Yoksul evi

Bir Özkan Şahin öyküsü; Yoksul evi
Mart '09

-İ. Alper Kumsar’a-

Ortadoğu’nun en karizmatik ülkesinin başkentinin yaklaşık yirmi kilometre doğusu…

Önümdeki çamur deryasının üzerinde ayakkabı tabanı balıkları yüzüyor, şişmiş şeffaf poşetler denizanaları, hepsi bezgin, kahrolası bir dinginliğin altında yok olmayı başarabilmek için dua ediyorlar. Kahverengi dalgalar dizlerimi neredeyse çiğ çiğ yiyecek! Göğüslerine kadar çamura bulanmış meyvesiz ağaç fidanları güya ortama estetik katacak. Bir kokonanın çenesindeki kıllı benin görevini ifa ediyorlar bu laçka bozkır parçasında. Anca gözüyle beraber dimağı da körelmiş bir akılsız onları dilberlerin dudak çizgilerinin kenarındaki noktamsı lekelerden sanır. Yağmur çiseliyor, kabızlı bebeklerin canhıraş çığlıkları bacalardan, pencerelerden çıkan dumanın koyuluğunu artırırken yorgunluğum aklıma geliyor. Önümdeki çamur gibi bulanıyorum, Kuruçeşme geliyor aklıma, Arnavutköy… Sirkeci’de İlknur’la salep içiyorum. Avuçlarımda bir kedinin kibirli gerdanından daha sevecen ve yumuşacık eller. Güvenden, sevgiden ve gelecekten bir beden, teninin ısısı tenimin ısısına karışıyor, o kadar yakın. Hayır hayır değil, şu anda çamur, utanç, özlem ve bıkkınlıktan başka bir şey yok! Hayaller şu anda işimi daha zor kılar. Ben mütevazı bir adamım, basit bir nesne ile de hoşnut olurum.

Bir kahve olacak şimdi, evde olacağım, kucağımda bir Gide romanı ya da Mesnevi ciltlerinden biri.

Sıcaktan sızmalıyım.

Annem elinde elma dolu tabaklarla karşıma dikilmeli, “Bu saatte uyunur mu?” diyerek. Bu hayal bile şu anda ne kadar lüks, hayallerden kaçılmıyor değil mi? Yabancı görmeye alışık olmayan bir mahallenin gözleri yüzüme tükürürken aradığım evi nasıl bulurum diye düşünüyorum. Her yer çamur, her yer bulanık, her yerde kendini gizlemeyi bilen namussuz bir acının homurtuları. Sırtında bedeninin yarısı kadar bir çantayla yanımdan geçen kıza “Cevdet Amca’nın evini” soruyorum. Kaşlarını çatıyor, cevap yok. Yağmur bastırıyor. Mahalleye yanaştıkça ev sayısı artıyor. Çamur üzerleri sürüngen ve kemirgen yuvalarıyla kaplı asfalt, beton karışımı bir ayrıntıya dönüşürken ensem gökten inen suyun soğuğu ile titriyor. Saçlarım sünger gibi damlaları tutarken bu teneke ve kibrit kutusu yığınında evi nasıl bulacağımı düşünüyorum. Yağmur ancak şiddetinden uzaksan güzel ve sözü edilmeye değer. Çamur deryasının bezdiriciliği gerimde kalırken suskunluk dağlarının ıssızlığı belimden kavramaya teşne. Umarım bu ayrıksı iticiliğe daha fazla tahammül etmek zorunda kalmam. Önü ayva ve iğde ağaçlarıyla dolmuş bir derme çatmanın yanından geçerken elinde gülle kılıklı bir soba kovasıyla yaşlı bir kadın görünüyor. Sıkıla sıkıla soruyorum ki yaşamlarının en büyük korkusu yabancıların sorularına cevap vermek. Üstelik cevabı bilmelerine rağmen!

Onlar ancak kahramanlarının horultularını dinlerken kendilerini yaşıyor addederler.

