Kokusu bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Öne doğru eğilip camdan gözü kokladım. İşte onu tam da o anda gördüm. Anlık bir görüntüydü ama bana o kadarı yetmişti. Cam gözün ardından bakan bir köpek merakla beni inceliyordu. Tüylerim diken diken oldu, hemen tüydüm. Yok-temasçı-adam bana sesleniyordu. Yemek artıklarını önüme attı: Tavuktan kalan kemik ve kıkırdaklar, azıcık da pilav. Midemin ezildiğini hissettim. Ezilen, midem değil de zihnim miydi yoksa? Tanıdık bir yüz görme umuduyla etrafa göz gezdirdim, birini bulunca da gidip yanına serildim. Tüfeğin içindeki köpeği düşünürken uykuya dalmışım.

Çok geçmeden, tüfeğin efendisinin sesi beni tavşan uykumdan uyandırdı. Güzelce bir silkelenip sesi takip ettim. Bu ses beni daha önce kanalın orada gördüğüm heybetli adamın yanına götürdü. Tüfeğin camdan namlusu ona dönüktü. Adam, talimat beklercesine kendi hâlinde duruyordu… ta ki… tüfeğin efendisi komut verene dek. Sonrası, sakinlikten saldırganlığa hızlı bir geçiş. Adam, az ilerisinde duran bir tavuğu kaptı, zavallıcığın boynunu koparıp can çekişen bedenini karşısındaki kadının üstüne attı. Kadın dehşete düşüp çığlık atınca adam o çığlığı dahi bastıran gök gürültüsü gibi bir kahkaha patlattı. Başsız tavuğun bedeni yerde hâlâ can çekişiyordu. Ne yapacağımı bilemeden taş kesildim. Tüfeğin efendisinden yeni bir komut yükseldi: “Kestik!” Bunu yeniden hızlı bir değişim takip etti. Kadın korkmayı bıraktı, dev adam da gülmeyi. Tavuk ise can çekişmeyi bırakabilecek gibi değildi. Olan biteni tam anlayamasam da bir şey netti: Tüfeğin dönük olduğu ve tüfeğin efendisinin haykırdığı yönde iç açıcı olmayan şeyler yaşanıyordu. Tüfeğin gözünü üstümde hissetmek istemediğimden bir kez daha toz oldum.


“Karabaş!”

Bana sesleniyorlardı. “Karabaş!” Küçüklüğümden beri bana öyle seslenirlerdi. “Neredesin Karabaş?” Ayak sesleri yaklaşıyordu. “Hah, Karabaş!” İşte beni bulmuşlardı. Kalabalıktılar. Tüfek ve tüfeğin efendisi de aralarındaydı. Başımı kaldırınca arkalarında bir adamın, bana daha tanıdık gelen, bilindik türden bir tüfeği doğrulttuğunu gördüm. Avcı ve avcımsı, tüfek ve tüfeğimsi – bu kez hepsi bir aradaydı. Tümünün gözü üstümdeydi. Başımı başka yöne çevirdim ama onlar yönünü değiştirmedi. Üzerimdeki bakışlar beni huzursuz etmişti. Hem beni orada nasıl bulmuşlardı ki? Çaktırmadan onlara baktım. Yüzleri bana dönüktü. Sadece adamların değil, tüfeklerin de yüzü bana dönüktü. Tüfeklerden hangisi işini yapacaktı: Daha önce pek çok canlının hareket becerisini çaldığını gördüğüm tüfek mi, yoksa tavuğa doğrultulduğunda onu can çekiştiren tüfeğimsi şey mi? Nasıl davranmalıydım? Yattığım yerden kalkmaya, hatta kımıldamaya dahi cesaret edemiyordum. Yine bir şeyleri çekmekten bahsettiler. Çektiler de. Tetiği çektiler. Aşina olduğum barut kokusunun eşlik ettiği aşina olmadığım keskin bir acı hissettim. Kulakları sağır eden acı bir feryat duyuldu. Ses benden geliyordu. Karıncaların minik patikası kana bulanmıştı. Kanda boğulmadılar. Karıncalar boğulmaz. Sağ patime doğru sürüklenip kürküme tutundular. Artık onlar için bir adaydım ben. Üzerimde yaşayabilirlerdi. Altlarında ölebilirdim.

Burnu buz gibiydi. Köpeğinki. Tüfeğin içinde yaşayan köpeğin. İhtimal, beni ısıran, tüfeğin içinde yaşayan köpekti, tüfeğin kendisi değil. Belki de kaçıp onu kaderine terk etmiş olmasam gelip beni ısırmazdı. Ama kaçmıştım. Ama gelip beni ısırdı. Yine adım sesleri yaklaşıyordu. Biri, “tut şunu!” diye bağırdı, diğeri “bırak beklesin!” dedi. İçlerinden biri, “Hadi sahneyi tekrar çekelim!” diye haykırdı. Bunu bir kahkaha tufanı izledi. Bu kez sırayı anlayabildim. Önce sözler, sonra kahkahalar. Tanımadığım biri yanıma gelip beni ilerideki bir ağaca doğru sürükledi. Adalarına sıkıca tutunmuş karıncalar da benimle sürüklendi. Avda, ne zaman ki avlanırsın, işin biter. Şimdi, yığılıp kaldığım o yerde, tüfeklerin ikisi de bana dönüktü. Tüfeğin efendisinin gözleri üzerimdeydi. Kalan herkesin gözleri üzerimdeydi. Belki karıncaların gözleri bile bendeydi… Benim gözlerim ise kapalıydı. Ben artık, omzumda açılan ve kanımla çerçevelenen yeni gözümden görüyordum her şeyi.

İlk değildim, son da olmayacağım. Ben bir köpektim ve beni vurdunuz. Bir tavuk olsam kafamı koparıp can çekişen bedenimi fırlatır atardınız; bir at olsam bir ikona ressamının hayatını anlatmak uğruna beni mızraklardınız; bir eşek olsam tutuşmuş bir kâğıt parçasını kuyruğuma bağlardınız. Ben bir köpektim ve beni vurdunuz. Koca tüfeğinizle film denen şeyin peşindesiniz sanmıştım. Filmi bırakıp niye beni avladığınızı hiç anlamadım.

Bu öykü, başta Karabaş olmak üzere, “film çekmek” uğruna istismar edilen, kötü muameleye maruz bırakılan ve/veya öldürülen insan dışı hayvanların tümüne ithaf edilmiştir.

Çizimler ve İngilizceden Çeviren: Damla Karadeniz ✪

Önceki

JG Ballard ve Duygunun Ölümü

Sonraki

Kaleciyi delirtmek veya eski zaman futboluna dair bir film