Blog

  • [Algernon Blackwood] Olağan olanın aniden olağandışı görünmesi

    [Algernon Blackwood] Olağan olanın aniden olağandışı görünmesi

    “İnanılması mümkün olan her şey gerçeğin bir imgesidir.“
    William Blake

    The Lure of the Unknown, Algernon Blackwood’un tuhaf ve sıra dışı veya Blackwood’un tercih ettiği kelimeyle “acayip” olanla karşılaşmaları araştıran denemeleri, konuşmaları, incelemeleri ve anekdotlarından oluşan bir koleksiyon. Bunlar arasında perili olduğu iddia edilen evleri araştırmaya yönelik ilk girişimleri, WB Yeats, “A.E.” ve Gurdjieff gibi aydınlıkçılarla olan ilişkisi; telepati, reenkarnasyon, ruhlar, diğer boyutlar hakkındaki düşünceleri ve normal algılarımızın ötesinde yatan şeylere olan inançları yer alıyor. Bu yazılar sadece Blackwood’un çeşitli deneyimlerini değil, aynı zamanda açıklanamayanları okuma ve analiz etme derinliğini de ortaya koyuyor. Bu makalelerin çok azı ilk yayınlarının veya radyo ve televizyonda yayınlanmalarının ötesinde yeniden basılmış. Doğaüstü olaylara dair büyük yazarlarından birinin anlayışına başka bir boyut kazandırıyor.

    “Tüyler ürpertici”

    BBC Light Programme’da “Books and Authors” dizisinde ilk kez 31 Ocak 1948 ‘de yayınlanmıştır.


    BBC: Gerçekten ürkütücü hikayelerinizden birini yazarken, siz, kendiniz, bu sözde “Gooseflesh1” hissine mi kapılıyorsunuz, yoksa omurganızdan bir ürperti mi?

    AB: Kendim hissetmeseydim, eşiği geçemezdim. Aslında, aslında, hikayeyi başlatan tüyler ürpertici hissetmek. Hiçbir ürkütücü hikaye esrarengizliğin ilk şoku olmadan başlamaz. Bir kez hissedildiğinde, içgüdüleriniz – eğer bir yazarsanız – bir hikayede açıkça duygularınızı ifade etmek içindir. Garip bir şekilde bir duygu kendini ifade etmeye çalışır – kendini dramatize etmek için – dolayısıyla hikayeyi. Bu ilk uyarıcı heyecan olmadan herhangi bir hikaye ölü doğar. Hikayeden bir sonuç alamazsınız. Ama – ve bu büyük bir ama’dır – açıkçası ben de heyecanlanmış olmalıyım – hikaye biçiminde “eşikten geçmeyi” ummadan önce sırtımı buz kesen bir şey hissediyorum. Bu tüyler ürperticinin ilkel kökenini hatırlamak ilginç olabilir. Bir hayvan korktuğunda, olabildiğince büyük ve vahşi görünmek ister. Kürkü kabarır, tırnakları çıkar. Bizim tüylerimiz ya da kürkümüz gitmiş ama gözeneklerin ya da kıl köklerinin etkisi hala devam ediyor.

    BBC: Bunu daha önce hiç duymamıştım. Lütfen söyleyin, bu alışılmadık, esrarengiz, öteki dünya şokunu nereden edindiniz? Ne derseniz deyin. Kökeni nedir? Örneğin, kendi durumunuzda buna ne neden oldu?

    AB: Sorunuz iyi ve nüfuz edici. Cevap vermeyi çok isterim. Sokaktaki adam açısından diyelim ki, bu tuhaf, esrarengiz, sözde doğaüstü hissin şokunu neyin başlattığını bilmek istiyorsunuz. Mesela, ben nereden buluyorum? Birkaç kelimeyle özetlemek zor, ama sanırım olağan olanın aniden olağandışı görünmesinden kaynaklanıyor. Normal bir hayattaki normal olan bir otobüsü yakalamak, bir arkadaşla tanışmak, herhangi bir şey – aniden ve her şeyden önce, açıklanamaz bir şekilde, başka bir kılık alır. Şaşkınsın, endişelisin, hatta biraz korkuyorsun. Olay sona erdi. Bunun açıklaması ne? – Bilmiyorsun. “Bu tuhaf,” diyorsunuz kendi kendinize ve ürperiyorsunuz- hoş olmayan bir heyecan hissediyorsunuz.

    BBC: Olabilir, ama o duygu çoğunlukla orada kalır.

    AB: Katılıyorum. Bir başka cevap, sanırım, “olağandışı” herhangi bir şeyin bizi endişelendirmesi. Çoğumuz sadece mekanik otomatlardan ibaretiz. Makine daha sonra oyunlar oynamaya başlar ve aniden ölümüne korkarız.

    BBC: Ama sizi kişisel olarak ürperten nedir?

    AB: Bence en iyi cevabım, evde, ormanda, ıssız bir dağda, çölde, metroda bir şey, bir olay, belirli bir anda atmosfer ve kazara çevrenin bir kombinasyonu – aniden doğal görünmez ve bu nedenle açıklanamaz. Bu da korkutmaya başlar.

    BBC: Ama neden? Neden sırtınız ürperiyor?

    AB: Çünkü, ilk olarak, karşınızda olağandışı var. İkincisi, bunun hayati olduğuna inanıyorum, içimde uzun zaman öncesinin o eski ilkel içgüdülerinin bir dokunuşu canlanıyor. Karanlığın korkusu, dışımızdaki animistik evrenin dehşeti, gök gürültüsünün tanrının kükremesi olduğu zamanlar. Bu batıl korku her birimizin içinde yatıyor. Hala kolayca çağrışım yapabiliyor. Olağandışı, açıklanamaz olan onu uyandırır. İçimizdeki bu derin batıl inanç heyecanı – her şeyden önce, hem itiraf etmekten utanan hem de açıklamaya şaşıran sözde entelektüellerimizin bilinçaltında hala aktiftir. İnsanlık hala karanlık korkusuyla ilkel mağara adamına oldukça yakın.

