Ayrancı Molla Camisi’nin Hoca Derinci Temel Camisi’ne yaklaşmakta olduğunu önce Rızakâr Han’ın yirmi dört yaşında olup kırk dört yaşında gösteren çaycısı Sultan fark etti. Sultan on sekiz yaşlarında on sekiz gösteriyordu; ancak yirmi bir yaşında otuz yaşında bir adamın görüntüsüne sahipti ve elli dokuz yaşındaki annesi Konya Söğütaltı köyünde kırk gösteriyor, altmış dört yaşındaki babası Kınalı Cezaevi’nde kırk iki gösteriyordu.
“Bu hesaba göre…”
Sultan kendi kendine fısıldadı. Bardak yıkarken parkın üzerinde kalan set üstünün baktığı sahili ocağın çıkma penceresinden her zaman aynı açıyla izlemeyi severdi. Çarşamba akşamı son bardaklar, tezgâha serilmiş kirli kavuniçi muşambanın üzerine sularını bırakıp yırtılmış saçağın altındaki tahta tavlayı çürütürken Sultan iki caminin uzaktaki siluetlerinin artık pencerenin iki kenarına denk gelmediğini görmüş ama fark etmemişti. Sultan bardakların taşan suyunu el havlusuyla alıp çöp yerine kullandığı bakır kazana boşalttığında sanki az önce suyun üzerinde gezinen akşam güneşi de kazana boşalmış gibi metalik tabanda karanlık parıltılar tümden silininceye dek oynaştı. Korkunç bel ağrısı dik durmayı güçleştiriyor, ama kimi şeyleri görmemeyi olanaksızlaştırıyor.
“Belimin ağrıdığını anamın yüzünü ekşitmesinden anlıyordum. Öyle hissizleşme vardı. O kadar hissizleşmiş, böyle, burası, bak dokun, dokun, burasından burasına kadar bir yanma, bir yanma gibi.”
Sultan eskiden yemci, şimdi ikinci el çekyat satan spotçu Ramazan Abi’ye durumu açtı. Kısaca: Camiler pencerenin iki kenarına denk gelirdi ama artık gelmiyor. Ya iş hanı sahilden sahiden uzaklaştı, ki buna olanak olmadığı ortada; ya sahil kıyıdan ilerledi, ki görülmüş şey değil; ya da camiler birbirine yaklaşıyor, ki Sultan’a göre mantıklı tek açıklama budur. Ramazan altmış bir yaşındadır ve en az yetmişinde gösterir. On sekiz gösteren yirmi bir yaşında bir kıza âşıktır. Arada kırk ya da elli iki yaş fark vardır. Noktalı virgülü doğru kullanmayı öğrenmiş birinin Türkçe grameri sökmüş kabul edilebileceğini savunur. Üç sene önce dokuz yaşında bir kızı vardı. Kızın anasından emdiği sütü burnundan getirdi. Sonunda noktalı virgülle ilgili yaptığı geniş zamandaki açıklamalar o kadar karmaşık bir hale geldi ki zavallı kızcağız şimdiki zamanda konuşamaz olup kekelemeye başladı. Kızla ilgilenen psikolog olayı öğrenince babayı sosyal hizmetlere di’li geçmiş zamanda şikayet etti. Devlet çocuğa ek-fiilin geniş zamanında el koydu.
Ramazan anlamış gibi yapmayarak Sultan’ı dinlemiş göründü. Merdiven korkuluğunun gevşemiş çerçevesine eliyle sertçe vurarak cami lafını kesiverdi. Sultan biraz korkarak sustu. Sonuçta çaycıdır, ne kadar arkadaş gibi davransalar da haddini bilmeli, yoksa bildirirler. Böyle gündelik bir konuşmada bile had meselesi ortaya gelir, korku ortaya gelir, insanlık durumu, keder ortaya gelir.
“Beni öldür fakat sakal tıraşı deme.”
Sultan bir şey demedi. Tırnağım batıyor. Çok derin kesmişim.
“Zayıf bir yer var. Tam şurada. Bak dokun.”
Sultan adamın tek eliyle ucunu sıyırdığı gömleğin altındaki terli beline acıyan tırnağıyla dokundu. Derinin altında misket gibi bir yumru, dokunulmaktan kaçar gibi bir aşağı bir yukarı oynadı. Çay tepsisini diğer eline alıp süveterini yukarı kaldırdı ve Ramazan Usta’nın merdiveni tutmayan elini kendi beline yeleği üzerinden bastırdı. Ramazan keçeye dokunmayı sevmezdi.
gündelik bir konuşmada bile had meselesi ortaya gelir, korku ortaya gelir,
insanlık durumu, keder ortaya gelir.
