Blog

  • Dreckig: Diskotekte kıyamet havası

    Dreckig: Diskotekte kıyamet havası

    Çocukluklarını Almanya’da geçiren Shana Lindbeck ve Meksikalı Papi Fimbres, daha sonra Portland, Oregon’da bir araya gelmiş. Geçmişten miraslarına yaratıcı bir şekilde karşılık versinler diye Almanca “pis” anlamındaki Dreckig’i kurmuşlar. Her ikisi de cumbia’nın melodik ritimlerine ve Almanya’nın elektronik müziğine aşina, böylece kendilerine dair ayırt edici bir stil sunuyorlar. Bu bileşenler stüdyoda sadece vintage synth ve davul makinesi kullanılarak harmanlanıyor.

    Stüdyoda vintage davul makinesi, synth ve modüllerle Digital Exposure’u ortaya çıkardılar; en çok kullandıkları Roland 808, DMX ve Moog Voyager oldu.

    İspanyolca, Almanca ve İngilizce duyduğunuz albüm, sosyal sıkıntılara değinirken, “Own Your Shadow”da varlık ve çevre çevresel etkilerini, “La Ballena”da okyanus güzellemesi barındırıyor.


    [Futuristika!] Grubunun sound’u için ne ilham verdi?

    [Papi Fimbres of Dreckig] Shana ve ben yıllardır birlikte gruplarda yer aldık ve geçmişimizden aldıklarımızla iki kişilik bir grup istedik. Onun Alman olması ve benim de Meksikalı Amerikalı olmam, Alman rock/elektro ve Cumbia kulüp müziğinin damarında bir grup kurma fikrine getirdi. ‘Bu müzikal temaları birlikteştirmek mümkün mü ?’ diye düşündük ve işte öyle böyle başardık.

    Siz ikiniz nasıl tanıştınız ve grubu kurmaya nasıl karar verdiniz?

    UZUN zaman önce Portland, Oregon’da, o sırada ikimizin de çalıştığı bir bakımevinde tanıştık. 17(!) yıldır birlikteyiz. Shana o zaman bir müzisyen değildi ve çıkmaya başladığımızda, ona her zaman şaka yollu başka bir müzisyenle olmak istediğimi söylerdim. Daha sonra, ‘tamam, bana davul çalmayı öğretir misin?’ dedi ve o kadar heyecanlandım ki bunu isteyince ve tabii ki ona davul çalmayı öğrettim. Birlikte ilk grubumuz hala devam ediyor, Orquestra Pacifico Tropical, on bir kişilik saykodelik Cumbia dans topluluğu.

    Gerçekten ilham aldığımız birkaç isim Kraftwerk, Mamman Sani, MoonDog, John Coltrane, Andres Landero, Meridian Brothers sayılabilir.

    Latin ritimleri, Krautrock ve retro elektronik dansı Dreckig müziğine nasıl kattınız?

    Los Angeles’ta büyüdüm, ağırlıklı olarak Latin kökenli olan West Lake mahallesinde, her yerde bol bol Latin müziği duyulurdu. Orada kanıma girdi, ancak 99 ‘da Portland’a taşındığımda, Cumbia, Salsa, Norteños duymayı ne denli özlediğimi fark ettim. Bu yüzden, bu sesleri Portland’daki günlük gruplara dahil etmeye başladım. Dreckig’i başlatmaya karar vermemizden sonra, grubun biraz clubber olmasını istediğimi biliyordum çünkü şehirde çok fazla tam dans grubu yoktu ve olanların hiçbiri de Cumbia elektro yapmıyordu.

    Son albüm için ‘‘Digital Exposure/Dijital Teşhir’ başlığına nasıl karar verdiniz?

    ‘Dijital Teşhir’, internetin bize yavaş yavaş da olsa nihayetinde ne yaptığını hissettirdi. Kendimizi bu berbat düzeneğe çok fazla maruz bırakıyoruz ve artık konuşmuyoruz dahi, özellikle pandemide artık fiziksel olarak birbirimizi görmüyoruz. Sadece bir albüm dinleyip kendini ona bırakmaya dair olsun istedik.

    “La Mita” nın arkasındaki hikaye nedir?

    Bizce güzel hikaye. Shana ve ben her yaz Homie Fest adlı ücretsiz, her yaştan insanın katıldığı müzik festivali düzenliyoruz (2021 ‘den beri faal değil ama) ve Guadalajara’da harika arkadaşlarımız var. Bunlardan birinin Punta De Mita, Jalisco’daki plajda arazisi var ve biz de yeri keşfetmeye ve festivali muhteşem Meksika plajlarına götürmenin mümkün olup olmadığını görmeye gittik. Oradayken, yüzerken ve harika vakit geçirirken, aniden şiddetli yağmur başladı, aniden ve sonuç birden sel oldu. Neredeyse okyanusa sürükleniyorduk ve arkadaşlarımızdan ayrıldık, kaldığımız yere geri dönmek için bulanık, pis sularda yürümek zorunda kaldık. Ölmek yakın hissettik ve bu yüzden hakkında bir şarkı yazdık, “La Mita”.

    Digital Exposure’ı yapmanın en zor kısmı neydi?

    En zorlu kısım pandeminin albüm için miksaj sürecimizi neredeyse durma noktasına getirmesi ve yavaşlatmasıydı. Stüdyo teknisyenimiz Johann Wagner, sonunda ne yapılacağını fark etti ve albümü evlerimizden gerçek zamanlı olarak mix’leyeceğimiz bir program buldu. Ayrıca bodrumumuzda bir stüdyomuz var zaten, bu yüzden mix’leme işlemini bu şekilde bitirmeyi başardık, ki aslında eğlenceliydi.

    Shana ve ben o kadar uzun zamandır birlikteyiz ki birbirimizin ihtiyaçlarını tahmin ediğ birbirimizi dinleyebiliyoruz. Bu kadar uygun ve şefkatli bir partnere sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bir noktada, pandemiden önce, aynı anda 20 grupta yer aldım, buna inanabiliyor musunuz? Demek istediğim, bir partnerden çok fazla ortak anlayış var burada diye düşünülebilir.

    Geçmişin altını çizmek, öte yandan eğlenceye dair bir şey yapmak, işin arka planında ne gibi bir fark var?

    Dreckig’in sesini bulmak için müzikal mirasımızı birbirine bağlamak bizim için çok doğal ve kolay oldu. Bize birçok yönden ilham veren ve motive eden dünyanın dört bir yanından müzikleri dinliyoruz sürekli ve yeni müzikler de keşfediyoruz. Yaptığımız şeyi yapabildiğim ve insanların müziğimizi sevdiğini gördüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. İnsanların bu tuhaf kıç sallamayla karışık Kraut Cumbia dansı saçmalığını sevmesi beni şaşırtıyor aslında. ✪


  • Ölü bir romancının annesi olmak –  Walker Percy | John Kennedy Toole için

    Ölü bir romancının annesi olmak – Walker Percy | John Kennedy Toole için

    John Kennedy Toole’un kitabı Alıklar Birliği/A Confederacy of Dunces1 için Walker Percy’nin yazdığı önsöz, başlık Futuristika tarafından uyduruldu.

    Üçüncü okuyuşumda beni ilkinden de çok şaşırtan bu romanı tanıtmanın en iyi yolu, onunla ilk karşılaşmamı anlatmak belki de. 1976 yılında Layola’da ders verirken bir hanım beni birkaç kez aradı. Akıl almaz bir şey öneriyordu. Bir romanın bir-iki bölümünü yazdığını, ya da dersimi dinlemek istediğini söylemi­yordu. Artık yaşamayan oğlu, altmışlı yılların başında bir roman yazmıştı ve kadın bu büyük romanı okumamı istiyordu. “Neden okuyayım,” diye sordum. “Çünkü olağanüstü bir yapıt,” dedi.

    Yıllar bana, istemeyeceğim şeylerden nasıl kurtulacağımı çok iyi öğretmişti. Yapmak istemediğim şeylerden biri de kesinlikle buydu: Ölmüş bir romancının annesiyle uğraşmak, daha da kö­tüsü olağanüstü olduğunu söylediği, üstelik elle yazılmış, fena halde kirli, güçlükle okunabilen bir müsveddeyi okumak.

    Ama hanım kararlıydı; çalışma odama girmiş, kalın dosya­yı bana uzatınıştı bile. Bundan kurtulmanın yolu yoktu; geriye tek bir umut kalıyordu: Birkaç sayfa okuduktan sonra gerçekten kötü olduğunu görüp hiçbir vicdan azabı duymaksızın elimden bırakmak: Genellikle böyle yapardım. Gerçekten de ilk parag­raf çoğunlukla vazgeçmeme yeterdi. Tek korkum, elimdekinin yeterince kötü olmaması, ya da beni ancak okumayı sürdürmek zorunda bırakacak kadar iyi olmasıydı.

    Bu elyazmasını okudum. Okudum. Başlarda bırakacak kadar kötü olmadığı için canım sıkılarak, sonra içimde kımıldanmaya başlayan bir ilgiyle, daha sonra artan bir heyecanla, en sonun­da da şaşkınlıkla; bu kadar iyi olması kesinlikle olanaksızdı. Başlangıçta beni şaşırtan, gülümseten, kahkahalarla güldüren, başımı inanmazlıkla sallamama yol açan şeyin ne olduğunu söyleme dürtüsüne karşı koyacağım. En iyisi okur bunu kendisi bulsun.