“-Teyze kolay gelsin”

Önce çenesine düşmüş başörtüsünü topluyor. Önünde pamuklu bezden bir set var şimdi ağzının. Kısık gözleriyle yüzüme bakıyor. Tanıdık mıyım acaba?

“-Cemil yok yavruuum, dedesi işe koydu. Numune hastanesine, temizlik şirketine…”

“-Cemil’i değil teyze, ben Cevdet amcanın evini arıyorum.”

“-Hıııı… Sen Cemil’in arkadaşı değil misin?

“-Hayır.”

“-Kusura galma, seni bizim torunun dostu sandımdı da.”

“-Estağfurullah, ne kusuru! Cevdet Amcaların evi nerede?”

“-Ahan şu köşeden dönüver, yeşile boyalı ev.”

Her şeyinizle yabancısı olduğunuz bir yeryüzü parçasında aradığınızı bulunca nasıl da mutlu oluyorsunuz.

Hele yağmur altındaysanız…

Yaşlı kadına teşekkür ediyorum. Yağmur hızlanıyor, köşeye doğru ilerliyorum. Koşar adım ilerleyeceğim olmayacak. Çamur tortuları boynuma kadar sıçrayacak. Ayakkabılarım su çekiyor, üşüyorum. Romatizmalarım akşama anamı ağlatırken Deli Pedro gibi aklım bir karış havada sıcak bir deniz kenarı hayal edeceğim. Şükürler olsun köşe yakınımda. Eve ulaşmama birkaç dakika kaldı. Sağımda dizilmiş evlerin gerisinden yükselen bir motor sesi…

O bana yaklaştıkça ben de döneceğim köşeye yaklaşıyorum. Köşeyi dönüyorum, karşımda gıcır gıcır bir panelvan araç. Üzerinde kocaman bir kazan ve içinde fokurdayan salçalı bir çorba resmi. Acıkıyorum. Kazanın altındaki mavi şeridin üstünde “Ankara Büyükşehir Belediyesi Çorba Dağıtım Aracı” yazıyor. Aracın motoru duruyor. Ayağında eniştemin balığa çıkarken giyindiği o sarı botlardan olan bir dev araçtan atlıyor. Aracın yan tarafındaki geniş kapıyı açarken az önce öldüğünü sandığım ses son hamlesini yapıyor ama ne çirkeflikle. Sessizlik karşısındaki farelerin boyutlarından korkmuş bir kedi gibi kaçacak delik arıyor. Ellerinde ölü yüzleri kadar soğuk görünen tencerelerle onlarca insan…

Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, işsizler…

Ne çamur umurlarında, ne yağmur! Buğday tarlasına konan çekirgeler… Aracın açık kapısına yığılırlarken elinde kepçe olan sarı çizmeli izbandut savaş esnasındaki kralların telaşıyla önündeki aç orduya emir veriyor.

“-Sıraya laaan, sıraya… Zıkkım yiyesiceler, sırayaaa. Lan ne biçim insansınız… Tek sıraaaa…”

Bu kadar içten sevinen insanlar, aradıkları, bekledikleri karşısına dikilmiş insanlar, hangi uyarıyı dinlerler ki? Sanki izbandut uyarılarının işe yaramayacağını bilmiyor. Yetki sahibi olmanın gururunu yaşamalı ama hayatında birilerine bağırma, birilerini idare edebilme şansını kaç kere yakalayabilir. İnsanlara da yazık, onlar da idare edilmek zorunda kalacak kadar bağımsız olduklarının farkındalığına kanmalılar. Bir iki tabak çorba karşılığında insan insanlığına doymalı, tenekeden tencereden bir tarih doğmalı böyle. Araç, izbandut, çorba kazanı ve özgürler arkamda kalırken ben yeşil boyalı eve yürüyorum. Önümden yağmurun yorduğu ıslak bir fare koşuyor süratle. Korkuyorum, tiksiniyorum. Tahta kapıyı açıp bahçeye dalıyorum. Kocaman ve aptal bir köpek önünde duran ekmek ve ayrandan mürekkep yiyeceğe bakınıyor. “Hah, şimdi havlayacak” diye düşünüyorum, umurunda bile değilim oysa. Bir önündekine, bir suratıma bakıyor. Galiba yemek için hangimizin daha iyi bir seçim olduğunu düşünüyor. Birkaç adımın ardından evin tahta kapısına erişiyorum.

