[Werner Herzog] Düşsel yaşam trajedisi o kadar da trajedi değil

Kısmen macera, kısmen anı kitabı ve kısmen tasnif edilemeyen bir metin denebilecek “The Twilight World”, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden otuz yıl sonra, Filipinler'in Lubang adasındaki görevine sadık kalan Japon askeri Hiroo Onoda'nın hikayesini anlatıyor.

Los Angeles’taki evimden neredeyse hiç çıkmadığım birkaç ay sırasında bir ekip ve oyuncularla film çekmeye cesaret edemedim ve işte o zaman “The Twilight World”ü yazdım.“ Hikaye yirmi yıldır kafamdaydı. Bazen tamamen hazır bir şeye sahip olursunuz: düşünmek zorunda değilsinizdir, bir olay örgüsü oluşturmaya gerek yoktur – zaten oradadır.

Kitap bittikten sonra, hemen bir sonraki kitabı yazdım, üç katı uzunlukta. Bir tür anı kitabı, ama otobiyografi değil. Sadece bir kısmı benim hayatımla ilgili. Aslında fikirlerin kökenleriyle ilgili. Örneğin, on yedi yaşındayken, Girit adasında on bin yel değirmeni ile dolu bir vadiye rastlamıştım. Bir eşek kiralamış, iç kısımdaki dağlarda seyahat ediyordum. Bu yel değirmenleriyle dolu vadiyi gördüğümde düşündüm ki, bu olamaz, ya bir yanılsama ya da delirdim. Büyükbabamı delirmişken hatırlıyordum ama daha yaşlı bir adamdı ve daha çok erken diye düşündüm o anda. Bu şimdi olmamalıydı.

Kendimi toparladım ve vadiye doğru yürüdüm ve gerçekten de işte orada yel değirmenleri vardı. Tüm bu vadinin sulanması için su pompalamak için oradaydılar. Tek bir bina yoktu, sadece on bin yel değirmeni – tamamen çılgıncaydı. Kitap, böyle bir imgenin nasıl kendini çoğalttığını ve sonra aniden bir hikayeye nasıl bağlandığını ve tüm bir uzun metrajlı filmi nasıl bir arada tuttuğunu anlatıyor – “Signs Of Life”.

Shigeaki Saegusa’nın bestelediği, efendisi haksızlığa uğrayan ve seppuku yapmak zorunda kalan kırk yedi sadık roninin ünlü hikayesine dayanan “Chushingura” operasını sahnelemek için Japonya’daydım. Ronin, yaptıklarından dolayı kendilerini de intihar ederek öldürmek zorunda kalacaklarını bilerek intikamını alır. Japon hikayelerinin en Japonudur – her okul çocuğu hikayeyi bilir. Japonya’dayken, İmparator ile özel bir görüşmede buluşmak isteyip istemediğimi sormak için İmparator’un ofisinin haber gönderdiğini söylediler. Ancak sadece basmakalıp konuşalar ve kibar, yapmacık diyaloglarla konuşabileceğim hissine kapıldım, bu yüzden reddettim. Bugün dahi, yer yarılsın da içine gireyim diyorum. İyi huylu sessizlikler vardır, ama aynı zamanda şok sessizlikler ve düşmanca sessizlikler de vardır ve orada birlikte çalıştığım kişiler arasında upuzun bir sessizlik oldu. Sonra aralarından biri Japonya’da başka kiminle buluşmak isteyeceğimi sordu ve ben de birdenbire “Onoda” dedim.

Uzun yıllar boyunca, hayatını anlatan bir filme destek vermeyi reddetmişti. Ancak, “Bunu yapması gereken biri varsa, o da sensin, Herzog-san,” dedi bana. Bundan çok etkilendim ve bir süre hikayesinin bir film olabileceğini düşündüm. Ama bir şey bunu yapmama engel oldu. Hikayenin aslının filmlerin alanı dışındaki unsurlarla ilgili olduğunun farkındaydım – bir inanç sisteminin, neredeyse dini bir yoğunlukla tutarlı bir dünya görüşü oluşturan en küçük ayrıntıların gözlemlenmesinden kaynaklandığı örneğin. Örneğin, Onoda’ya savaşın bittiğini ve teslim olması gerektiğini bildirmek için küçük uçaklardan broşürler atılmıştı. İncil’in papirüs parçaları gibi bu broşürleri incelemiş ve Japon karakterlerden birinde küçük bir yazım hatası içerdiğini veya taburuna eski adıyla (savaşın bitiminden kısa bir süre önce taburunun adının değiştirilmişti) hitap ettiklerini yakalardı. Ona göre bu detaylar, yazım hataları, broşürlerin düşmanın işi olduğunun kanıtıydı.

Fakat kendini düşsel bir yaşama yerleşmenin trajedisinin o kadar da trajedi olmayacağına dair bir his vardı içimde. Yekün bir hayat yaşadığına dair şüphelerim var. Ve tabii ki, beni büyüleyen şey sadece Onoda’nın o düşsel yaşama nasıl yerleştiği değil, aynı zamanda hepimizin temelde kültürel normlarımız içinde bunu nasıl yaptığımız. Hikayesinde, bir insanı insan yapan şeyin daha derin yapısı daha görünür hale geliyor bence.

Sanırım, otuz yıl süren tek başına bir savaştan sonra, savaşın aslında olmadığını kabul etmek konusunda isteksizdi. Bu nedenle, 1974’te onu bulan genç adamın Japonya’ya dönmesi ve birliğinin hala hayatta olan eski bir binbaşısıyla adaya birlikte adaya tekrar gelmesini istedi ve görevini bırakması için yetkili bir askeri emir duymakta ısrar etti. Sonun resmileştirilmesi ve aslında ritüelleştirilmesi gerekiyordu, ancak o zaman savaş sona erecekti. Ancak şaşırtıcı olan şey, yine de binbaşının ona “Bunların hepsi uydurmaydı, sadece azminizi test etmek istedik,” demesini, sonun sadece bir yanılsama olmasını umuyordu.

Zamanın akışı, hikayenin film değil de kitap haline gelmesinin nedenlerinden biri. Onoda ile zaman hakkında uzun uzun konuştum. Şimdiki zamanın var olamayacağı fikrinden büyülenmişti. Ormanda bir milyon adım atıyorsun. Çamurdan ayağını kaldırmak çoktan geçmiş zaman artık ve birazdan o adımı atmak artık gelecek zaman. Şimdiki zaman diye bir şey yok. Uzlaşı halinde, şimdiki zaman kurgusunda yaşıyoruz, ama sadece beyanda bulunarak. Teknik olarak aslında öyle bir şey yok. Zamanı geldiğinde koltuk değnekleriyle yürüyoruz.

İçerik veya öz, biçimden önemlidir, evet. Üslüp ve biçim o kadar da önemli değil. Eğer öyle olsalardı, o zaman kitsch olan her şey, mükemmel bir biçime, mükemmel bir uyuma sahip olan her şey, büyük edebiyat ve resim yapıtları olurdu. Ama hayır, öyle değil. ✪