    Ignatius Reilly, okuduğum hiçbir kitapta benzerine rastlamadığım bu kişilik karşımda işte: İnanılmayacak kadar kılıksız, çılgın bir Oliver Hardy, şişman bir Don Kişot, aksi huylu bir Thomas Aquinas karışımı. Modern çağın her şeyine şiddetle karşı çıkan, zamanının çoğunu New Orleans’ın Constantinople Caddesi’ndeki evin arka odasında pazen pijamasıyla geçiren, ancak bir devden çıkabilecek geğirtilerle yellenmeler arasında Büyük Şef marka düzinelerce kağıdı ağır sövgülerle dolduran Ignatius J. Reilly.

    Annesi oğlunun çalışması konusunda ısrarcı. lgnatius gerçekten de birçok işe girip çıkıyor. Girdiği her işi kısa sürede çılgınca bir serüvene, gerçek bir felakete dönüştürüyor; öte yandan bü­tün olup bitenlerin kendi içinde, tıpkı Don Kişot’ta olduğu gibi uğursuz bir mantığı var.

    Kız arkadaşı, Bronx’lu Myrna Minkoff, onun gereksindiği şeyin cinsellik olduğuna inanıyor. Myrna ile Ignatius arasında yaşananlara bugüne kadar okuduğum hiçbir aşk romanında rastlamadım.

    Toole’un büyük başarısı Ignatius J. Reilly’nin kendisi, Gargantua’vari şiş göbeği, gökgürültüsünü andıran geğirtileri, ansızın patlayan öfkesi, hakaretleri, herkese -Freud’ a, eşcinselle­re, eşcinsel olmayanlara, Protestanlara…

    Toole’un romanının kesinlikle küçümsenemeyecek nitelikle­rinden biri de New Orleans’ı -New Orleans’ın arka sokaklarını, sapa mahallelerini, tuhaf konuşma tarzını ve beyaz yerlilerini- tanımlayışındaki ustalık; Rastus’un halk ozanlığını hiç çağrıştırmadan, o alabildiğine zeki ve cin fikirli, son derece komik zencideyse neredeyse olanaksızı başarmış.

    Ama Toole’un büyük başarısı Ignatius J. Reilly’nin kendisi, Gargantua’vari şiş göbeği, gökgürültüsünü andıran geğirtileri, ansızın patlayan öfkesi, hakaretleri, herkese -Freud’ a, eşcinselle­re, eşcinsel olmayanlara, Protestanlara, çağın her türlü aşırılıkla­rına karşı açtığı tek kişilik savaşla okuru kızdırabilecek, beleşçi, kaytarıcı, obur biri, bir aydın, bir ideolog. Bozulmuş bir Aquinas düşleyin; New Orleans’a yerleşiyor, bataklıklardan geçerek Baton Rouge’daki Louisiana Eyalet Üniversitesi’ne çılgın gibi dalıyor, bir mamuta yaraşan mide ve bağırsak sorunlarını çözmek için fakültenin erkekler tuvaletinde otururken eski püskü ceketini çaldırıyor. Midesinde, çağdaş dünyadaki ‘geometri ve dinbilim’ yoksulluğuna tepki olarak sık sık kapanan bir supabı var.

    Komedi sözcüğünü kullanmakta duraksıyorum -bir komedi olmasına karşın- çünkü akla yalnızca komik bir kitabı getiriyor, oysa bu roman bundan çok daha fazla bir şey. Falstaff boyutla­rında yetkin, gurultulu bir fars demek, yapıtı daha iyi tanımlaya­cak. Commedia dersem biraz daha yaklaşmış olurum.

    Aynı zamanda hüzünlü de. Bu hüznün nereden kaynaklandığını insan tam olarak çıkartamıyor- Ignatius’un büyük, gazlı öfkelerinin ve çılgın serüvenlerinin altında yatan acıdan, ya da kitaba eşlik eden trajediden belki.

    Kitabın trajedisi, yazarının trajedisi; 1969 yılında otuz iki ya­şındayken canına kıyması. Bir başka acıklı yansa, yeni yapıtların bizden esirgenmesi.

    John Kennedy Toole’un sağ ve yazmayı sürdürüyor olmaması büyük bir kayıp. Ne yazık ki bunu değiştirmek için yapabileceği­miz hiçbir şey yok; tek avuntumuz en azından bu kapsamlı, çok sesli, insanca traji-kamediyi okur dünyasına kazandırmış olmak. ✪

  • Tekerlekli sandalyede kanat çırpmak

    Tekerlekli sandalyede kanat çırpmak


    “…c’est la vie, la de da, que sera sera..”
    – Vic Chesnutt

    Vic Chesnutt’un beste yaparken feyz aldığı üslup Kafka’nın Fragmanlar kitabıymış. “Bir parçanın etkisiyle ilgili bir şey, sonuna gelmenin sonsuza dek söz konusu olduğu, bir saniyeliğine ilginizi çeken bir detay ve sonra onun gittiği yer. Hem müzikal hem komik, sizi kıkırdatan bir tür kuru melankolik ton, ama kıkırdayamazsınız çünkü üzerinize gelen o ton çok kasvetli.” Ben de hemen onun Fa-La-La isimli şarkısına geçmek istiyorum. Buz gibi bir hastanede tıkılı bir Vic, pencereden dışarıda oradan oraya özgürce koşturmakta olan kızı izler. “Yaşam gücünün vücut bulmuş halini” izlerken sanki onun bedenine de bir enerji mi geliyordur ne? Oysa hemşireler ve yakınlarının uğraşmasına rağmen, hayır, o hastaneyi terk etmek istemiyordur. Aptalcadır, ama bir sebebi vardır elbet. Hastane, çünkü Semra Topal’ın has romanı Mukaddes Cildin Parçalanışı’nın Selam Hasta başlıklı bölümü çağırayım burada2. Kahramanımız çılgınca Eskişehir’deki Tıp Fakültesi hastanesine intikal ederken, otobüste ve geçtiği ormanda aklından tekinsizce geçen düşüncelerin tersine, yoğun bakımdan çıkan amcasının doktoruyla karşılaşması sonrasında net tespitlerde bulunur.

    “(..)imalar ve mesaj ver­melerden teşekkül bir tıpçı karakterinin sessiz sırıtışında dost­luğa dair hiçbir belirti yoktu, anladığıma göre hasta mahremiyetlerine babasının evi gibi dalabiliyordu.(…)”

    Doğaldır, çünkü “Kabalığın, hastaneler kadar yuvalandığı bir yer daha yoktur, kadın erkek fark etmez, herkese et gözüyle bakılıyordu.” Vic Chesnutt’un ABD’nin sağlık sistemi yüzünden biriken borçlarını ödeyemediği, ardından alması gereken temel vitamin ve ağrı kesicileri kaçırması sonucunda acıya dayanamadığından kendini öldürmesi çok sayıda insanı üzdü, fakat bir defa hep yazmak istediği şarkıdakinin aksine, insanları sokaklara döküp iktidarı alaşağı etmesine yetecek denli güçlü bir etkisi olmadı.

    Hastaneden kurtulmak iyileşmek midir? Vic on sekiz yaşında sarhoşken yaptığı trafik kazası sonrası felç oldu, bir şekilde kısmen elleri kolları iyileşti, yine de gitarı yatay çalabilmek için kendince teknikler geliştirdi, melodi yerine tellere hunharca vurduğu akorlara yöneldi, zaman zaman dişlerini kullandı, dinleyicinin dikkatini gitardan çok sözcüklere çekecek biçimde inledi, mırıldandı ve çığlık attı. Sözcükler için şiire yöneldi 3, Wallace Stevens, Stevie Smith, Emily Dickinson, Auden, Whitman. Boktan bir herif olduğunu düşündüğüm Allen Ginsberg kendisi için aptalın teki demiş4, Vic’teki çocuksuluktan tiksinmişti yüksek ihtimal, edebiyatta çocuksuluğa yüz vermeyen kendince sinsi bir ciddiyeti olan beat’lerle anılsın istemediğinden sanırım. Oysa Vic’in çocuksuluğunda hiç kuşkusuz bir miktar iblislik vardı. Bir konserinde henüz isim vermediği bir şarkı çalmıştı, izleyicilerden biri konser sonrası sohbet ederken şarkıya hangi ismi vereceğini sorunca cevabı “Robert Wyatt” olmuştu. Dinleyici Wyatt’ı şair sanmıştı. Bu ciddi şakacılığı eşini de korkutmuş olsa ki evde ne kadar kesici alet varsa saklamış.

