Albert Camus vesilesiyle futbolda ahlaktan bahsetmek veya Bize çok yalan söylediler

Futbol ve ahlaka dair aslında varlığına nasıl ikna olacağımız muamma bir ikiliğin zorlama buluşmasını örgütleme çabasındaki tuhaflık üzerine.

“Uzun yıllar boyunca gördüğüm birçok şeyde ahlaka ve insanının yükümlülüğüne dair ne biliyorsam, bunu spora ve RUA takımına (Racing Universitaire d’Alger) borçluyum.1” – Albert Camus

Albert Camus’nün “ahlak hakkında bildiğim ne varsa futboldan öğrendim” şeklinde bıkmadan usanmadan bana göre yanlış aktarılan aforizması futbol romantiklerinin, tasarım spor dergilerinin, sosyal medya hesaplarının ve alıntı müptelalarının gözdesi. Hatta, ne yazık ki, futbola dair azımsanmayacak yazısı olan, basbayağı spor yorumculuğu yapmış, öykülerinde futbolu odağına almış, Zagallo ile ateşli bir söyleşi dahi gerçekleştirmiş Botafogo sempatizanı Clarice Lispector dahi, Brezilya’nın önemli spor gazetecisi Armando Nogueira ile girdiği davetli polemikte bu yanlış alıntıya maruz kalmış. Türkiye’de de “futbol asla sadece futbol değildir” başlığıyla sayısız sol yayında bu söze atıf var. Bir tek Serkan Akkoyun, gördüğüm kadarıyla, böyle bir şey olabilir mi sahiden diye sorgulamış Lacivert Dergi’de. Camus’nün pek alıntılanmayan, ölümünden birkaç ay önce yayınlanmış bir söyleşisinde başka bir sözü var: “(…) ahlaka dair bildiğim az şeyde, tiyatro sahneleriyle birlikte futbol sahaları yaşamımdaki asıl iki üniversite oldu (…)2

Oyunu tiyatroyla özdeşleştirmenin bizdeki “tiyatroculuk=sahtelik” söylemine çağrışımı olmasından veya cümlede belki biraz futbol sahasında ahlaka dair ancak kırıntıdan bahsedilebileceği anlamı tınladığından, herhalde bağlam yeterince ilginç bulunmamış, alıntı kamu tarafından tekrar ve tekrar kırpılıp yeniden üretilmiş ve iddialı başka bir söz haline gelmiş. Bu tuhaf, belki kem montaj kötü bir reprodüksiyondan öte bir yeri de işaret ediyor: futbol ve ahlaka dair aslında varlığına nasıl ikna olacağımız muamma bir ikiliğin zorlama buluşmasını örgütlemek; sözün katli ve patetik bir reklam biçimiyle bize bu sahte aracılarla sunulması. Bu yazı da sakat, güvenilmez bir araç kuşkusuz. İnsan krizdedir sahiden.

Camus, Ekim 1967’de Paris’te Latin Mahallesi’nde öğle yemeğini yerken, ki malum öğle yemeği Fransızların aperolarıyla birlikte rahatsız edilmeyecekleri anlardandır, yayınevinden genç bir çalışan yemeği bölüp Nobel ödülünü kazandığını haber vermiş. Haberi aldığında yemeğine sakince devam ettiğini düşünüyoruz, çünkü konuyla ilgili söyleşisi Parc des Princes’da 35 bin kişilik tribünde maç izlerken verilmiş. Racing Club de Paris – Monaco maçı. RCP de kendi kulübü RUA gibi mavi beyaz olduğu için Camus Paris’te o kulübü desteklemişti. Camus, hafif utançla, eldekiyle yetindiğinin altını çizer bu seçimde, yaşamında RUA’ya ulaşamıyordur, o yüzden reprodüksiyonunu yapar ve RCP’ye yönelir. Yerel kulübünü destekle. 