Tak tak tak.

İçeriden insan varlığının ispatı olan zayıf çıtırtılar geliyor. Adımlardaki sükûnetin şiddeti üzerinde bulunduğum ıslak zemini ve bedenimi titretiyor. Nasıl bir yer burası Allah’ım, sükunet ortalığı titretir mi? Tahta kapının iç zırzası sökülüp de, gıcırtıların ardından kendini belli eden yüze karşı yapmacık bir gülümseme hediye ediyorum. Yüz bana hiç de yapmacık olmayan bir şaşkınlıkla bakıyor. Neredeyse “Kapıları hep tanıdıklar mı çalar?” diye soracağım göz akları grileşmiş yaşlı kadına. Yüzümü seçebilmek için gözlerini kısıp ağzını açıyor. Şap dudaklarının ardında iyiden iyiye incelmiş, etleri çekilmiş ve köklerine peynir kırıntıları gibi tartarlar çöreklenmiş dişleri görüyorum.

“-Selamünaleyküm.”

“-Aleykümselâm.”

“-Cevdet Amca’nın evi değil mi burası?”

Hala kısılı duran gözlerinin üzerindeki seyrek kaşları çatıyor. Ağzını kapatıyor.

“-He ama benim de evim.”

Gülümsemem yapmacıklığından arınıyor.

“-İçeride mi kendisi?”

“-İçeride de ne yapacaksın ki onu?”

“-Hastanede evraklarını buldum. Düşürmüş herhalde. Sağlık karnesi, reçeteler, makbuzlar falan.

“-Hastanede mi?”

“-Evet.”

“-Haaa. Doğru ya kaybetmişti, kaybetmişti. İçeri gel, ıslanmışsın içeride verirsin.”

“-Sağ olasın teyze, siz buyurun şu.”

Elimi montumun cebine attığımda kaşlarını tekrar çatıyor. Misafirperverliklerini umursamayacağımdan çekiniyor; bense rahatsızlık vereceğimden. Vaktim çok oysa bu kısa misafirlik bana ne kaybettirebilir? İçeri süzülüyorum. Salona uzayan koridor içi buzla kaplı o mağaralara benziyor, soğuk ve loş… Kapıların her biri bir diğerinden farklı, eşiklerdeki kırıklar bakımsızlığın, tavanla duvarların birleştiği noktalardaki sarışın, dağınık su lekeleriyse sağlıksızlığın göstergesi. Kışın nemden, çamurdan, buzdan ve soğuktan; yazın, cereyandan, tozdan ve sıcaktan mürekkep cesur bir dünya. Bu insanlar, hala yaşıyor olabildikleri için kâinatın en sağlam bünyelerine sahip olmalılar. Islak montumu bebek parmaklarına benzeyen çengellerden birine asıyorum. Yaşlı kadın kalça kemiklerinden tutunduğu obez bedenini taşımakta zorlanırken attığı her adımda yüzünde acı başka başka ifadeleniyor. Sanki bastığı noktalarda dikenler var. Kapıya doğru yürürken kadına doğru dönüyorum.

“-Geçmiş olsun!”

Alt dudağını dişlerinin arasına alıp başını sağa sola sallıyor. Önemsiz birisinin, evin kedisi ve ya sokaktaki herhangi bir dilencinin yasını tutar gibi.

“-Romatizma oğluuum, romatizma.”