    Ona göre şarkı veya şiir yazanlar Geiger sayaçları veya sismik dedektörler gibidir, insanın teninin altında asıl kazılı olanı kısmen de olsa hissettirmeyi, o titreşimi duyumsatmayı başarırlar. Oluklardan akanı, arta kalanı toplarlar. Kendisi gibi -evlatlıktı- terk edilmiş çocukları, doktorların ve hemşirelerin etten başkasını görmediği hastane köşelerini, aklı kıt olanların başına gelenleri, insanın diğerlerine tecavüzünü anlatmayı tercih ettiğinden, ailesi ona zamanında “”çok iyi vaiz olabilirdin, oysa tam ters tarafa gidiyorsun,” demiş. Bununla herhalde özellikle ilk dönemlerinde ağzını çok bozduğu şarkılarını kast etmişlerdi. Belki de konserlerinde Chesnutt’un şekilden şekile girdiği yüzünün figüratif iblisliğinden dehşete düşmüşlerdi. Oysa aslında duygularının coşkusundan çarpılmıştı ozanım. Şarkılarını, sözlerini tek sözcükle böyle özetlemişti: Duygusal. Yüz ifadesinin, hasarlı bedeninin “pozları” dünyanın tıka basa dolduğu herhangi anlar arasında ayrıcalıklı bir ana5 karşılık geldiğinden öyle gözükmektedir, belki? Ayrıcalıklı anın, ozanın sahnedeki sesinin, sözünün o an olup olmadığı, ne olduğu hakkında ne zamandır fikir sahibiyiz? Biliyoruz ki müziğin besini hayal gücü kültürü her şeyden önce bir beden kültürüdür, fakat atletik olmaktan çok müzikal bir kaynaktır. Sakatlanmış bedenin gözümüzün önündeki tuhaflığının karşıtında şarkı söylerken özgün biçimde kıvır kıvır kıvrılması, çarpılmış omuru nedeniyle yan yatmış halde melodilere eşlik ettiği sesinin etkisinin gördüğümüzü bastırması, başka bir görüntü sunması. Ne de olsa “İnsanların mübalağacılığı Tanrının ahenkten hoşlandığına inanacak dereceye varmıştır.”6

    Chesnutt’un bir başka iblisliği: Flirted with You All My Life’ın ilk yazımında “Bir bebek? Hazır değilim henüz,” dediği sözlerde şarkıyı kaydederken Bebek’i atıp yerine Ölüm’ü koyar. Buradaki sözcük değişimi ısrarla karşısına çıkan kurban, müptela, engelli ve benzeri tanımlamaları bıkmadan usanmadan reddedişidir. Israrla günlük hayatta herhangi anlarla ilerleyen diğerlerinin yakalanmak istemediği o alanda umut yeşertme tavrıdır. Mizahı da bu yöndedir, bir şarkısının sonunda neye uğradığını şaşırmış kitleye şarkının bittiğini hatırlatırken kıs kıs güler.7 Tek başına turneye çıkardı, özellikle de Kuzey Amerika’nın güneyinde, hiçbir yerin ortasında karavanı bozulunca kalakalmış. Rüzgar soğuk eserken. O sırada bayağı sert görünümlü bir avcı geçiyormuş oradan. Ertesi gün tamirci bulabilirmiş, o akşam da kendi evinde uyuyabilirmiş. Vic, hayatta kalabilmek için olsa, adam tekinsiz izlenim verse de onunla gitmeye razı olmuş. Kulübüye girdiklerinde, Telefon açabilir miyim, diye soruyor Chesnutt. Telefon yok ama buzdolabı var, diyor adam. Yiyecek bir şey var mı? “Ben sadece geyik eti yerim.” Buzdolabı tıka basa geyik etiyle dolu, başka bir şey yok. Gideyim de çişimi yapayım diyor o zaman, banyoda yarı parçalanmış bir geyik görüyor. Derisini tam yüzmeden bırakmış avcı. Masaya bir tabak geyik eti koyuyor, Chesnutt yemiyor, öğürüyor, akşam zaman geçsin diye avcı, babasının cenaze merasiminden fotoğraflar gösteriyor., sonra banyosundaki mini mezbahasında yarım kalan işi tamamlamaya gidiyor. Kulübedeki, banyodaki parçalanmış hayvanın kokusu Chesnutt’ı hiç bırakmıyor. Kendi ön yargısına gülmek için olur olmaz yerlerde Ben sadece geyik eti yerim! diye bağırmaya başlamış. İlk albümü Little (Ufak) notlarında Michael Stipe “”un ufak olmuş kasabanın un ufak olmuş insanlarının ozanı”, ufalmak, küçülmek, hafiflemek çabası en baştan beri.

    Vic Chesnutt ve yaptığı tablo
    Vic Chesnutt ve yaptığı tablo

    Chesnutt’un hafifleyip uçuşa geçmesi uyarıcılar, ağrı kesiciler haricinde henüz sahneye çıkmadan, gitarın askısını tuhaf bir açıyla boynuna geçirmeden başlıyor. Sahneyi paylaştıkları müzisyenler bir şekilde onu tekerlekli sandalyesiyle taşımalı çünkü yeryüzündeki sahnelerin çoğunda merdivenler var, o da bu durumda sürekli kanat çırpmaya başlardı. Buna aşina olmayan bir müzisyen bir defasında kriz geçirdiğini düşünüp onu düşürüyormuş az daha, “senin için kendimi hafifletiyorum” diye rahatlatmış kendisini. Dünyadaki ağırlığı zaten şüpheliyken hakikati verdiği önemle hafiflemek çabası. Chesnutt’ın dahil edildiği güney gotiği poetikasının dinsel figüratifliğine zıt biçimde kendi inançsızlığının ince ironisinin parladığı bir an. İnançsızlığı tanrısızlık diye düzeltmek gerekir. Ona göre ateistliği onun inancıydı, imanı tanrıya değil de canlıları, nesneleri groteskleştiren hayatın tuhaf detaylarına dikkat çektiği sözlerle bezediği müziği. Petrol kuyularının bıkmadan usanmadan çalışmasını dinazorların zevkle boşalıp durmasına benzetmesi örneğin. Burada dikkat isteyen Chesnutt’ın ilginç sözcükleri yan yana getirmesi değil, onları nasıl söylediği. Sözcüklerin güzelliğine imanını belirtmişti, fakat ona göre sözcüklerin güzelliği onları bazı hecelerine nasıl vurgu yaptığınla ilgili. Bu yüzden özellikle konser kayıtlarında sıklıkla bazı heceleri yuttuğu, diğerlerini haykırdığı görülebilir. Yapmaya çalıştığı dilin neşesini aktarmak. Sözcüklere verdiği önemden dolayı onu doğallıkla güney gotiği edebiyatına yakın konumlandırmaya çalıştıklarında itiraz ettiğini bilelim. Ona göre Flannery O’Connor veya William Faulkner meselenin mistik yönüne odaklanmışlardır, Chesnutt ise manzaranın altını çizer, kaybettiğimiz doğanın insana etkisi, insanın coğrafyada çıldırması, onunki edebiyattan ziyade bir deli gülüşüdür. Coğrafya inancı çözüm olarak sunmuştur o zamana dek, O’Connor’ın İyi İnsan Bulmak Zor isimli hikayesinde Babaanne, Ayarsız (The Misfit)8 kafasına silah doğrultmuşken İsa’yı bir öneri olarak sunar, fakat aldığı cevap tam da Chesnutt’ın bahsettiği reddedişine denk düşer:


    “Dua etsen,” dedi ihtiyar hanım, “İsa yardım ederdi sana.”
    “Doğru diyorsun,” dedi Ayarsız.
    “O zaman neden dua etmiyorsun madem?” diye sordu babaanne birden zevkten titreyerek.
    “Kimsenin yardımına muhtaç değilim ben,” dedi adam. “Kendi başıma gayet güzel geçinip gidiyorum.”

    Little’daki hemen bütün şarkılarda bu inanç reddi, daha doğrusu başka türlü bir iman manifestosu vardır. O şarkıların çoğu (takip eden West of Rome’da özellikle Bug) kendisine inancı öneren, çok sevdiği büyükannesine dönük yazılmış gibi durur. İlk albümünde aslında ilk yaptığı şarkı Speed Racer’ı ilk kez ailesinin de dinleyiciler arasında olduğu bir kilisede sahnede söylediğinde, şarkının korosunda Ateist’im diye sesini yükselttiğinde cemaatin yaşadığı şaşkınlığın yanında ailesinin mutluluktan değil ama utançtan ağlamasına karşın “yapacak bir şey yok, neyse odur” diyecek gücü babaannesinden almıştı.9 Little sonrası, babasının da ölümüyle önce “evim hiçbir yer” diye gezip durmuş sonra Athens’e yerleşmişti. Böylece tüm o güney gotiği, din, tanrı, günah konularından hızlıca sıyrıldı. Athens ufacık ama çok hareketli bir müzik çevresine sahip kasabaydı. Punk şehre girmişti, Vic de punk’lar arasında bir halk ozanı şeklinde azınlığın içinde minör alanda konumlanmıştı. Bazı şeyler suyun akışı gibiydi, çalan telefon insanı irkiltir bazen: Alo dedikten sonra ne duyacağız acaba? Geçen hafta sonu kim aşırı doz aldı ya da intihar etti? Roadie Zack miydi giden yoksa arkadaşı Joey mi vefat etti yoksa hapse girmiş falancaya bir şey mi oldu yoksa giden bu kez Vic mi?

    Hasarlı bedenin istesen de istemesen de kendine (doktorlar tarafından, Flannery O’Connor’ın rahatsızlığının gideceği yeri söylemişlerdi, O’Connor da bunu Taşranın İyi İnsanları’nda Hulga ile karaktere büründürmüştü) veya toplum ile devletin sağlık sistemi tarafından (Chesnutt on dokuz yıla yayılan gezgin ozanlığının en ihtişamlı çalışması “At the Cut”10 turnesinden sonra artık dayanamaz haldeydi, öyleymiş. Ellerindeki felç o kadar kötüleşmişti ki parmaklarıyla zar zor melodiler çalabiliyordu; sadece gitara sertçe vurabiliyordu. Kısa süre önce eşi ve destekçisi Tina’dan boşanmıştı. Hastaneye olan borcu onu bunaltıyordu. Tahsilat büroları arıyordu, evsiz kalma ihtimali vardı. Albümün son turundan sonra, 2009 ‘un başlarında kendini asmaya çalıştı bir kez) bir ömür biçilmesindeki tuhaflığa dair şaka yapmaktan geri durmaz. Neden mesela tekerlekli sandalyelerle ilgili şarkısı yoktur? Aslında hepsi ona dairdir, sadece tek sorun “tekerlekli sandalye/wheelchair ile kafiyeli sözcük bulmak o kadar kolay mı?”