Bu acayip “söyleşide” Camus gözlerini maçtan ayırmıyor. Aslında, gazeteci söze girerken futboldan bahsedeceğine Nobel ödülünden bahis açmasına içerlemiş gibi. Biraz tekinsiz, soru ile cevabın arasındaki mesafenin bir stadyumun da ötesinde uzamasına şahit oluyoruz sanki. Gazeteci “anlaşılır bir durum” diyor sonra, “ormanın ortasında olunca başına ne geleceğini bilemezsin”. Stadyumda taraftarların arasında yeryüzünün en önemli edebiyat olayına dair haber yapmaya çalışmasına mı diyor yoksa Camus’nün haline mi? Gazetecinin kullandığı au milieu des bois, Camus’nün yazarlığından ziyade kaleciliğinde okunabilir; kaledeyken ormanda (sahada, yaşamda) hangi canavarlarla uğraşacağımızı tahmin bile edemeyiz.

Camus’nün futbola olan tutkusunun onu bir yazar olarak kalabalıklarca daha kolay erişilebilir kıldığı söylenebilir mi? Bize kendi absürtlüğünde bir toplumsallık işareti gönderiyor belki: Giderek daha niş olma tuzağına çoktan düşmüş o edebi ihtişamdan kendini korumuş, yoksunluğuyla kalıcılığını imkânlı hale getirmiş (ama yine de hatalı yeniden üretim makinesinden kaçamamış, belki de o sayede varlığını sürdürmüş?). Metinlerindeki futbol, insanın sürekli onunla meşgul olma haline, ondan heyecanlanma gücüne ve sıradan insanların yaşamlarında yer alan futbolun hacmine dair doğrudan anlatımı, çarpıtılmayı geçersiz kılmakta nasıl yetersiz kalıyor? Pilav üstü kuru fasulyenin zaferi.3

Sözün aslı, yazarın RUA dergisinin bir çağrısıyla verdiği kısa yazıda, RUA’ya iyi bakın ve kulübün kapanmasına izin vermeyin temalı metnin sonunda geçiyor. Yükümlülük derken, Camus yazıda RUA ve Montpensier Spor Kulübü için kalecilik yaptığı döneme atıfta bulunuyor. Camus RUA için oynamaya on beş yaşında başlamış ve hemen beğenilmiş. Jonathan Wilson’ın kalecilik üzerine önemli bir kitabı var, “Yabancı” (The Outsider4.) Wilson, Camus’nün anılarından birini aktarıyor:

“Pazar’dan Perşembe’ye antrenman gününü ve Perşembe’den Pazar’a maç gününü sabırsızlıkla beklerdim. Ben de üniversitelilere katıldım. Oradaydım nihayet, genç takımın kalecisi. Sert oynardık. Öğrenciler, babalarının biricik oğulları, kendilerini sakınmazlardı. Zavallı bizler, her anlamda yarımız mısır gibi biçildi… En zor takım Olimpik Hüseyin Dey’di. Stadyum mezarlığın hemen yanındaydı ve oraya doğrudan erişim olduğunu fark etmemizi acımasızca sağladılar. Bana gelince, zavallı kaleci, hep bedenime saldırdılar. Boufarik vardı… İri yarı bu merkez forvet (aramızda ona Karpuz diyorduk) her zaman tüm ağırlığıyla böbreklerimin üzerine neticesini düşünmeden yüklenirdi: kaval kemiğine kramponla basmak, elleriyle formayı çekmek, hassas bölgelere diz darbeleri, direğe sıkıştırıp patates etmek… kısacası bir belaydı. Ve Karpuz her defasında ‘Üzgünüm, ufaklık‘ diye özür dilerdi, Fransisken bir gülümsemesi vardı.”