Romatizma sanki bir hastalık değil de dünyanın sonunu getirecek o çetin savaşlardan birine sebep olacak aşağılık, insan ve düşünce düşmanı bir ideoloji gibi geldi kulağıma. Keşke öyle olsaydı da kitaplarla, silahlarla, kalemlerle ona ve taraftarlarına karşı savaşıp önce şu gariban kadını, sonra da tüm insanlığı bu acıdan kurtarsaydık. Elimi kapı koluna uzatırken yaşlı kadın koridorun sonuna doğru gitti. Birkaç saniye etten bir tankı andıran bedenini seyrettim. Gençken güzeldi mutlaka, sabahtan akşama tarlaları savuracak kadar sağlıklıydı. İştahla kaşıklara, tabaklara saldırdığı oldu, ter su içinde kaldı kocasıyla sevişirken, derin leğenlerde yarım insan büyüklüğünde hamurları eze eze şekillendirdi…

Şimdi!

Kapı kolunu tuttuğumda ayalarımdaki damarların buzları çözülüverdi. İçerideki ısı, koridora açılan kapının alüminyum kolunu bile ılıtmıştı. Salona girdiğimde dikkatimi çeken ilk şey soba oldu. Soba demirden bir hücreydi ve içine dünyanın en azgın ejderhalarından birisi yerleşmiş, öfkeden ateş kusuyordu. İlk adımımla birlikte dışarıdaki soğuğu unuttum, eriyeceğim sandım. Sobanın kenarındaki somyada yatan yaşlı adam cebimdeki evrakların üzerinde fotoğrafı bulunan adamdı. Ayağa kalkmak için doğruldu, “Aman” dedim “Rahatsız olma amca”. Gülümsedi. Odadaki nefes ve insan gazının ağır kokusunu boğan kuşburnu kokusu etraftaki bulanıklığın çekilmezliğini bir nebze engelliyordu. Kuşburnu kokusu gürleyen sobanın üzerindeki demlikten kabarıyordu. Gözüm gayrı ihtiyari demliğe takılmıştı, sanki fokurdayan basit bir demlik değil, içinden geleceğime dair görüntüler geçen sihirli bir küreydi. Bugün gördüğüm en sevecen unsur bu demlik olduğundan ona böyle takıldım herhalde!

Odada oturmaya müsait tek şey sobanın kenarında dizilmiş tahta sandalyelerdi. Birisine oturdum. Yaşlı adam bir şeyler anlatmaya çabalıyordu ama nafile. Çabaladıkça ağzının sol gözüne doğru genişleyen kısmından görünen dili titriyordu. Sol gözünün alt kapağı kızarıp düşmüş, normalde göz kapağının kapattığı ıslak ve kırmızı et açığa çıkmıştı. Su sızdırıyordu. Ben bu gereksiz ayrıntıya dikkatimi vermişken daha bir dakika bile olmadan yakınımdaki sobanın ısısından rahatsız olup sandalyeyi birkaç adım geri çektim. Adam konuşmaya çalışırken yaşlı kadın ayaklarını sürüyerek içeri girdi. Elindeki tepside bir çay bardağı, şeker kâsesi ve bir tabak beyaz leblebi vardı. Kocasının çırpınan haline baktı, suratını astı, asık suratını önce boşluğa ardından yüzüme çevirdi.

“-Felçten sonra konuşamadı hiç. Ama çabalıyor, ilk başlarda kızdıydım, dinlemedi, ben kızmaktan yoruldum, o diretmekten yorulmadı.”

Herhangi bir cevap beklemiyordu benden. Tepsinin üzerindeki bardağa kuşburnu doldurdu. O kadar güzel bir kırmızısı vardı ki bu büyülü içeceğin, etraftaki her şeyin bir anda bu renge battığını sandım. Kadın tepsiyi sağ arka çaprazımda duran minik bir masaya bıraktı.

“-Gel oğlum burada iç. Sobaya yakın durma bunalırsın, çıkınca hasta olursun.”