    Isadora Duncan
    Isadora Duncan

    Chesnutt’ın takip ettiği iyi insanların başına gelen korkunç şeyler izleği onu O’Connor’daki groteske yakınlaştırıyor ister istemez. Henüz ilk albümünün ilk şarkısı Isador Duncan’dan itibaren. Olağanüstü yeteneğine rağmen yaşamının ikinci yarısı sürekli trajediyle şekillenmiş bu Amerikalı komünist dansçı ile çok çok uzaklarda bir kafede dans ettiğini düşlediği şarkı. Ona göre Duncan’ın dansçı değil şairim demesindeki hikmet, çağının gelişen kolektif komünist bilincinde tutucu Amerikan toplumunda ateizmini savunması, bununla yetinmeden üzerine gidip Sovyet yurttaşını alması. Yine de konserlerinde onu anarken tüm saygısına rağmen kızıl deyip geçer (commie). Duncan’ı düşlemek dahi grotesk bir imajdır Chesnutt’ta. Duncan’ın trajik sonu, basbayağı saçma biçimde ölümü11, tıpkı O’Connor karakterlerinin başına gelenler gibi ayarsız, Chesnutt gibi borç harç içinde ilerlemeye çalışan Hazel Motes, bir insanın duyduğu son sözlerin “önce kiranı ödemelisin… her kuruşuna dek” olmasındaki şaka. Chesnutt bir yandan kendini güvenli hissettiği anlarda/mekanlarda, bir dost meclisinde veya sahnede, örneğin kendini Gregor Samsa’ya veya Quasimodo’ya veya Şekspir’in Caliban’ına benzetmekten geri durmazken12tüm bu kurgu veya gerçek karakterlerle özdeşleşirken şakayı dahi saçma bulduğunu tekrarlar durur bir yandan. Ona göre grotesk varoluş çoktan ölmüştür, sürünüp duran insanların halinin kendisi zaten yeterince kara bir şakayken onu teoriye etmekte, yarayı daha acısın diye didiklemek gibi alçakça bir tavır vardır.

    Samsa’nın deforme bedeniyle kendisinin kaza sonrasında ailesinden giderek uzaklaşmasındaki hasar tespiti, kendinin nasıl göründüğünü mırıldandığı şarkısındaki kaçınılmaz benzetme olsa da dalgasını geçmekten geri durmaz: “Appearance is everything/ Nothing is how it seems – Görünüm her şeydir/Hiçbir şey de göründüğü gibi değildir”13 Tekerlekli sandalyede görünmezsinizdir hatta, yabancılaşmanın bile ötesindedir Chesnutt, gülerek “insanlar bana bakmıyorlar bile” dediği çok olmuş. Şarkının sonunda pagan olmadığını belirtmek ihtiyacı duyar, “Tanrılar yok diye değil, güneş de var tepemizde belli ki,” sadece tapınmaya isteği yoktur. Bir nevi kapanış manifestosu olduğunu sonradan anlayacağımız bu göndermeler geçidi şarkıda Henry Darger ile otobiyografisini de anıyor Chesnutt. Kendisi gibi evlatlık bu ressamın el yazısıyla on beş bin sayfa tutan otobiyografisini okuduğundan mı yoksa kendisi de bir çocuk evlat edinmek için çabalamasına rağmen sürekli devlet tarafından reddedilmesi sonrasında hırsını yazarak alan Darger ile yakınlığını belirtme ihtiyacı mı sadece? Derger’in yetimhane’den on altı yaşında kaçıp yetmişli yaşlarında ölene dek görünürde pek bir şey yapmadan geçirdiği yaşamı. Bulaşıkçılık, kapı önünde köpeğiyle oturup hava durumundan sızlanmak vesaire. Son günlerinde ev sahibine artık merdiven çıkamadığını söyleyip ona yaşayacak (veya ölecek) bir yer bulmasını rica ediyor. Yerleştirildiği bakımevinde vefat edince evsahibi fotoğrafçı Nathan Lerner evi boşaltmak için girdiğinde binden fazla düzgünce katlanıp dizilmiş desen/resim ile bahsi geçen büyük hacimli metni bulmuşlar. Lerner ile tanıdıkları sabırla hepsini kataloglamış, bu sayede tanınan Darger’dan bahis açarken şarkıda, Chesnutt “özüme dair ipuçları” diyor. Özüm dediği, kırılganlığı, şakacılığı, üretkenliği, karanlığı, aptallığı14, her şeyin olacağına varması.15

    Jon Pareles, Chesnutt’un şarkılarının “çöküşün ve çürümenin kaçınılmazlığı” hakkında olduğuna dikkat çekmiş.16 Laszlo Krasznahorkai de edebiyatın aslında zaten gerçekleşmiş, ama orada durmamış, sürekli kendini tekrarlayan kıyamet ile ilgili olduğunu hatırlatmıştı, biri müzikte diğeri romanda hepimize yaşadığımız her anın çürüdüğünü, işin tuhafının ise insanın sürünüp durmasının gülünçlüğünün farkında olup olmadığının ziyadesiyle şüpheli olduğunu gösteriyorlar. Onları dinlemek, okumak, bir tür boşluğa bakmak gibi, bakmış olanda beliren bir tavır, geri çekilişe imkan tanıyan oldukça haşin, fakat asla umursamaz olmayan bir gözleme rejimine yol açmak. Dünya hakkında ıstırap verici gözükse de doğru bir şeyleri hissetmeye dair dürüst bir dürtü, paylaştıklarının, anlattıklarının içinde kendini bırakmana yarayan karanlık ama neşeli bir vazgeçiş hali. Yine de Chesnutt’un bir kendini asla bir şeylere – alkole, uyuşturucuya, depresyona- kurban gitmiş gibi konumlanamayacağını gözden kaçırmayalım. Onun gitarı çok çok az canlanabilmiş eliyle yoklamasında saza öfkeyle vurmak gibi bir hal de vardır, “İnceliklere ayıracak zamanım yok / Ya da daha doğrusu incelikleri asla, asla sevmedim,” diye bir şarkı söylemişti.

    Son olarak, Chesnutt’ın fotoğraflarına da bakmak gerekir. Gitarını, tıpkı yorgunluktan bezmiş bir eşeği bağladıklarına benzer bir ip ile boynuna dolar. Kıyafetleri her zaman boldur, yaşlanmış insanın kemik erimesinden muzdarip halleri gibi kemer ile sımsıkı bağlanmış pantolonuyla daha çok üzerinde dalgalandığı izlenimi veren geniş kazaklar giyerdi. Fakat şapkaları, bereleri ya el örgüsü ya özel tasarımda, rengarenk, çeşitli, özenle seçilmiş halde bir taç gibi kafasında ışıldardı. Fazla uzatmak istemiyorum, sadece piçlerin, evlatlıkların çıkaracağı bu sese görüşmek üzere diyorum.17

    Diskografi ✪

    • 1990: Little
    • 1991: West of Rome
    • 1993: Drunk
    • 1995: Is the Actor Happy?
    • 1996: About to Choke
    • 1998: The Salesman and Bernadette
    • 2000: Merriment
    • 2001: Left to his Own Currencies
    • 2003: Silver Lake
    • 2005: Ghetto Bells
    • 2005: Extra Credit EP
    • 2007: North Star Deserter
    • 2008: Dark Developments
    • 2009: At the cut
    • 2009: Skitter On Take-Off
    • Brute ismiyle:
    • 1995 Nine High a Pallet
    • 2002 Co-Balt

  • Uzun Boylu Kafka ve Kız Kardeşleri

    Uzun Boylu Kafka ve Kız Kardeşleri

    Kafka’yı düşünürken, anlaşılması gereken iki sürpriz var. Birincisi, “normal” bir sürpriz olarak adlandırabileceğimiz şey; ikincisi anormal, cesaret kırıcı ve çok önemli.

    Birincisi, Kafka’nın uzun boylu olmasıydı – bir seksenin üzerindeydi. Kanepenin altında saklanan Gregor Samsa’nın buruşması; Açlık Sanatçısının israfı; K.’nın okul hademesi olarak taatkar ölçülülüğü ; fare halkının minik gıcırtıları… bütün bunlar içten bir küçüklük, korku, sitem, dehşetin kendini gizleyecek biçimde ufalanması. Kafka, babasına yazdığı ünlü mektubunda, ezilmiş çocuğu “sadece benim için icat edilmiş ve asla uyamayacağım yasalar altında yaşayan, nedenini bilmediğim” bir “köle” olarak tanımlamıştı. Korkudan küçülmek ve kendini imha etmek – bu Kafka’dır. Ve küçülmenin başka zorlayıcı hatırlatıcıları da mevcut. Kafka, azınlık içindeki bir azınlığa, dili Çekçe olan Çek denizinde dili Almanca olan bir Prag Yahudisi’ydi. Yaşamın ve mektupların bu birbirine kenetlenmiş kırıntıları, Kafka’nın sınırlı ve küçülmüş olduğu fikrimizi güçlendiriyor. Ancak herhangi bir kalabalık odada muhtemelen en uzun boylu kişi ise yine o olacaktı.