Jonathan Wilson burada Camus’nün Karpuz’a “işin içinde hile hurda yoktu” diye arka çıkmasına not düşüyor, yine sürekli tekrarlanan sözünün klişeleştirilmesine atıfla. Cesareti ve kaledeki yetenekleri için övülmüş ve hatta bir keresinde göğsüne güçlü bir darbe alıp baygınlık geçirmiş, bu da eldivenlerini asmasıyla sonuçlanacak dönemi başlatmış, o andan itibaren onu futbola sadece bir taraftar olarak dahil olmaya zorlayacak tüberkülozun bir ön uyarısı olmuş. Camus kan tükürmeye başladığında aile üyelerinin futbol maçı sonrasında ter içinde soğukta bekleyip üşütmesini başına kaktığını hatırlamalıyız. 1941’de öğretmenlik yaparken okul takımı çalıştırıp gizlice oynamaya devam da etmiş buna rağmen; çok nefessiz kalmış ama.

Camus’nün en otobiyografik (parçalanan otomobilin bagajındaki taslaktaki) çalışması İlk Adam’da futbolun kapsadığı yer önemli. Hiçbir karakter veya anlatıcı, hiçbir zaman yazarın bir temsili değil, evet; veya sadece yazarın temsili değil. Veya anlatıcı birçok yazarın veya tüm karakterlerin bir bileşimi değil mi? Bir araya gelmiş bir ucube. İlk Adam’da, Camus’nün futbolunda, Arap ve Fransız oğlanlar arasındaki spor sevgisi, meşin toplara ulaşılamaz zamanda büyüyen yaş grubumun hatırlayacağı “paçavralardan yapılmış bir top” ile oyuna gösterilen sevgide garip bir canlılık var, belki aciliyet demek daha doğru: top yoksa kendi topunu yapacaksın.5

İlk Adam [Alıntı]