“Sağa mı?”
“Şurası.”
“Burası mı?”
“Aşağı.”
“Bel fıtığı.”
Sorar gibi. Merkezde. Elbet bel fıtığı. Yedi kat günde elli kere. Bel mi dayanır? Yazar bir şey anlatmaya çalışıyor ve bunu analojilerle yapıyor. Sayı mistisizmi bilmek lazım. Yüksek dereceli soyutlamalar yapabilmek lazım. Mimari. Yüzeybilim. Metinlerarasılık. Ben ortaokuldan sonra okuyamadım. Soda şişelerini, iş hanlarında nedense sonu gelmez biçimde tüketilen sodanın kasalarını belden değil de dizden kaldırmak gibi pratik salıklar vererek. Derin bir nefes almıştı, eğilince daha az değil ama daha derin bir yanılsama ve bıraktığı izlenim daha az muğlak ama uzun zamandır tozunu almadığım bir yer görmüş oldum. Annem ve onun annesi arasında bir yer. Birbirinin annesi üç kadın kucak kucağa bana bakıyorlar; aralarına toz bile girmez. Benden ve buradan uzakta, bakışların dolu damlaları gibi çarptığı camın arkasındaki karanlıktan geçen kamyonların farları. Sultan ortaokuldan sonra okuyamadığı için çalışma bakanlığından gelen adamın defterine adı soyadı kısa bir isim tamlaması gibi küçük harfle kaydedildi. Herkes kaybedebilir.
“Doktora gittin mi?”
Ramazan Usta Sultan’ın elini yeniden tutup yine kendi beline götürdü. Bu kez daha sert bastırdı. Sultan içinden dünyanın dünyaya çarpma olasılığı nedir diye sordu. Üç dereceli yüksek soyutlamalar üç dereceli yüksek soyutlamalar. Yaşamın mahremiyetinin ihlal edilmesi. İki kelimenin boşlukta birbirlerinin mahremiyetlerini ihlal etmelerine tanıklık. Kelime tehlikede. Kelimelerin ittifakının infilakı. Ortaokulda nesrim çok iyiydi. Bana yazar olacaksın diyen bir edebiyat öğretmeni vardı ama çaycı oldum. Boşlukta bir kelimenin kendi kelimesine çarpma olasılığı nedir diye düşündü. Duvarda hac ve umre yazıyor. Uzayda çarpışan iki deve. Bizim üzerinde yaşadığımız deve ve öteki deve. Hiçliğin içinden çarpışmaya deve sesi çıkararak çağırdığımız iki deve, bir çarpışmanın anılarına sahip olmaksızın.
“Tanıdığım bir doktor var.”
“Benim de komşumun eski oğlu doktormuş.”
“Eski oğlu da ne demek?”
“Oğlu işte.”
Her şey eskiyebilir. Bir çarpışmanın anılarına sahip olmaksızın. Metni geometrik biçimde kurmuş, üç hayalde bir vücut ağrısı ve bir diyalog ve temizlikle ilgili bir şey, aritmetik vicdanı harekete geçiren herhangi bir şey. Bunlardan hiç anlamıyorum. Nesrimin en iyi olduğu zamanda ortaokuldan ayrıldım. İnsanların yakından ya da uzaktan tanıdığı doktorlar ölümün varlığını mezarlıklardan daha çok kanıtlıyor. Herkesin tanıdık bir doktoru vardır. Her türlü tanışlık bir doktora bağlanır. Yalnızlık bir doktor tanıdığının olmamasıdır. Bu türden yalnız insanlar parklarda birbirini tanır.
“Sen cami falan diyordun?”
“Molla’yla Hoca yok mu? İpek çıkmazından sahile inerken…”
“Tamam. Karakol sokağının…”
“Hayır. İpek Çıkmazı yok mu?”
“Evet.”
“İpek Çıkmazı’ndan sahile inerken.”
“Şimdi bildim. Mustafa’nın eski dükkânından…”
“Değil. Mustafa’nın… hani evsahibinin şeyi vardı…”
“Neyi?”
“Akrabası…”
“Evet.”
“Hatırladın mı abi?”
“Hayır.”
“Damadı.”
“Hatırladım.”
Sultan bir sır söyler gibi sesini alçalttı ve Ramazan’ın kulağına eğilip ağladı. Kimseyi tanımıyorum ama birilerini tanıyan birilerini tanıyorum ve birilerini tanıyan birilerinin tanıdığıyım.
“İp gibi. İnce ince birbirlerine yaklaşıyorlar. Olanaksız. Çarpışmalarından endişe ediyorum.”