    Organizmanın bu tuhaf tersine çevrilmesinden ne çıkarmalıyız? Alice Harikalar Diyarında’yı hatırlayın – mantardan bir ısırık aldığında, “teleskop gibi çöktü” ve çenesi aniden ayakkabısına vuracak şekilde aşağı düştü. Kafka hangi mantarımsıyı yedi? Uzun boylu Kafka’nın gerçekliğini ve ardından küçülmüş Kafka’nın aşılmaz imgelerini düşündüğümüzde, hepimiz aynı anda “Bir Akademiye Rapor”daki küçük kafesindeki maymunun anlam açlığı çeken zihnine itiliriz. Maymun, kendisine bakan bir adama bakarken, ürpertici bir açıklıkla düşünür: “Beni anlayamadı, varlığımın gizemini çözmek istedi.” Oysa maymun, insanların yolunu öğrenen canavarın kendisi de bir muammadır.

    Kafka’nın kız kardeşlerine ne olduğunu unutmak biraz Kafka’nın uzun boylu olduğunu unutması gibi.

    Uzun Kafka, Kısa Kafka’da yaşar – ilk sürpriz budur; ve gizem sürer.

    İkinci sürpriz ise bir muammadan ziyade vahşettir. Buna Ölü Kafka Ölümden Kaçıyor deyin. Kafka’nın 1924’te 41. doğum gününden bir ay önce tüberkülozdan öldüğünü ve 30’ların başında ebeveynlerinin de yanına geldiği Prag’daki Yahudi mezarlığına gömüldüğünü biliyoruz. Üç kız kardeşini akıldan çıkarmak kolay – Ottla favorisi, Valli ve Elli. Onları unutmaya hakkımız var, çünkü kardeşlerinin aksine, dehaları yoktu ve arkalarında şaşırtıcı bir edebi külliyat bırakmadılar. Yine de, sadece gözden kaçan bir gerçek uğruna olsa bile, dikkat çekmeyi hak ediyorlar: 1941-1943 yılları arasında kız kardeşlerin üçü de Auschwitz ve Lodz’da öldürüldü. Kafka en çok Ottla’ya düşkündü, ama babasına kesinlikle değildi ve akrabalarının ve çevrelerinin burjuva kaygılarına genellikle kayıtsızdı. 1918’de, 35 yaşındayken, hastalığına yenik düşmeden altı yıl önce, Kafka günlüğüne şunları yazdı: “Edebiyatla ilgili olmayan her şeyden nefret ediyorum, konuşmalar beni sıkıyor (edebiyatla ilgili olsalar bile), insanları ziyaret etmek beni sıkıyor, akrabalarımın sevinçleri ve üzüntüleri ruhumu sıkıyor. Konuşmak, düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiyetini, gerçeğini alıyor.” (Bu arada, bu alıntı yazı masamın üzerine sabitlenmiş durumda. Takıntılılık hem güvenilir hem de ilham verici.)

    Fakat Kafka’nın 1924’te tüberkülozdan ölmediğini varsayalım. Kafka hakkındaki tüm spekülasyonlar ve hipotezler arasında en önemlisi bu olabilir. 1924’te tüberkülozdan ölmemiş olsaydı, 1940’ta 57 yaşında olacaktı – keşke bu kadar uzun yaşasaydı! Şato ve diğer eserler tamamlanmış olacaktı ve şimdi elimizde kim bilir kaç tane daha başyapıt olacaktı! Peki bu ekstra yıllar Kafka için ne anlama gelirdi? Üç kız kardeşinin kaderinden ne anlama geldiklerini anlayabiliriz. 1940 yılına gelindiğinde, Prag Yahudilerinin adreslerini değiştirmeleri veya şehri terk etmeleri yasaklandı. 1941’e gelindiğinde, Prag çevresindeki ormanda gezemiyorlardı ya da tramvayı, otobüsü ve metroyu kullanamıyorlardı. Telefonlar Yahudilerin dairelerinden söküldü ve halka açık telefonlar da Yahudilere kapalıydı. Yahudi işyerlerine el konuldu; firmalar Yahudi çalışanlarını kovdu; Yahudi çocuklar okuldan atıldı. Gettolaşmaya, aşağılamaya, sürgüne ve katliama kadar böyle devam ediyor. Ottla, Valli ve Elli için ve Kafka’nın ruhunu sıkan tüm edebiyat dışı akrabalar için durum böyleydi; Kafka için de böyle olurdu. Ondan sağ kurtulan eser ilk başta sadece Yahudi okuyucularla sınırlı kaldı ve daha sonra “zararlı ve istenmeyen” diye yasaklandı. Yayıncısı Schocken, Tel Aviv’e kaçtı. Kafka’nın Siyonizm’e ve İbranice çalışmalarına olan ilgisine rağmen, onun da aynısını yapması tercih edeceği şüpheli.

    Kafka’nın kız kardeşlerine ne olduğunu unutmak biraz Kafka’nın uzun boylu olduğunu unutması gibi. Kız kardeşleri unutursak, Kafka’nın bir yazar olarak yöntemi ve bir düşünür olarak inancı hakkında işaret edilen bir şeyi kaçırmamız muhtemel. Kafka’nın öykülerinin, marjinalleşme ve zulüm ipuçlarıyla, esrarengiz bir şekilde önceden uyaran nitelikleri olduğu sık sık dile getirilmiştir; ve büyük bir ölüm makinesinin titizlikle anlatıldığı “Ceza Kolonisi’nde”, belki de en erken ikaz eden metinlerdendir. “Şarkıcı Josephine,” ses demagogun duyarlı bir nüfus üzerindeki gücünün alaycı bir benzetmesi olarak buna eklenebilir. Kafka’nın, ölümünden sonra Avrupa’nın aldığı şekli “öngördüğü” kabul edilir – ama öngörü Kafka’da muhtemelen aslında en az olağanüstü biçimde olsa da nesrinde en gözle görülür şekilde kazınmış olan tek unsurdur. Anormal olanı asla vaat etmeyen ve akıl dışından şaşkına dönen bir düzyazıdır. Kafka ne de olsa ileri görüşlü değildi; o bir peygamber değildi; hiçbir şeyi öngörmedi. Orta dereceli dehanın bildiği gerçeklikten bahsederken, yüksek dehanın bilemediği gerçeklikten yazdığını söylemek gibi bir fantezinin peşinden koşmanın bir faydası yok. Kafka’nın 1924’te, 17 yıl sonra kız kardeşlerinin bir Alman ceza kolonisinde işkenceyle öldürüleceğine dair hiçbir fikri yoktu. Her ne kadar “Kafkaesk,” sözlüğe grotesk, gerçeküstü ve tehditkar ile eş anlamlı olarak girmiş olsa da, tüm bunlar derin ama sıradan bir yanılgı. Kafkacı zihnin merkezi motoru kendini böyle ifade etmez. “Kafkaesk” haklı olarak bunun tam tersini ifade etmelidir: rasyonellik, saf mantığın işleyişi. Tipik Kafkacı figür akla adanmıştır ve bir satranç ustasının bilişsel gücüne sahiptir. Kafka’nın yaratıkları, insan veya hayvan olsun, dünyayı asla zikzak ya da anlaşılmaz olana dayandırmaz. Bekledikleri şey kendi düzenli ve makul anlama yollarının dışsal bir karşılığıdır. Olağandışı olandan ziyade olağan olanın, düzensiz olandan ziyade sıradan olanın varsayımına dayanır. Mantık hükmede veya hükmetmelidir; sıradanlığa güvenilir veya güvenilmelidir; Kafkacı arayışın en karakteristik özelliği tam da bu normallik beklentisidir.

    Kafka’nın öykülerinin kahramanları kız kardeşleri ve Prag’daki tüm Yahudiler gibidir: mantıksızlık içinde akıl yoluyla yaşarlar ve perişandırlar. Dünyanın uyum sağlayamaması Kafkacı mantık kurallarının suçu değildir. Kafka -20. yüzyılın biricik edebi mağduru- her zaman normalin tarafındadır: anlaşılmazlık en vahşice, en acınası şekilde karşısına dikildiği zaman bile.