Çünkü avlu betonla kaplıydı ve ayakkaplarının tabanları burada öyle bir hızla eskirdi ki, büyükannesi Jacques’ın teneffüslerde futbol oynamasını yasaklamıştı. Torunlarına sağlam ve kalın ayakkaplar alır, bunların ölümsüz olacağını umardı. Ne olursa olsun, ömürlerini uzatabilmek için tabanlarına koni biçiminde çiviler çaktırtırdı. İki yararı vardı bu çivilerin: tabanı eskitmeden önce bunları eskitmek gerekirdi, hem de futbol oynama yasağına aykırı davranılıp davranılmadığını denetlemeyi sağlarlardı. Gerçekten de, beton alandaki koşular çivileri çabucak yıpratır, onlara tazeliği suçluyu ele veren bir parlaklık verirdi. Böylece, her akşam, eve dönünce, Jacques Cassandre’nın kara tencereler üzerinde kutsal törene giriştiği mutfağa girip nallanan bir at gibi dizini bükerek tabanlarını kaldırıp göstermek zorundaydı. Hiç kuşkusuz, arkadaşlarının çağrışma ve gözde oyununun çekimine karşı koyamaz, tüm özeni olanaksız bir erdeme uymaya değil de kusuru gizlemeye yönelirdi. Böylece, ilkokuldan, daha sonra da liseden çıkışta, tabanlarını uzun uzun ıslak toprağa sürerdi. Gene de, bir gün gelir, çivilerin eskimişliği iyice aykırı bir duruma gelir, bazı bazı taban da yıpranmadan payını alır, hatta, yıkımın son perdesi, sakarlıkla yere ya da ağaçları koruyan parmaklığa indirilmiş bir tekme sonucu, ayakkabının tabanı yüzünden ayrılmış olur, Jacques o zaman açılmış burnu kapalı tutmak için kundurası iple sarılmış olarak dönerdi. İşte bu akşamlar öküz siniri akşamlarıydı. Annesi, ağlamakta olan Jacques’a, biricik avutma sözü olarak, “Gerçekten çok pahalıya geliyor. Neden dikkat etmiyorsun ki?” derdi. Ama kendisi hiç el sürmezdi çocuklarına. Ertesi gün, Jacques’a espadril giydirilir, kunduralar da kunduracıya götürülürdü. İki, üç gün sonra, bunları yeni çivilerle çiçeklenmiş bulur, kaygan ve oynak tabanlar üstünde dengede kalmayı yeniden öğrenmesi gerekirdi. Jacques için ikindi kahvaltısı söz konusu değildi. Futbol tutkunlarıyla birlikte, dört yanından kocaman sütunlu kemerlerle çevrili (bu kemerlerin altında Latinceye çeviri ustaları ve bilgeler gevezelik ederek gezinirlerdi), çevresinde dört beş yeşil kanepe ve demir parmaklıklarla korunan kocaman incir ağaçları bulunan, beton avluya fırlardı. İki takım avluyu paylaşır, kaleciler iki uçta sütunlar arasında yerini alır, santraya dolma kauçuktan koca bir top konulurdu. Hakem yoktu, daha ilk vuruşta bağrışmalar ve koşmalar başlardı. Jacques, çoğu kez, Tanrı’dan sağlam bir kafa yokluğunda, güçlü bacaklar ve tükenmez bir soluk almış olan en kötü öğrencilere de sevdirip saydırırdı bu alanda kendini. Doğuştan becerikli olmasına karşın futbol oynamayan Pierre’den ilk kez burada ayrılmaktaydı: Pierre daha bir zayıflamakta, Jacques’tan daha hızlı büyümekte, yer değişimi ona o denli iyi gelmiyor-muş gibi daha bir sarışınlaşmaktaydı. Jacques’a gelince, büyümesi gecikmekte, bu da “Bücür” ve “Bodur” gibi seçkin adlar kazanmasına neden olmaktaydı, ama hiç aldırdığı yoktu, bir ağaçtan ya da bir karşıttan sıyrılmak için top ayakta çılgınca koşar, avlunun ve yaşamın kralı olduğunu duyardı. Teneffüsün sonunu ve etüdün başlangıcını bildirmek üzere tambur çaldığı zaman, gökten düşmüş gibi olur, anında betonun üstünde durur, soluk soluğa, tere batmış durumda, saatlerin kısalığı karşısında öfkeyle dolar, sonra yavaş yavaş içinde bulunulan dakikanın bilincine vararak arkadaşlarıyla sıraya koşar, yüzündeki terleri yeniyle siler, birdenbire kunduralarının tabanındaki çivilerin aşındığı düşüncesiyle dehşete kapılır, etüdün başında bunları bunalımla inceleyerek düne göre farklılığını ve uçlarının parlaklığını değerlendirmeye çalışır, yıpranma derecesini ölçmekte güçlükle karşılaşmasına bakarak güvene gelirdi. Ancak, düzeltilmesi olanaksız bir sakatlık, tabanın açılması, yüzün yırtılması, topuğun çarpılması, dönüşte nasıl karşılanacağı konusunda hiçbir kuşku bırakmaz, iki saatlik etüt süresince, sıkıntıdan patlayıp ikide bir yutkunur, dikkatli bir çalışmayla kusurunun karşılığını ödemeye çalışır, ama dayak korkusu ister istemez çalışmadan korkmasına neden olurdu.6

