Ses, anlatı ve tutarlılık: Muhalefet için yüksek standartlar

Ali Ersen Erol, Üçüncü Konuşurken başlığı altında sürdürdüğü yeni yazısında, muhalif olmanın doğru algılanıp algılanmadığına bakıyor. Muhalefetin egemen güçlere karşı ses, kültür ve anlatı kavramları üzerinden mevcudiyetinin haline sıradışı bir yaklaşım.
Eylül '11

[sws_3_columns title=””] Muhalefet: 1. Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık. 2. Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu. 3. Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler. muhalefet etmek: karşı davranışta bulunmak, karşı çıkmak.
[sws_divider_line]

[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]

“…karşıt olmanın, hayır demenin, itiraz etmenin, yani bizim anladığımız anlamda muhalif olmanın söylemsel veya toplumsal bir gücü yok.”

[sws_divider_line]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]

“Egemen söylemlerin hepsi, bu mücadeleye “sesli” başlıyorlar. Her ne kadar hatalı olursa olsun bir argümanları, söylemin ortaya koyduğu bir mantığı var.”

[sws_divider_line]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]

“Söyleyiş, ifade, bildiri” gibi anlamlandırmalara bakarsak, söylem kelimesinin postmodern kullanılışı TDK’ya uğramamış.”

[sws_divider_line]
[sws_divider_padding]


[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]
[sws_divider_padding]

“Anlatılar, karşı-söylemlere hayat veriyor ve onları sadece birer “hayır” olmaktan kurtarıyor.”

[sws_divider_line]

[/sws_3_columns]

[sws_3_columns_2thirds_last title=””]

Bir görüşe, eyleme, düşünceye muhalif olmak, aykırı olmak, karşıt olmak tam olarak ne anlama geliyor? Biz toplum olarak kelimelerin şiddet ve çözümsüzlük yönündeki anlamlarını şişiren bir anlayışa sahibiz. Mesela meydan kavramının “ya kelle kesilen ya kral devrilen yer” olduğu anlayışına, yani meydan kelimesinin şiddetle nasıl yoğurulduğuna ve bu yorumun polis şiddetine olası katkısına daha önce değinmiştik. Benzer bir durum muhalif ve ondan türeyen muhalefet sözcüğü için de geçerli. Görünen o ki, özellikle siyasi alanda, muhalefetten ve muhalif olmaktan anladığımız, TDK’nın bize sunduğu anlamla aynı çizgide: itiraz etmek, karşı çıkmak, anlaşmamak, aykırı olmak. Bu tür bir karşıtlık her ne kadar ilk başta demokrasi açısından sağlıklı gözükse de, maalesef demokrasinin amacı olan çok sesliliğe ihanet ediyor. Çünkü karşıt olmanın, hayır demenin, itiraz etmenin, yani bizim anladığımız anlamda muhalif olmanın söylemsel veya toplumsal bir gücü yok. Bir sesin gücü, onun arkasında ona itici güç olan hikayenin kapsamlılığından ve söylemin tutarlılığından gelir. Böyle bir tanımı ölçüt koyarsak, ülkemizdeki yükselen tek sesliliğin sebeplerinden birini görmeye başlayabiliriz.

Ses Üzerine

Ses kelimesinin kültür, egemenlik, güç yapısı gibi kavramlarla olan ilişkisini, söylem kelimesinin Foucault sayesinde kazandığı postmodern anlama bağlayabiliriz. “Söyleyiş, ifade, bildiri” gibi anlamlandırmalara bakarsak, söylem kelimesinin postmodern kullanılışı TDK’ya uğramamış. O yüzden bu yazıda kullanılacağı şekilde söylem kelimesini şu şekilde tanımlayabiliriz: toplumsal düsturları kapsayan ve tekrarlanması sayesinde bahsedilen düsturları yayan, böylece içselleştirilen dilsel kalıp. Mesela, “bir nezaketten sonra teşekkür edilmesi” bu açıklamaya göre söylem tanımının içine giriyor. Toplumsal bir genel kuralı–bu örnekte “nezaket” başlığı içinde toplanabilecek karşılıklı münasebet kuralını–aile, oku, kitap, film, müzik vs gibi toplumsal muhabbetin olduğu, söylemlerin dolaşımda bulunduğu heryer tekrarlıyor. Biz de bu tekrarlamadan payımızı kanıksamak olarak alıyoruz.