    Cynthia Ozick’in Mart 1998’de PEN Amerikan Merkezi’nin desteğiyle Schocken Books tarafından Şato’nun Mark Harman çevirisinin yayınlanmasını kutlamak için düzenlenen “Metamorphosis: A New Kafka” sempozyumunda yaptığı bir konuşmadan. ✪

  • :Vic Chesnutt: Vitaminlerimi düzenli alırsam sorun olmaz

    :Vic Chesnutt: Vitaminlerimi düzenli alırsam sorun olmaz

    (Ev) Hâlâ Georgia, Athens’de yaşıyorum. Pyke County’deki fare deliğinden ayrıldıktan sonra oraya taşınalı neredeyse on iki yıl oldu. Bu gezegende kendimi bu kadar evimde hissettiğim başka bir yer yok. Ama garip bir şekilde, orada daha az zaman geçiriyorum. Son altı yıldır, sık sık gezdim durdum. Müzik, kayıtlar ve turlar zamanımı gittikçe daha fazla kemiriyor. Athens’e döndüğümde tek bir şeyi arzuluyorum: karım Tina (aynı zamanda grubunun basçısı) ile sessizce durmak, akan günleri izlemek, verandamızda yıldızlara bakmak. Konsere gitmiyorum, altı yıldır Athens’de yeni bir grup görmedim. İzin günlerimde ofise gitmekten hoşlanmıyorum… orada, gitarımı günde iki saat tıngırdatıyorum. Yeni şarkılar yazma amacıyla değil. Doğaçlama yapıyorum, mırıldanıyorum, şarkı söylüyorum. Bazen trompeti sesi çıkarıp gitara eşlik ediyorum. Kazadan önce nasıl çalındığını biliyordum, parmaklarım hala yeterince güçlüyken. Ben böyle mutluyum. Bu benim ev hayatım, ilginç bir şey yok.

    (Müzikten para kazanmak) Benim için hâlâ yeni bir durum, bu yüzden işin eğlencesindeyim. Nefret ettiğim ise tüm bu iş adamlarından beni ayıran önemli boşluk yavaş yavaş dolduruldu. Aynı uçaklara, aynı taksilere biniyoruz. Aynı otellere gidiyoruz, aynı kahvaltıyı yapıyoruz. Artık daha açık ama daha sessiz olduğumu düşünüyorum. Artık geçmişte olduğu gibi, birdenbire “Senden nefret ediyorum, sen sadece pis bir domuzsun” diyen kendimden nefret ettiğimi söyleyemem. Bazı açılardan, hayatımı seviyorum, müzik bana gerçek tatminler getiriyor. Ve insanların tepkisini gördüğümde çok duygulanıyorum, ya da Sweet Relief II derlemesi örneğin, Madonna, Kristin Hersh, Garbage veya REM gibi farklı sanatçıların şarkılarımı yorumladığı çalışma örneğin.

    Bazen o geçmiş yılları şefkatle düşünüyorum. Ama sonra herhangi bir nostaljik duyguyu atmak için bugün bana ne olduğuna bakmam gerekiyor. O zamanlar kendimi neredeyse insanüstü biçimde kendimi yok etme mantığına adamıştım. Karmaşanın süper kahramanı olmak, mutlaka zarar verir, can acıtır. Dünyadaki hiçbir şey için bunu tekrar yaşamak istemem. Athens’e gelişimden sonra inanılmaz acı dolu günler yaşadım. Yaşamasaydım herhalde böyle biri olmazdım. Kendi zor zamanımı, kirli geçmişimi yaşamak zorunda olduğuma inanmak. Bugün hangi acı ve sefalet eşiğine dek gidebileceğimi biliyorum. Bana çok şey öğretti. Bana entelektüel bir sabır verdi. Beni kendin hakkında biraz olsun anlamı elde etmek için uzun süre beklemeyi bilmen gerektiği düşüncesini kazandırdı.

    Gençken de aynı tür şarkılar yazıyordum. Ama ruhsal durum açısından, bugünün Vic’i o zaman kendini gösterdi. Elbette, umuyorum o zamandan beri olgunlaşmışımdır. Evrim geçirdim, saçımı kestirdim ama şimdiki kişiliğimin büyük bir kısmı o yıllarda ortaya çıktı. Ne olduğuma dair büyük bir sorgulamadan geçtim. Daha önce, sanırım taşralı bir aptaldım. Cehaletten veya inattan olacak, Güney’in kusurlarının tam panoplisini benimsedim: umursamazlık, ırkçılık, ağırlık. Büyüdüğüm yerin beni kendim için düşünmeye teşvik etmediğini söylemek gerekir. Baban ne derse, kilise ne derse, onları takip et. Yanıldıklarını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bütün bunları doğal bulmaya çalıştım. Ama aslında beni yiyip bitirdi. Ne kadar aptal ve hatalı olduğumu anlamam uzun zaman aldı. Bir gün, tüm bu zor, acınası dehşeti, tüm aptallığı kabullendim. Kazadan sonra hastanedeydim. Sıkıntıyı atmak için birçok kez olduğu gibi, sarhoş araba kullanırken ve bir yere bodoslama dalmıştım. 18 yaşındaydım. Yatağımda, hayatım boyunca felçli kalacağımı bildiğim o anda, sonunda envanteri çıkardım. Bu tür bir uyanış acıtıyor, yaralıyor ve sadece fiziksel olarak değil. Benim için bir daha asla kolay olmayacağını hissettim. Kendi yolumdan çekildim. Oraya hiç ayak basmadım, orada tanıdığım insanlarla tüm teması kestim. Artık onlara söyleyecek hiçbir şeyim yok.

    (Athens’e) Vardığımda, pek çok şey kendini empoze etti. Yeni bir felsefe, yeni bir yaşam anlayışı. Nihayetinde yansıtmak doğaldı, özgürlüklere izin vardı. Sarhoş oldum ve ilk kez 16 yaşında marihuana içtim. Orada, 19 yaşında, ilk kitabımı okudum, hayal edilemeyecek sayıda insan şiir yazmıştı, en kötü metinler bile bana heyecan verici geliyordu. Yeni dalga, punk – rock, özgür davranışlar, garip kıyafetler, LSD, bilmediğim müzikler keşfettim… benim için, yüzyılın başında Montmartre’da Paris’te yaşamak gibiydi. Hiçbir şey yapmamaya karar verdiğimizde bile, iyi bir hamle olduğunu hissediyorduk. Hayat doğal biçimde taşıyordu. Basitçe, çocukluktan beri sürüklediğim karanlık fikirlerin ve intihar eğilimlerinin doğal olarak serbest kaldığını fark etmedim. O duygulara gittikçe uyum sağladım. Beni ne kadar çoğaltırsa kendimi o kadar iyi hissettim.

    (Asit etkili ilk albümlerle bir karikatür olma korkusu taşıyıp taşımadığı hakkında) Bence bu tam olarak benim tek tutkumdu: bir karikatür olmak, yüzünü buruşturmak, gıcırdamak. Artık bir insan olamadığıma göre, bir canavar olabilirim. Ayrıca bohem bir hayat süren ve her gırtlağına kadar batan bir şair olmak istedim. Evrenin nasıl döndüğünü düşünürken bataklığa batan adamlaran oldum. Kıçın çamurda kafan bulutlarda… bu görüntünün keyfini çıkarıyordum. Athens’de kötü şöhretli bir alkolik oldum. İlk plağım Little çıktığında değişmeye başladım. Ama yine de bu saçmalıklardan kurtulmam birkaç yılımı aldı. Zar zor dışarı çıkabiliyorum artık. Kıçının sefalet içinde olması yurdumda hala oldukça doğal, belli ki, aslında kabullenilmiş bir kader. Bugün, ruhun hala Ay’a çıkabildiği sürece kıçımın bir takside ya da uçak koltuğunda eğlenceli buluyorum.

    Her şeyden önce, Athens beni savaşmak, kendimi ifade etmek istememe neden oldu. Ancak müzikal anlamda ana etki daha eski, daha derin kökleri var. Büyükbabam şarkılar bestelerdi. Küçükken gitarını çıkardığını gördüğümde onu dinlemek için sürünerek yanına giderdim. Bana çalmayı öğreten oydu. Ailenin hobisi müzik olduğu için şanslıydım. Büyükannem ve annem de böyle küçük şarkılar yapardılar. Doğaçlamanın neden sadece farklı sesleri, kelimeleri, yapıları deneyimlemekten gerçekten hoşlandığım şarkı sözleri düzeyinde değil, çalışmam üzerinde daha büyük bir etkisi olduğunu kesinlikle açıklıyor bu. İnsanlar şaşırabilir, çünkü ben katı görünen, kaçışlar için çok uygun olmayan bir folk kaydında çalmayı tercih ederim. Eski folk müziğini ve daha genel olarak popüler müziğin birçok biçimini gerçekten seviyorsam, aslında sadelikleri ve esnekliklerinden: herkesin kişiliğine çok iyi uyuyorlar. Kendim çaldığımda, onları sadece bana ait olan bir keyif-filtresinden geçirmeyi ümit ediyorum. Bence, dünyanın en iyi müzisyeni Pascal Comelade‘dir. Popüler müzikle ve kendi hassasiyetiyle, bir müzisyen olarak arzularıyla neşelenmeyi başardı. Amacım onunki kadar doğal bir sanat yapmak. Her şeye dokunmak istiyorum: elektronik müzik, soul, hip – hop… Evde, birçok deneme yaptığım küçük bir stüdyo kurdum. Albümlerime hiçbir zaman girmedi ama. Bu ayrı bir zevk ve başkalarına fazla ilginç gelmeyecektir. Küçük gizli çalışmalarımla insanları rahatsız etmek istemiyorum. Öte yandan, müzikal karşılaşmalara bayılırım. Widespread Panic grubuyla Brute adı altındaki deneyime dair güzel anılarım var.