İlk Adam‘da Jacques, zorba ve eli sıkı olan büyükannesince bakıldığı fakir bir evde büyüyor. Bir pasajda, Jacques’ın “futbolun krallığı olan oyun alanında” teneffüs saatlerinde okulda futbol oynaması yasaklanıyor. Büyükannesi Jacques’ı “kalın sert botlar” giymeye zorluyor… devasa koni biçimli çivilerle kaplı tabanlar: eğilen çiviler ebeveynin futbol oynama yasağının ihlallerini tespit etmesini sağlıyor. Camus belki bu kontrolden kaçıp düzenli oynayabilmek için kaleye yönelmiştir. Ama ailenin yoksulluğu ve futbol oynama arzusu çatışmasında Jacques’ın oyun sevgisi suçluluk duygusuyla peşini bırakmayan bir bölüme de yol açar: iki frankın çalınması. Jacques alışveriş yaparken parayı düşürür ama sonra onu yerden alır; ancak o an, diyelim bulamazsa neler olabileceğini hayal eder. Bu nedenle, büyükannesine parayı düşürdüğünü söyleyip hayalini eyleme geçirir. Belki eski stadyumun iki tahtası arasından sızıp maçı para ödemeden izleyebilir şimdi. Çünkü maça gitmek birkaç kuruş ister: “patates kızartması, akide şekerleri, Arap tatlıları.” Yıllar sonra Jacques suçluluk duygusunu yatıştıramaz ama yine de gizlice içeri girmeye gerek duymadan maçı izlemekten aldığı hazzı hatırlar. İki frankın yarattığı dehşetin/etkinin gösterdiği korkunç yoksulluktan dahi büyük bir hacim kaplar futbol. Ama birçok şeyde olduğu gibi bunun da bir açıklaması yok, nasıl olur da o maçın keyfi o suçluluğa baskın gelir? 

Camus, kasketli

Jacques, sporun temel gereksinimlerinin dahi para istediği herhangi bir az gelişmiş ülkenin çocuğudur; hayal gücüyle gerçeğin çarpıştığı çocukluğun haz refleksinde kendini zorbalıkla kuran yaşamın kaçılamaz referans noktası. Değil oynamak, izlemenin bile minimal ayrıcalık sağladığı bir düzende yerini bulma mücadelesi. İnsanın “o andaki” seçimlerinin toplumun “ahlaki” beklentileriyle temel çelişkisinin ortaya çıktığı o andır çarpışma. Ortaya çıkan gerilim basitçe maça kaçmak, gizlice top oynamaktan ötede, toplumsalın baskınlığında özgürlüğü seçmekle beliren yükümlülüğün çocukken daha net halde alınabilir bir kararla üstlenilmesidir. Toplumsal yapı futbol ile çocuğa neyi dayatıyorsa onun “tersini seçmesi”, getireceği acıya/suçluluğa rağmen oyunun verdiği hazda yenilgiye uğruyor. Önümüze bir eylem alanı açılıyor ve o anda kötü gözükse dahi seçim hakkını özgürlükten yana kullanabiliyor muyuz? Tüm bu seçimler bir araya geldikçe (veya birbirinden uzaklaştıkça) bizi toplumun ahlaki yapısına bağlıyor veya ondan uzaklaştırıyor, özgürleştiriyor. Yalan ve hırsızlık bunu yapabilmek için çocuğun elindeki yegâne araçlar olsa da veya sadece onlar sayesinde. Ayrıca, futbol eylem alanı dışında nihayete ermeyen bir zaman boyutu da açar. Oynayanların, burada Camus’nün ve birçok başka sporcunun/izleyicinin bir maçtaki anları/anıları eksiksiz hatırlamasında görebiliriz bunu. Sürekli tekrarlanan bir şimdiki zaman, bilincimizde hiç sona ermeyen tek bir maç. Ancak bahsi geçen seçimlerle/eylemlerle şekillenen, biçimini kendimizi yerleştirdiğimiz hal ile oluşturan deneyimin yapısı.

Kaleci Camus, sahayı olduğu gibi gören konumunda olan biteni izleyip biz geri kalanlara bu çatışmayı aktarmak için, yazar Camus haliyle, konuya mesafe mi almıştır? Veya statta Nobel hakkında soruya cevabındaki tavrında yarım kalan kaleciliğinin gerginliği yazarlığının önüne mi geçer? Graham Jones, Simple Goalkeeping Made Spectacular isimli kitabında kaleciye yüklenen o edebi role, onu sahadaki diğer oyunculardan ayıran bilinç halinin kutsanmasına itiraz ederek “bir dolu saçmalık” der. Sanıldığı kadar “sahanın yabancısı/dışarıda kalmışı” değildir kaleci; ona göre “fazla hayal gücü kaleciliği” köreltir ama yine de kalecinin, üzerine doğru gelen oyunun tüm hamlelerine karşı aldığı pozisyon da kaçınılmaz bir yabancılaşmayı ortaya çıkarmaz mı?