Bazı söylemler uzun süreler boyunca dokunulmadan dolaşımda kalabiliyor. “Yaşlılara saygı duyulur,” “yalan söylemek ayıptır,” “parayla mutluluk satın alınmaz” gibi söylemler toplumun işleyişini kolaylaştırdığı ve genel olarak kabul gören düsturlar olduğu için yüzyıllar boyunca nesillerden nesillere aktarılıyor. Fakat bazı söylemler zaman geçtikçe tartışmaya açılıyor. “Erkek evin reisidir,” “kara ten rengine sahip olanlar daha aptaldır,” “güzel olanlar iyi insanlardır,” “eşcinsellik hastalıktır,” “kadınlar ev hanımı olmalıdır,” “fakirler çalışmadıkları için fakirdir” gibi söylemler, tartışmaya açılanların bazıları.

Bahsedilen tartışmaya açma ve yerleşmiş, egemen halini almış, fakat toplum için sorunlu hale gelmiş söylemlerin sorgulanmaya başlaması, bizi “ses” kavramı üzerinde durmaya savet ediyor.

Egemen söylemlerin hepsi, bu mücadeleye “sesli” başlıyorlar. Her ne kadar hatalı olursa olsun bir argümanları, söylemin ortaya koyduğu bir mantığı var. Eleştirmek isteyenler için alenen yanlış olan egemen söylemin argümanı, gerek kültürün gerekse siyasi yapının güç basamaklarından faydalanıyor. Toplumun bir söylemi kabul etmiş olması başlı başına bir zorluk yaratıyor. Fakat buna ek olarak, egemen söylem günlük hayattaki davranışları etkileyerek “ses” buluyor.

“Ses” gibi anlatması zor bir kavrama bir de karşı taraftan bakalım. Toplumda kimler “susturulmuş” durumda? Mesela sürekli öldürülmekte olan kadınlar. Tehdit altında olan, beraber olduğu insandan dayak yiyen, tehditler alan ve sonunda öldürülen kadınlar. Bu durumda kadınların sesi olmadığı ve karşılaştıkları herkes tarafından susturuldukları aşikar. Herşeyden önce “erkek her zaman daha haklıdır” egemen söylemi, içselleştirildiği takdirde, bir kadının ya dövülmesine rağmen erkekle beraber kalmasına, ya da zulüm görmesine rağmen etrafına şikayet edememesine yol açıyor. Polise veya devlete sığınmaya kalkarsa daha çok baskı altında kalacağını bilen kadınlardan bazıları, buna rağmen devletten, savcıdan veya polisten yardım istiyor. Fakat toplumumuzda kadına karşı ne kadar olumsuz ve güçsüzleştirici söylem varsa devlet mekanizmaları tarafından korunduğu için, tehdit altındaki kadına yardım edilmiyor ve her hafta en az bir kaç tane benzer cinayeti gazetelerde okuyoruz. Bu durumda kadın: erkeğe karşı koyamıyor; tehditten ve içselleştirilmiş güçsüzlükten etrafına şikayet edemiyor; cesaret edip polise, savcıya veya devlete gitse bile bu kurumlar erkek-egemen söylemi yaşatıyorlar. Neticede bu durumda olan bir kadın “susturulmuş” oluyor.

Ses, tamamen güç ve güçlendirme ile ilgili bir kavramdır. Egemen söylem toplumda kabul gördüğü, kültür, siyasi, ekonomik ve yasal mekanizmalar tarafından desteklendiği için güçlü bir sese sahiptir. Fakat egemen söylemin aksi yönünde gitmeye çalışan bir karşı-söylem, ilk andan itibaren bütün bu etkilerin direncine karşı gelmek zorundadır. Mücadeleye susturulmuş başlar.

Etkin bir karşı-söylem geliştirmek, o söyleme ses verebilmekle alakalıdır. Tek başına bir ‘hayır’ hiç bir zaman bir karşı-söylem olamaz ve bir gücü de yoktur. Bir karşı-söyleme güç verebilmek, herşeyden önce onu kültürün ve toplumun bir parçası haline getirebilmekle başlar. Fakat burada biraz durmamız lazım. Söylem, karşı-söylem ve ses kavramlarının, “kültür” kavramı ile organik bir ilişkisi vardır. Burada bir parantez açıp o ilişkiden bahsetmek çok önemlidir.