    Günün 24 saati yalnız kalmaktan gururlu ve mutlu müzisyenler mutlaka vardır. Elleri siklerinde şişinenler… böyle bir sebep olamazdı benim için. Yazarken, içimdeki en kişisel olanı mümkün olduğunca çıkarmaya çalışıyorum. Ama sonra, çalmak, kaydetmek, başka bir şey. Başkalarıyla paylaşılması gereken bir oyun. Stüdyoda veya sahnede, başkalarını duymayı, koklamayı, orada, yakınlarında olmayı ve kokularımızın karıştırmasını severim. Her şeyden çok hakiki karşılaşmaları takdir eden yalnız bir ruhum. Her yaratıcı süreci, hakkında konuşmayı seviyorum. Hayatım boyunca mentorlarım oldu. Büyükbabam ilkti. Okulumun bir müdürü de vardı, Athens’li bir şair. Kariyerime başladığımda Bob Mould veya Michael Stipe. Bugün ben de onlara borçluyum. Artık o kadar çok rehberim yok. Aksine, çalışmaları bana yardımcı olan akranlarım beni daha iyi olmaya teşvik ediyor: Lambchop’tan Kurt Wagner, Sparklehorse, Giant Sand, Kristin Hersh. Bunlar haricinde, hayattaki tek gerçek idollerim çocuklar aslında. Harika varlıklar.

    (Depresif şarkıcı etiketi hakkında) Her zaman depresyon ve şüphe ile yaşamak zorunda kalsam bile, bunun işime geldiğini sanmıyorum. Kendime her zaman şarkılarımın herkes için olmadığını ve yaşamımın bir drama olmadığını söyledim. İnsanların her şeyi aynı anda sindireeyeeğini de anlıyorum: fiziksel görünüşüm, tekerlekli sandalyem, müziğim. Hüzünlü şarkılar söyleyen engelli bir insan gerçekten çok fazla gelebilir. Eskiden insanları metinlerimin karanlığıyla şok etmek cazip gelmiş olabilir. Gözyaşlarımı öne sürmemde bir tür kibir vardı, şiddetti. Şimdi durum farklı. Artık provokasyon yapmak istemiyorum. Sadece şarkılarda sık sık yazılmayan duyguları ifade etmek istiyorum. En parlak sevinçten en karanlık umutsuzluğa geçerken yayıldığını, dinleyiciyi çektiğini hissediyorum. Ama hayat böyledir. Lambchop gibi olmayı umuyorum, şarkı sözleri beni çok derinden şok edebilirken, müzik genellikle çok tatlı ilerliyor. Şarkılarımı tuhaf küçük ve komik filmler, kara komediler olarak düşünmek istiyorum.

    (Akla gelen kötü fikirler hakkında) Ben hep aynıyım, beynimi tehdit eden bu pisliğe karşı savaşıyorum. Başkalarının nezle olması gibi, bazen yakalanıyorum. Temelde benim hatam olduğunu düşünmüyorum. Kendimi sağlıklı tutmaya çalışıyorum. Vitaminlerimi düzenli alırsam sorun olmaz… Müziği bir terapi olarak gördüğümden değil, o kadar basit değil o iş. Sinirsel bir tepki benimki, doğal bir savunma olduğunu söylemeyi tercih edeyim. Artık bu eski dostumu her şeyden çok seviyorum. Pişmanlıklarımla savaşmama izin veriyor. Beni bunalttıklarından değil, ama hala küçük bir şeyler var aktarmak istediğim. Onları bu şekilde etkisiz hale getiriyorum. Aksi halde dayanılmaz.

    Dürüst olmak gerekirse artık kendimi yaşlı hissediyorum. Elimden geldiğince sert yaşadım. Bundan sonra mutlu olmak ve güzel şarkılar yazmak istiyorum. Artık keş olmak, uçurumun dibine düşmek istemiyorum, her şeyi bu kadar şiddetle hissetmek istemiyorum. Artık işemiyorum bile. Artık sözde daha yoğun bir yaşam tarzına uymam gerekmiyor. Umarım kendimi eskisi kadar ciddiye almam. Artık o kadar korkmuyorum. Kendimi her zaman haklı çıkarmıyorum, eskisi gibi özür dileyip durmuyorum. Artık başkalarını nakavt etme ya da sersemletme ihtiyacı hissetmiyorum. Bugün zevk aldığım şöhretin derecesi beni tamamen tatmin ediyor, beklenmedik bir şey. Hiçbir zaman zafer hayalleri kurmadım. Belki 21 yaşında ve yakışıklı olsam ticari hırslarım olurdu. Ama fiziksel durumum ve aklımın durumu göz önüne alındığında başarının güzel olacağından emin değilim. Çünkü bugün gerçekten eğleniyorum böyle. Bir ömür boyu böyle sürebilir. Temel olarak müziğimin gerçek sırrı: bana hayatta kalmam için biraz şans vermesi. Tek sorun, insanların bir gecede benden nefret edeceğini kurup durmam. Çünkü bugün işler böyle yürüyor. R.E.M. hariç belki, insanlar kıyamete kadar onlara sevecekler sanırım. Daha açık olmak gerekirse, beni sevenlerin ve benden nefret edenlerin beni seveceğini ve benden sonuna kadar nefret edeceğini düşünüyorum. Ve bana çok uyuyor bu. Çalabildiğim kadar yüksek sesle şarkı söylemeye devam edebilirim. Ve bu ruhum için, kalbim için çok iyi. Tek amacım şarkılarımın biraz daha uzun sürebilmeleri. Bir kez daha önümdeki yılı atlatabilmeyi umut ediyorum.

    Okuma Önerisi: Kristin Hersh – Don’t Suck, Don’t Die: Giving Up Vic Chesnutt
    Les Inrocks’dan çeviri: Ömer Naci Jr.

     ✪

  • Roberto Bolaño’nun edebi gezintisi

    Roberto Bolaño’nun edebi gezintisi

    1. Dünya’nın bittiğini hayal ettim. Ve sonun geldiğine kafa yoran tek insan Franz Kafka’ydı. Cennette, Titanlar ölümüne savaşıyordu. Central Park’taki ferforje bir koltuğa kurulmuş Kafka ise dünyanın alev alev yanışını izliyordu.
    2. Rüya gördüğümü hayal ettim ve eve çok geç geldim. Yatağımda Mário de Sá-Carneiro’yu ilk aşkımla yatarken buldum. Üzerlerini açtığımda öldüklerini gördüm ve dudaklarımı kanatana kadar ısırdım, sonra sokaklara geri döndüm.
    3. Anacreon’un çorak bir tepenin üstüne kalesini inşa ederken ve sonra onu yerle bir ederken düşledim.
    4. Gerçekten yaşlı bir Latin Amerikalı dedektif olduğumu düşledim. New York’ta yaşıyordum ve Mark Twain yüzü olmayan birinin hayatını kurtarmak için beni işe alıyordu. “Bok gibi zor bir dava olacak, Bay Twain,” dedim ona.
    5. Alice Sheldon’a aşık olduğumu hayal ettim. Beni istemiyordu. Bu yüzden kendimi öldürmeye çalıştım üç kıtada. Aradan yıllar geçti. Son olarak, çok yaşlandığımda, New York’ta gezinti yolunun diğer ucunda göründü ve sinyaller vasıtasıyla (pilotlara yardım etmek için uçak gemilerinde kullandıklarından) beni her zaman sevdiğini söyledi.
    6. Anaïs Nin ile muazzam büyüklükte bazalt bir kayanın üzerinde. 69 yaptığımızı hayal ettim.
    7. Carson McCullers ile 1981 baharında loş ışıklı bir odada sikiştiğimizi hayal ettim. Ve ikimiz de mantıksız bir mutluluk hissediyorduk.
    8. Eski liseme geri döndüğümü hayal ettim, Alphonse Daudet de benim Fransızca öğretmenimdi. Algılanamayan bir şey bizim düş gördüğümüzü fark ettirdi. Daudet ise pencereden dışarı bakıp Tartarin piposunu tüttürmeye devam etti.
    9. Sınıf arkadaşlarım Robert Desnos’u Terezín toplama kampından kurtarmaya çalışırken uyumaya devam ettiğimi hayal ettim. Uyandığımda bir ses kıpırdamamı söylüyor. “Çabuk Bolaño, çabuk, kaybedecek zaman yok.” Oraya vardığımda, karşıma çıkan ise saldırının dumanı tüten kalıntılarını eşeleyen ihtiyar bir dedektif oluyor sadece.
    10. Dünya’nın varlığının sona ermesinden üç milyar yıl sonra insanoğlundan geriye kalan tek şeyin sayısız anonim çağrı numarası olduğunu hayal ettim.
    11. Rüya gördüğümü hayal ettim ve rüyamdaki tünellerde Roque Dalton’un rüyasını buldum: Boktan bir kimera yüzünden ölen cesurların rüyası.
    12. 18 yaşında olduğumu ve o yaşımdaki en iyi arkadaşımı gördüğümü hayal ettim. O da o zamanlar 18 yaşındaydı ve Walt Whitman ile sevişiyordu. İşi bir koltukta pişirdiler, Civitavecchia’da fırtınalı bir gün batımını düşünürken.
    13. Bir mahkum olduğumu ve Boethius’un ise hücre arkadaşım olduğunu hayal ettim. “Bak, Bolaño,” dedi gölgeler içinden elini ve kalemini uzatıp. “Titremiyorlar! Titremiyorlar!” (Bir süre sonra sakin bir sesle ekledi: “Ama o Theodoric piçini fark ettiklerinde titreyecekler.”)
    14. Marquis de Sade’ı balta darbeleriyle çevirdiğimi hayal ettim Delirmiştim ve ormanda yaşıyordum.
    15. Civitavecchia’daki bir tavernada Pascal’ın kristal berraklığında sözlerle korkudan söz açtığını hayal ettim: Mucizeler ikna etmez lanetler, dedi.
    16. Yaşlı bir Latin Amerikalı dedektif olduğumu ve gizemli bir Vakfın beni Uçan Nesneler’in ölüm belgelerini bulmam için işe aldığını hayal ettim. Dünyayı geziyordum: hastaneler, savaş alanları, leş barlar, terk edilmiş okullar.