Yabancı‘da Mersault yaptığından en ufak pişmanlık hissetmeden sokaklarda dolanırken üzerine gelen bir futbol maçının kendince neşeli (veya neşeyle hınç dolu) mini toplumuna bir baş selamıyla katılır, duygu kalıntısı henüz yeterince yıkıma uğramamıştır veya yıkıntıyı maçın o tekinsiz coşkusuna gömer:

“Saat beşte tramvaylar gürültü patırtıyla sökün ettiler. Banliyö stadyumlarından, basamaklara tünemiş, kapı demirlerine salkım salkım asılmış seyircileri taşıyorlardı. Arkadan gelenler de oyuncuları getirdiler. Onları ufak çantalarından tanıdım. Avaz avaz haykırıyor, göğüslerini yırtarcasına, “Ölmez bizim kulüp,” diye şarkılar söylüyorlardı. Birçokları bana el işaretleri yaptılar. Hatta birisi, “Haklarından geldik,” diye bağırdı bile. Ben de başımı sallayarak, “Evet!” dedim. Sonra, otomobiller sökün etmeye başladı.”7

İllüstrasyon: AI

Kalecinin yükümlülüğü, maçın bir parçası oluşu ve aynı zamanda bir seçim yapıp olayın dışında yer alışı. Camus’nün Sovyet siyasetine mesafesi nedeniyle Sartre ve başını çektiği entelijansiyadan uzaklaş(tırıl)ması veya Cezayir İç Savaşı’nda net biçimde gerilla’dan yana tavır almayıp muhayyilesinde özgür bir Cezayir’e dilinin bir türlü dönmemesi, gerillanın halkın bulunduğu yerleri bombalamasına tepkisiyle Fransız solundan uzaklaşması. RUA dergisine verdiği metinde Sartre ve onun yansıması teorisever kitlenin insanın eylemlerindeki o basit seçimlerdense kitlesel siyaseti maruz gösterme eğiliminin onda yarattığı tiksintiye, Paris yıllarındaki “insansızlaşma” gözlemindeki rahatsızlığına, tüm o dumanaltı tartışmalardansa futbol maçında etik bir alan bulabilmesine dönük cümleler yok mudur, bu durumda? Demek ki yükümlülük sadece bireyin seçimiyle üstlendiği değil, kolektif yapının tümünde, sözde dışında yer alanlarda da ortaya çıkıyor ve onun ihaneti teorik alanda kim vurduya gidebilirken, sulandırılır veya kolaylıkla çarpıtılabilirken, fiziki temasla mücadelenin olduğu futbol sahasında ne akıl ne beden böyle rahatça yalan söyleyebilecek imkânı bulabilir. 