Sandalyemi kaldırıp masanın kenarına koydum. Masanın üstünde eve girerken dikkatimi çekmeyen bir ayrıntıya rastladım. Pahalı bir çerçevenin ortasında orta yaşlı iri bir adam, solundaki eşi ve kucaklarındaki çocuklarıyla mutlu görünüyorlardı. Hepsinin düzgün ve temiz dişleri vardı. Kadın resme baktığımı gördü. Adam da başıyla resimdekileri işaret ederek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Kuşburnu o kadar lezzetliydi ki bitirince müsaade bile istemeden ikinciyi doldurdum. Leblebiler tazeydi ve içeceğe uyuyordu.

“-Amcan felç olduğundan ilaçlarını gidip alamıyor. Bende hasta, yaşlı bir kadınım. Bizim komşunun oğluna söyledimdi. Amcana ilaç yazdıracaktı, oda yarım akılın teki, evrakları unutmuş işte. Allah razı olsun, yoruldun buraya kadar.”

“-Ne demek, Ben size telefon numaramı bırakırım. Bir ihtiyacınız olursa arayın, müsait olursam hallederim. Ben olmasam bile kardeşim var o halleder.”

“-Allah razı olsun. Kimsesiz olunca ona buna ağız yüz eğiyorsun oğlum. Allah kimseyi ortada koymasın.”

Demek kimseleri yoktu. Başımı tekrar yukarı kaldırdım. İnsan benimsemediği birinin resmini neden evinin başköşesine koysundu ki. Merakımı anlayan yaşlı kadının gözleri buğulandı ama ağlamayacak kadar sert bakıyordu.

“-Resimdeki oğlumuzdu. Karısı ve torunumuz…”

“-Ee şimdi neredeler peki?”

Yaşlı adam sorumun ardından ağıt yakan bir kocakarı gibi dengesizce başını sağa sola sallayarak ağlamaya başladı. Kadın hala ciddiydi. Hasta kocasının bedenini terk etmiş dirayeti de kendi bedeninde toplayan kadında yaşamı boyunca hiç acı çekmemiş rahat bir kadının bakışları vardı. Damarlarında arsız bir sülük gibi gezinen acının yakıcılığı sadece göz bebeklerine dikkatle bakıldığında anlaşılabilirdi.

“-Amcan (bunu söylerken kocasına gezegenini kaybetmiş zavallı bir yaratığa bakar gibi bakmıştı) eskiden Ankara’nın namlı kadın terzilerindendi ki bakan, başbakan, cumhurbaşkanı hanımlarını giydirirdi. Müdürle, memurla taşardı tüm dükkân. Paramız pulumuz çoktu da uğraştık, çabaladık, çocuğumuz olmadı. Teey ihtilalden önce araya bir adam koydu amcan da bir evlatlık aldık yurttan. Pırıl pırıl çocuk, beyaz, sağlıklı… Aha o resimdeki oğlumuz işte, Ferhat. Besledik, büyüttük, okuttuk, polis ettik. Evlendi barklandı. Aha diğerleri de karısıyla torunumuz.”

Kadın sağ elini havaya kaldırıp konuşmasını durdurduktan sonra ayağa kalktı. Masanın yanındaki camekânlı küçük dolaba yanaşıp en alttaki çekmeceyi çekti. Elinde gri renkli, o itici resmi zarflardan biriyle yanaşıp zarfı uzattı. Zarfı elime aldığımda kadın kalktığı yere oturmuştu.

Zarfı açtığımda karşıma özel harekâtçı kıyafeti giyinmiş o polislerden birinin fotoğrafları çıktı. Polis malum kişiydi. Elindeki iri silahlarla kimi zaman bahar, kimi zaman kış görüntüleri altında hep aynı pozu vermişti.