(Kültür

Kültür kavramını tarih içerisinde birçok değişiklik geçirdi. Çok kısaca özetlemek gerekirse: 1800lü yılların sonunda kendilerinin üstün konumlarını tescil etmek isteyen Avrupalı “bilim adamları,” kültür kavramını toplumların bir hiyerarşisi şeklinde tanımladı. Tabii ki, barbar olarak nitelendirdikleri siyahilerin veya doğuluların kültürleri çok ‘az’dı ve ideal olan bir Avrupa’lı gibi yaşamaktı. Daha sonra aynı çizgide “üst kültür” ve “alt kültür” ayrımları yapıldı. Buna göre insanlar kültür sahibi olabilirler, ve “kültürlü” olabilirlerdi. Tabii ki bu yine Avrupları gibi davranmayı öğrenmek, onların dinledikleri müzikten hoşlanmak ve yaptıklarını yapmaya çalışmaktan geçiyordu. Özellikle ikinci dünya savaşından sonra bu tür tanımlara ciddi itirazlar oldu[1. Bu itirazlarda başı Fransa’da varoluşsal felsefe üretenler ve Wittgenstein başta getirdi. Beraber Kant’ın izini çoğunlukla sildiler. Yani–özellikle Wittgenstein’ın herşeyi dilsel bir oyun olarak tanımlamasından sonra–dünyadaki ‘şeyler’ kendi içlerinde tanımları olan gerçeklikler olarak algılanmayı bıraktı. Onun yerine, herşey belli bir zaman/mekan çerçevesindeki kullanımı ile değerlendirilmeye başlandı.]. A.B.D.’li diplomatların 1950lerde diğer ülkelerin kültürlerini öğrenmeye çalışmaları ile başlayan delilik[2. Edward T. Hall ile başladı.], kültür çalışmalarına başlı başına bir hayat verdi ve bugün kültür çalışmaları bambaşka bir noktada[3. Kültür çalışmalarının ne kadar bambaşka noktalara geldiğini görmek için bkz: Zizek!!]. Bugün kültürün iki temel tanımı var. Birinci tanım, kültürü öğrenilen yapılar olarak görüyor[4. Kültür kavramının kısa tarihi ve bahsedilen anlamı için bkz: Kevin Avruch, Culture and Conflict Resolution. USIP. 1998]. Bu tanıma göre kültür, herhangi bir topluluğun geliştirdiği ve yeni üyelerine öğretebildiği bir arada yaşama şekli. Bu tanıma göre “doktorluk” da bir kültür, “öğretmenlik” de, “çocuk parkı”nın da bir kültürü var, “dersliğin” de, “ülkenin” de.

Fakat söylem, karşı-söylem ve ses ile alakası olan kültür tanımları bunlar değil. Bu yazıda kullanılan kültür tanımı dil ile doğrudan alakalı. Bu tanıma göre kültür denilen yaşanan, hayata geçirilen söylemlerin toplamından ibaret[5. Bu tanım W. J. Starosta’ya ait.]. İnsanların arasında dolaşan söylemlerin hayat bulması, kültürün hayat bulması demek oluyor. Mesela “Türkler yaşlılara saygı duyar” söylemi davranışlarla, anmalarla, törenlerle vs. hayat bulduğu zaman, kültürün bir parçası haline gelmiş oluyor. Fakat güç ile ilgili konulara girdiğimiz zaman masumiyet çabuk bozuluyor. Bu tanımdan yola çıkmak bir kaç sonuç doğuruyor.

  1. Herşeyden önce, kültür sürekli bir ikna etme anlamına geliyor. Hangi söylemin bir topluluk içerisinde dolaşımda olduğu, hangisinin hayata geçirilip geçirilmeyeceğine karar verilmesi, kültürün parçası olan insanların sürekli değişik yönlere birbirini ikna ettiğini gösteriyor.
  2. Bu yüzden kültür sabit birşey olmaktan çıkıyor. Sürekli var olan ikna, değişim kavramını kültür kavramının değişmeyen bir parşası haline getiriyor.
  3. Kültürün değişmesi, söylemlerin ve karşı-söylemlerin o topluluk içerisinde birbirlerine göreceli sahip oldukları sese bağlı oluyor. O topluluk içerisinde daha çok dolaşan, daha çok sese sahip olan söylem, o kültürü değiştirmiş oluyor.
  4. Kültür denilen kavram güç mekanizmalarından uzak olarak görülemiyor. Hergün kullandığımız, hayata geçirdiğimiz anlamlar, bize güç mekanizmaları tarafından sunuluyor. Farkında olmasak da, sadece belli bir sese, yani güce, sahip söylemleri ve anlamları kullanıyoruz günlük hayatımızda. O yüzden, hangi söylemlere ve anlamara göre yaşamayı seçtiğimiz, kültürün yapısında var olan güç dengelerini koruduğumuzu  mu, onların aksi yönünde gittiğimizi mi belirliyor.
  5. Kültürün güç yapısını değiştirebilmek, karşı-söylemlerin bolluğuna ve seslerine kalıyor. Tekrar ve tekrar: “hayır” duruşu karşımıza güçsüz bir itiraz olarak çıkıyor.