Başka ne söylenebilir? Bir futbol takımında oynamak veya onu desteklemek neticede sonunda muhakkak kaybedeceğiniz bir durumdur. Arada kazanırsınız, bir veya birkaç iyi sonuç alırsınız, ama seçimler size “bedenin mekaniğinin o mucizevi doğasında” oynanan oyuna bir daha başlama gücü vermenin ötesinde yardım edemez.8 Ölmez bizim kulüp, der taraftar, ama içten içe günü gelip öleceğini bilir, yine de o kitleyle karşılaşılan an, kısa bir an, parlama gibi bir an gelip ideal ile eylemi fiziksel anlamda birleştirir. Düşüş‘te bu karşılaşmanın en “masum” olduğu anları anmasında inceden alay etmek yok mu?9 Masumiyet mi? Belki hiç var olmamış belki varlığı fark edilince hızla katledilmiş masumiyeti iki farklı temsil alanında bulma çabası, bir tezahüratta “bazen sevinç bazen keder” dediği gibi, peşinde olunan, dahil olunan, aslında belki mevzu bahis karşılaşmaları yan yana gelmesi giderek daha imkânsız görünen duyguları çarpıştırmaya zavallıca uğraşmaktır. Her ne kadar, özgürlük çabasına polisle çatışan birkaç kişi, Camus’nün sözünün bile isteye toplumsal bir ahlak öneriyormuş gibi çarpıtılmasına karşı pilav üstü kuru fasulyeye tercih edilecek bir maç neşesi ortaya koyamamış olsa da. ✪


__ [Nota Bene] ________________

  1. “Car, après beaucoup d’années où le monde m’a offert beaucoup de spectacles, ce que finalement je sais sur la morale et les obligations des hommes, c’est au sport que je le dois, c’est au RUA que je l’ai appris.”
  2. “Le peu de morale que je sais, je l’ai appris sur les terrains de football et les scènes de théâtre qui resteront mes vraies universités.”
  3. Cevabı benim için şöyle oldu: Passolig denen garabet uygulama için çeşitli kulüplerin taraftarlarının organize ettiği boykot ve protestolarda sokağa çıktığımız zamandı. Kadıköy’deki Boğa heykelinin orada toplanmışken polis aniden, şiddetli saldırdı ve oradan çekilmek zorunda kaldığımızda can havliyle hemen karşıdaki ara sokağa girdik. Orada, dumandan ve coptan nefessiz adım attığımda, biraz önce basbayağı tepelendiğimiz meydanı çok net ve rahat bir açıdan gören lokantanın kapısındaki masada bir adam, üzerinde “St.Pauli – Modern Futbola Hayır” yazan tişörtüyle sakince kuru fasulye pilavını yiyor ve bir yandan ağzını silerken, canhıraş koşturan bizleri seyrediyordu. İzleme rejimi, onaylama mekanizması, seni silenler: senden yana görünenler. O yüzden bu yazı (ağzını silerken) bedenin (üzerinde St. Pauli tişörtüyle, yan yana olacağını düşündüğün, sen ve birkaç kişi polis şiddetine karşı çekilirken onları izlemekle yetinen kişinin) pilav üstü kuru fasulye seçimiyle sonlanacak.
  4. Doğaldır ki Camus’nün romanına gönderme.
  5. 1980’lerde, 12 Eylül’ün hemen ertesinde Fenerbahçe’de ilkokulda sınıflar ortalama 30-40 kişiden oluşurken, beton bahçede futbol oynama yasağını delmek için buruşturulmuş kağıtlardan muazzam bir top yapıp, her biri sınıfın neredeyse tamamını kapsayan takımlarla maç yapardık. Bu kuralsız, ziyadesiyle vahşi, 50-60 kız oğlan karışık güruhun sahte bir topun peşinden koşmasındaki acil çözüm önerisi.
  6. İlk Adam, Tahsin Yücel çevirisi
  7. Yabancı, Vedat Günyol çevirisi
  8. Her türlü düşünme eylemi ve tinsel olgu aynı zamanda (aslında) “bedensel” değil midir? Bir yere varır mıyım diye Spinoza’ya bakmaya devam ediyorum.
  9. “(…) ağzına kadar dolu bir stadyumdaki pazar maçları ve benzersiz bir tutkuyla sevdiğim tiyatro, kendimi içinde masum hissettiğim biricik yerleridir dünyanın.” Düşüş, Hüseyin Demirhan çevirisi
Önceki

Jean-Baptiste Del Amo: Ekonomik mantık diye deliliğe sürüklenmek

Sonraki

Kendini tartan kadın: Lucia Berlin