“-Doğu’da görevliydi yavrum. Üç ay gider bir ay gelir. Bir gün izne geldi, bir kusar, bir kusar. Dedi ki ana ben bir doktora görüneyim ki aman ne öksürük. Doktora gitti. Geldi ki suratı asık. Dönecekti birkaç güne görev yerine, dönmedi. Bir şey de demez, doktora git, doktordan gel tam on beş gün geçti. Gelin ile çocuk da geldi bir vakit sonra. Bizimki hastaneye yerleşti. Sonradan duyduk ki ciğerinde yara çıkmış. Bir ay ömrü var yok! Kanser mi dedik, yok dediler. Oyyy evladım, gece operasyonda susamış da bir dereden su içmiş. Bir kaldırmış kafasını, su içtiği kenarın birkaç adım gerisinde bir köpek leşi. Amanın evladım, kurbanı olduğum. Sen suyu içerkene o leşin kıllarından yut. Kıllar siz gidin ciğerlere yapışın. Yara edin ciğerleri.”

Kadın konuşurken “Ha ağladı, ha ağlayacak” diye bekliyordum ama hislerine beton dökülmüş bir dev gibi kuvvetli çizgileri vardı yüzünün. Kahretmişliğin, benliği kadere salmışlığın hafifliği, ruh denizinde acıya ve acının ardındaki diğer hislere galebe çalmıştı. Herhalde dünyada çekecekleri daha fazla çile olmadığından bu kadar umursamazlardı! Belki de en değerlilerini kaybetmiş insanların zamanın getireceklerine dair bir heyecanları olmayacağı için.

“-Maaş bağladılar oğluma, arkadaşları cenazenin hemen ardından giriştiler işlere, tazminatı şuyu buyu bir çuval para. Gelin olacak kepaze İzmir’e aldı gitti hepsini. Dımdızlak ortadayız biz! Amcanın emeklisi bile yok, yeşil kartı olmasa… Allah razı olsun, ya insafı merhameti olmasa büyüklerin.”

Kadın konuşurken yaşlı adam patlarcasına öksürmeye, öksürürken de ciğerlerini kaşımaya başladı. Ağzından etrafa beyaz balgamlar sıçrıyordu. Felci yüzünden kapayamadığı gözünden akan yaşın miktarı artarken sırtını sıvazlamaya başlamış karısına doğru eğildi. Önce tok bir geğirti sesi geldi adamın zayıf boynunun derinliğinden, ardından adam midesindeki birkaç parça lokmayı bol sulu bir bulamaç halinde çıkardı. Etrafa zehir gibi acı bir koku yayılırken ayağa kalktım, kaçmak istediğim için utandım, içimden hem tiksinti hem suçluluk kabarıyordu. “Teyze…” dedim “Müsaadenizle kaçmalıyım.” Kadın utançla bakışlarını yüzüme çevirdi, tutmakta olduğu kocasını bırakıp beni yolcu etmeye davrandı ama izin vermedim. Evrakların içinde olduğu paketi masaya bıraktım. Cüzdanımı açtım. Kimsesiz iki yoksul yaşlıyı bir hafta doyurabilecek kadar para vardı. Onu da torbanın üzerine bıraktım.

Kapıya çıktığımda köpek hala aynı vaziyette umarsıca beklemekteydi. Bulutlar yoğunlaşırken yağmur dinmişti. Bahçe kapısını kapatıp geldiğim yola doğru ilerlerken önümde sürünen bir solucan dikkatimi çekti, basmamaya dikkat ettim. Canı sıkkın birer heykelin etrafa saçtığı tükürükler gibi her yeie kaplamış çamurun rengine sarılmak istedim. İçimdeki Âdem dile gelecekken çorba arabası köşeyi dönüp önüme çıktı. Sıçrattığı cıvık çamurdan kaçınmak için kenara çekildim. Sigara içtiğim günleri iştahla yâd ederken çamur deryası akşam ezanıyla dalgalanıyordu.

17 Kasım 2008 / Ankara  ✪