)

Anlatı Üzerine

Karşı-söylemlerin bir sese kavuşabilmesinin arkasındaki en büyük itici güç anlatılar. Anlatılar, sese sahip olmayan insanların hikayeleri. Bu tür hikayelerin bilinmesi, karşı-söylemlerin içlerini dolduruyor. Mesela bir gazetede kadına karşı şiddeti protesto eden bir yazıyı okuyanlar büyük bir çoğunluk oluşturmayabiliyor. Fakat, 24 yaşına henüz girmiş Damla’nın hayalleri, umutları, yaşadıkları zorluklar ve üzüntüleri sonrasında en sevdiği insan tarafından nasıl dövülerek öldürüldüğünün anlatılması geniş bir okuyucu kitlesine hitap edebiliyor ve daha akılda kalıcı oluyor. Bu tür anlatıların radyo, dergi, kitap, televizyon, sinema ve tiyatro gibi değişik kanallardan sunulması, karşı-söylemin “sesini” mutlaka arttırıyor.

Anlatılar, karşı-söylemlere hayat veriyor ve onları sadece birer “hayır” olmaktan kurtarıyor. Karşı-söylemler, anlatılar sayesinde güç kazandığı gibi, susturulmuş insanların hikayeleri, anlatılar sayesinde karşı-söylem yapısına giriyor, ses kazanıyor ve toplumsal değişimde önemli bir yer tutuyor.

Tabii, anlatıların ve karşı-söylemlerin bir kültür içerisinde yaratabileceği meşruiyet krizini aşabilmesi için hem kendi içerisinde, hem de parçası olduğu kültürle kendisini tutarlı göstermesi gerekiyor. Anlatıların tutarlı olabilmeleri için, kahramanlarının kendi karakterleri çerçevesinde davranmaları birinci şart. Daha sonra içinde bulunduğu kültürün zaman anlayışına uyması, yaptığı ve söylediği şeylerin gerekçelerinin kültür tarafından kabul görüyor olması, bunun için de karakterini, davranışını ve söylemini o kültür içerisinde kabul gören bir temaya oturtması lazım[6. Anlatıların tutarlılığı için: Anlatı çalışmalarının çağımız dehaları Gubrium ve Holstein’e bakılabilir. Bunun dışında Charlotte Linde’in anlatıların anlamsal tutarlılıkları üzerine özel araştırması vardır.]. Bu tür bir anlamsal tutarlılığa sahip olmayan anlatılar, kendilerine yer yapamazlar.

Muhalefet Reloaded

Bu durumda, sadece “itiraz” etmeye çalışan muhalefet anlayışının bir gücü olmadığı ve sadece kendi güveninirliğine zarar verdiği umarım ki daha da belli oldu. Gerçekten bir sonuç bekleyerek muhalefet olmak isteyen birinin, güç sahibine “hayır, yanlışsın” demesi, çoğu zaman birşeyi değiştirmiyor. Etkili bir muhalif olmak için, güç sahibinin sözünü beklemek yerine, dolaşımda olan egemen söylemleri tespit ederek onlara karşı-söylemler üretmek ve o karşı-söylemlere güç vermek için anlatılar bulmak, tutarlı bir biçimde yaymaya çalışmak gerekiyor.

Bu tür bir muhalif anlayışının hem iyi, hem de çok iç açıcı olmayan sonuçları olabilir. Mesela, ülkemizdeki demokrasi sisteminin tek sesliğe gitmesi karşısında durması gereken “muhalefetin,” kendisini ‘itiraz’ anlamı etrafında çerçevelemiş TDK muhalefeti olduğu açık. Bununa beraber, karşı-söylem geliştirmek ve toplumda bunu anlatılarla yaymaya çalışmak siyasetin eline kalmak zorunda değil. Muhalif olmak isteyenler karşı-söylemler geliştirip, onlara ses vermeye çalışabilirler–ki bazı belgeseller, filmler ve kitaplar bunu zaten başarı ile gerçekleştirmekte.

Öyle ya da böyle, muhalif olmak zor zanaat. Egemen söylemlere karşı mücadele başlatanlar, genellikle “susturulmuş” konuma terk edilmenin her türlü baskısını hissederek başlarını kaldırmaya çalışıyorlar. Fakat ikna mekanizmalarının, karşı-söylemin ve kültürün içerdiği değişim fikri umutlu olmamızı sağlıyor. Sözün olduğu yerde, umut hiç bir zaman sınırlı bir kaynak değildir. Wittgenstein’ın dediği gibi: “Denebilecek her ne varsa, daha iyi bir şekilde söylenebilir.”
[sws_divider_line]
[/sws_3_columns_2thirds_last]
Notlar: ✪