    Via: A Public Space, Issue 14 – https://apublicspace.org/magazine/detail/from-a-stroll-through-literature ✪

  • The Clash ve sinekler hakkında kayıp bir şarkı

    The Clash ve sinekler hakkında kayıp bir şarkı

    Resmen hiç yayımlanmasa da, The Clash bir zamanlar How Do I Understand the Flies? isimli bir şarkı yazmış ve iki üç ay konserlerinde çalmıştı. Joe Strummer’a göre şarkı 1976’da yaşadığı Orsett Terrace’daki bodrumunda kendisini uyutmayan sinekler hakkında sızlanmaydı. Şarkı ilk kez Ağustos son kez de Eylül 1976’da çalınmış ve hiç kaydedilmemiş. Strummer burada halkın şikayetlerini filan dile getirmekten ziyade, ancak sineklerin bodrumdaki yatak odasında başının etrafında vızıldayarak uyumasını engellemesiyle şaşkınlığını anlatıyor:

    Yazın … sinekler kafamın etrafında vızıldıyor/ Her gece, kafamın etrafında vızıldayan sinekleri anlamıyorum.

    The Clash – How Do I Understand the Flies?

    Meyve sinekleri, ortaya çıkıyor ki, insanlarla önemli ölçüde ortak özelliklere sahip, yüzde altmış DNA benzerliği. ✪

  • Et İşleme Uzmanı, Cormac McCarthy’nin Yol’unu İnceliyor

    Et İşleme Uzmanı, Cormac McCarthy’nin Yol’unu İnceliyor

    Yol, nispeten kısa bir kitap, 320 sayfadan oluşuyor ve yaklaşık 380 gram. Hayvansal ürün endüstrisindeki profesyoneller için çeşitli ilgi çekici sahneler içeriyor. Ne yazık ki, her birinde birkaç yanlışlık var ve bu nedenle bu romanı nedensiz tavsiye edemiyorum. Burada temel kusurları listeleyip alternatifler önermeye çalışacağım.

    Bay McCarthy bir kaç kişinin bodrum katında yemek için tutulduğu bir sahne yazmış. Canlılar ve acı içinde anlatıcımız tarafından kurtarılmak için yalvarıyorlar. Söylemeye gerek yok, stok ve tüketicinin aynı gıdaya bağlı yaşadığı bir durumda, bunun gibi bir “canlı kiler” son derece savurgan bir tutum. Hayatta oldukları her gün bu insanlar kalori değerini kaybedecek, değerli yağ depolarını ve iskelet kaslarını yaşadıkları süre için enerjiye dönüştürecekler. En ufak bir araştırma yapsaydı Bay McCarthy için bu çok açık olurdu.  

    Girişimci yamyamlarımızın en kısa sürede esirlerini katletmelerini öneriyorum. Herhangi bir kasap onlara çeşitli koruma prosedürleri hakkında tavsiyede bulunabilir. Kaburgalar iyi taze olacak ve uyluklar ile kalçalar için bir kurutuma ve salamura işleminin neticesinde jambona benzer bir ürünle sonuçlanacak. Yağ, iyi kaynatılmış kavanozlarda güvenli bir şekilde işlenebilir ve saklanabilir ve sosisler ve kurutulmuş etler daha ufak parçalar halinde kullanacaktır. 

    Buna ek olarak, anlatıcı, bir adamın uzuv koparma ve dağlama belirtileri gösterdiğini fark ettiğinde dehşete düşer. Belli ki Bay McCarthy domuzla ilgili şakayı duymuş. Domuz tek seferde yenmeyecek kadar iyiymiş. (Alayımı mazur görün, doğrusu bunun gerçeğe yakın olmasından korkuyorum . Adamın bilgisi gerçekten eksik.) Tabii ki, her mezbahacının bildiği gibi, şok ve kan kaybı, yanmış ette artan enfeksiyon riski ile birlikte, ampütasyonu hayvancılığın mantıklı uygulayıcısı için çok kötü bir seçim haline getirir.

     

    Daha da kötüsü, romanın kapanış aşamalarında, bir grup karakter bir bebeği yerken tasvir edilir. Şimdi, hepimizin bildiği gibi, inek, domuz ve koyunların yavruları lüks seçenekler olmayı sürdürüyor. Yüksek düzeyde yatırımı temsil ederler ve bu durum dahi, insanların tatsız bulduğu yiyeceklerle yaşayabilen hayvanlarla böyledir. Bir insan bebeğinin beslenmek için kullanılması muazzam bir kaynak israfıdır. 

    Biraz temel matematik yapalım. Adil olalım ve günde 400 -800 kaloriyle çocuk taşıyan belgelenmiş kadın vakaları olduğunu unutmayalım. 9 aylık hamilelik boyunca 108.000 – 216.000 kalorilik bir yatırım söz konusu demektir. Cömertçe bebeğin 2 kilo olduğunu tahmin edeceğiz. Üç kiloluk küçük bir hindi kabaca 4.480 kalori sağlar, bu da ortaya konandan daha az bir büyüklüktür. (Ve modern hindilerin büyük ve geniş göğüslü oldukları, etli uyluklarıyla koparıldığında ciltte çirkin lekeler bırakmayan beyaz tüylerle yetiştirildiğini unutmayın. İnsan bebeği bu özellikler için yetiştirilmemiştir ve muhtemelen hayal kırıklığı yaratan bir yeme deneyimi olacaktır.) Yine, Bay McCarthy bunu hiç düşünmemiş gibi görünüyor. Belki de kadınların göklerden gelen bir emirle kendiliğinden bebekler ürettiğini düşünüyordur! Kadının yanındakiler onu hemen boğazlasalardı daha akıllıca olurdu ya da yine de onunla birlikte olmak istiyorlarsa hamileliğe en kısa sürede tıbbi bir son vermeleri gerekirdi.

    Bu çekincelere rağmen romandan keyif aldım. Bay McCarthy’ye gelecek edebi çalışmalarında başarılar diliyorum.  ✪

  • [Mit ve Joe Strummer] Portreler

    [Mit ve Joe Strummer] Portreler

    Josh Cheuse, 16 yaşındayken Electric Lady Studios’ta The Clash’i çalmak için ankesörlü telefondan aramaya karar verdi. Londralı çeteye onların fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sorduktan kısa süre sonra kendini en sevdiği grupla takılırken buldu. O zamandan beri Cheuse, David Bowie, AC / DC, Bob Dylan ve Oasis gibi müzik dünyasının en büyük isimlerinden bazılarıyla çalıştı. 2020’de John Coltrane’in 1963: New Directions boxset’i için sanat yönetmenliği Grammy’ye aday gösterildi. 

    Cheuse’un hayatının tek bir telefon görüşmesi yaparak değiştiği söylenebilir. Sadece kendisi için bir kariyer yaratmakla kalmadı, aynı zamanda müzikal ikonlarıyla, özellikle de yeni kitabı Print the Myth: Joe Strummer Portraits 1981-2002’nin odak noktası Joe Strummer ile paha biçilmez dostluk kurdu.

    Print the Myth‘in sayfalarında Strummer, New York’tan Galler’e kadar uzanan yerlerde, arkadaşları ve ailesiyle, çalışırken veya çekimler için poz verirken görülüyor. Siyah-beyaz ve renkli çekimlerin karışımının yanı sıra kolajların ve hatıraların görüntüleri sıralanıyor.

    Neden 20 yıl sonra?

    Bütün bu şeyler bir kutuda oturuyordu ve paylaşmak istedim. Sadece bir bahçe satışında satılıp gitmelerini istemedim. Dünyada olmak için hala yeterince şanslı olanlarımız, alevi canlı tutmaya çalışıyoruz. Bu ruhu canlı tutmak için rock and roll’un közüne üflediğimi hissediyorum.

    Politik bir aileden geliyorum. The Clash’in müziği benim için anlamlıydı. ” açıkladı. Melodilerini ilk duyduğumda bu insanlar neden bahsettiğimi, ne düşündüğümü ve neye inandığımı biliyorlar. Benzer bir dalga boyundayız diye düşündüm. Konserlerde biletiniz yoksa – endişelenmeyin! Birisi sizi içeri alabilirdi. Dinleyiciler işin bir parçasıydı; İster The Clash, ister The Specials, dinleyiciler onlarla aynıydı. 

    Bu adamların doğası herkesin partiye girmesine ve katkıda bulunacak bir şeyiniz varsa katılmasına izin vermekti, şimdiki türden münhasırlık yoktu. Strummer sadece bir arkadaş değil, aynı zamanda bir “akıl hocası” idi.Bu kitabın fikrinin bir kısmı, bu geleneği sürdürmek ve The Clash’ten geleni sonraya aktarmak.

    Josh Cheuse‘un The Myth: Joe Strummer Portraits 1981-2002 adlı kitabı Rocket 88 Books tarafından yalnızca çevrimiçi biçiminde yayımlandı, buradan bir kopyasını sipariş edebilirsiniz.  ✪