“Nasıl yaklaşıyorlar? Yaklaşabilirler. Nerede görülmüş camilerin yaklaştığı? Görülmüştür.”
Beşinci hafta Sultan handan çıkıp sahile indi. Ona kimse inanmadığından, artık aralarında dört karış mesafe kalmış camilerin çevresinde kanıt arandı. Sonunda çaresiz üç karışlık aralığa güç bela girdi. İki duvar arasında sıkışıp nefessiz kaldı. Duvarlar kapandı, öldü ve on iki çayla bir soda gecikti. Ramazan Usta Nuri’yi çay ocağına gönderdi. Bardaklar da yıkanmamış. Nerede bu çocuk? Başına bir iş gelmiş olmasın? Bunu metinde kim söylüyor? Tümüyle, saf metodolojik bir bakışla, araştırma nesnesiyle mesafesini koruyamayıp bu yakınlaşmayı canıyla ödemiş olmasın sakın vah vah. Sultan öne doğru eğimli dururdu. Bir gün, asansör bozulmadan önce müşteriyle denk gelmiş bunlar, kadın saçımı kokluyor diye çığlığı basmıştı, bunu görseniz var ya, bak şimdi, anlatamıyor da derdini ben yamuğum abla diyemiyor ah gülmekten öleceğim şimdi ben anlatamıyorum Ramazan sen anlatsana ben de anlatamıyorum çocuk yamuk çok komik ah karnıma ağrılar girdi.
“Yaşından da utanmıyorsun. Oğlum yaşındasın. Gösteririm sana saç koklamayı.”
“Abla vallahi. Asansör dar. Ben de… belim…”
“Yazık. Gel kokla hadi bakalım ne olacak? Sanki ne olacak? Kokla. Kukla. Kokla. Kokla. Bu kılığın.”
Ne dediğini bir noktadan sonra anlayamıyorum. Sultan tepside dizili on iki çay bardağının yüzeyinden yansıyan parçalanmış suretine bakıp mecburen kadının saçını kokladı. Kızartma yağı. Rahmetli annesi de böyle kokardı, hep ocak buharının insanın terine karıştırdığı içine işleyen şeyler. Haddinden fazla hüzünlü bir çocuktun daha bir aylıkken, terine çayın buharı sirayet etmeden önce. Kadının saçları yanmış ağaç kokuyordu. Islak kadife kokusu vardı. Tepsi halkası bu açıyla tutulduğunda kemiğe baskı yapar, ette izini bırakır. Külodun içinde kapalı kalmış et kokusu.
“Var mı bir şey? Ne oldu şimdi? Koklasan ne olacak? Güzel mi kokusu?”
“Estağfirullah abla.”
“Güzel mi değil mi?”
Uzayda çarpışan bir düzine deve beyaz plastik labutlar gibi yere gürültüsüz yıkıldı. Ne karmaşa. Ne bel fıtığı kalır ne eğilmek. Dümdüz adam. Çok hafif bir gariban kamburu kendini belli eder. Benimle aylarca alay edecekler kadının saçını nasıl kokladın diye. Ömür billah asansöre binmeye tövbe. Nasıl koklamıştın bir anlatsana. Anlatayım. O gün bel ağrılarım nedeniyle aldığım kas gevşeticiler yüzünden aklım karışıktı ve olaylar birbirine giriyordu. Benim kişisel Sultanlığımda görevleri yanlış dağıtıyordum. Yok hayır kadını anlat hani asansörde evet ben de oraya geliyorum hayır lafı dolandırıyorsun kadın ne dedi güzel mi dedi sen ne dedin ah öleceğim.
“Bak, hissettin mi?”
“Şurada. Hissettim.”
“Ne hissettin?”
“Tam parmağımın altında değil mi? Yumru gibi. Çok fena. Misket gibi.”
“Bırak! Dalga geçiyorum seninle. Turp gibiyim ben. Ne hissettin?”
“Ben hissettim.”
“Nerede?”
“Şurada.”
“Burası mı?”
“Daha biraz aşağıda.”
“Çok yakın.”
“Yok, o kadar gitme. Yavaş.”
“Burası mı?”
“Evet.”
“Yalancı pezevenk. Git çay getir bana.”
Sultan soğumuş çayları tezgâha bıraktı. İki cami neredeyse bir cami olmuş. Önlüğünü çıkarıp sandalyeye astı. Zamanda gıcırtılar var. Olaylar arasında çok yavaş gerçekleşen çarpışmalar var. Kimse görmez ama ben görürüm. Gidip bir bakmak gerekir. Akşam ezanı okunuyor. ✪