    BBC: Batıl inançtan mı bahsediyorsunuz – aşağılayıcı anlamda mı?

    AB: Aksine. Batıl inanç, hepimizin içinde az çok saklı ve günlük hayatta çok kolay bir şekilde kullanılır. Hepimiz bunun farkındayız. Sözde doğaüstü ise başka bir soru. Aptalca, anlamsız bir deyim. Her şey doğaldır ve doğal yasalara tabidir. Sadece şu ana kadar cahil kaldığımız başka yasalar var.

    BBC: Örneğin?

    AB: Bir aborjinin bir kutudan aniden sesimi duyması saf sihirdir, çünkü onu üreten doğal yasalardan habersizdir.

    BBC: Konumuza geri dönüyoruz.

    AB: Oldukça – ve John Silence dahil neden bu kadar çok hikayemin teması oldu. İlkel batıl inançların damarlarımın içimde yaşadığını hayal ediyorum. Hayalet hikayelerine bayılırım. Çocukken babam bana sevimli olanları anlatırdı, gerçi o, evanjelik olduğu için, çoğunlukla onları kişisel bir şeytana atfetti. Sonra kendimi aramaya çıktım ve başkalarını buldum. Korkarım çok azı gerçek bir özgün dokunuşa sahipti. Bahsettiğimiz hakiki tüyler ürpertici hissini çok az kişi verdi. Zeki olanlar beyin, zihin tarafından ortaya konmuş olanlar, yazılışları ve edebi zanaatları takdire şayan, ancak – ve bu büyük bir “ama”- yazarlar kendi içlerinde kişisel deneyimin o korkunç başka dünyalara özgü heyecanını hissetmemişler. Bu korkunç kişisel heyecana nadiren denk gelliyorum. Sonuç iyi ya da kötü olsun, yazarken çok korktuğumu ve sandalyemle duvara yaslanmak zorunda kaldığımı iyi hatırlıyorum – bir Alp kulübesinde yazarken arkadan bir şeyin bana çarpabileceğinin korkunç duygusuyla. 

    BBC: Hangi hikayeydi o?

    AB: “The Wendigo ”. . . beni çok korkuttu. Işıklar yanmadan uyumaktan korktuğumu hatırlıyorum.

    BBC: Peki ya diğer yazarlar?

    AB: Tarlada yetişen her şeyi yerim, ancak otantik dokunuş nadir. Tüyler ürpertici masalları beyin yazmaz. Çok korkmuş bir kalp yapar ancak.

    BBC: Teşekkürler Bay Blackwood. ✪

  • Viktor Şklovksi: Öfkeye bir yer bulmak

    Viktor Şklovksi: Öfkeye bir yer bulmak

    1978 kışında İtalyan gazeteci Serena Vitale, Viktor Şklovksi’yi Moskova’daki evinde bir hafta ziyaret eder. O yıl Rusya’da tarihte eşi nadir görülmüş bir soğuk olduğu söylenir. Her sabah, Vitale apartman kapısında bekleyen KGB görevlisini Şklovski ile anti-Sovyet bir içeriği olmayan, ”sadece edebiyat” hakkında konuştuğuna dair ikna etmek zorunda kalır. KGB ajanı da her sabah, ”Viktor Şklovski ile bu kadar konuşacak neyiniz var, anlamıyorum” diye şaşırarak onu içeri alır. Vitale’nin kitabından derleme Futuristika! çevirisidir.


    #Şahparyan, #EdebiyatlaİlkTemas

    Tanıdığım ilk yazar, bugün kimsenin hatırlamadığı biri. Doğruyu söylemek gerekirse, onu daha önce de kimse tanımıyordu. Adı Shakhparnians’tı (Şahparnyan). Romantizm etkili dizeler yazdı, iyi bir kütüphanesi vardı. Yazdıkları sadece bir taşra gazetesinde yayınladı, ama kendisi ve şiir hakkında çok ciddiydi – şiir için yaşadı. Bunun yanı sıra, öğrenciler için el kitapları yazdı: öğretmenleri memnun edecek makalelerin nasıl yazılacağını anlattı. İşte bu adamın başına gelenler: Bir gün, devrimden sonra, sokakta bir dilenci gördüm. Bana yaklaştı ve benden para istedi. Birdenbire onu tanıdım. Korkunç bir şekilde şaşırarak şöyle dedi: “Hey, evime gel. O kadar da kötü durumda değilim. Barda çalışan bir kadınla evlendim. Şiirlerimi seviyor, hepsini ezbere biliyor. Ama yeni kitaplar alabilmem için satmayı istediğim kütüphanemi elden çıkarmama izin vermiyor. Artık hiçbir şeyin yanı sıra harika kitaplar alabilirsiniz.”

    Onunla tanıştığımda on iki yaşındaydım. Bir Ermeni olan bu Şahparnyan, isimsiz bir şairdi, önemsizdi ama yine de tanıştığım ilk şairdi neticede. Ailemi tanıyordu. Bir keresinde Maykov babama bir mektup yazmıştı, babamın okulundaki bir öğrenci hakkında bir mektup. O Ermeni şair ve o mektup belki de çocukluğumda şiirle tek “canlı” karşılaşmamdı. Bununla ne söylemeye çalışıyorum? Biz, ailem ve ben, şiirden bin kilometre uzakta yaşıyorduk ve telgraflar, haberler yoktu. Diğer yandan… Gorki, devrimin başlangıcında, şiir ve sanatta devrim öncesi dönemi “utanç verici” olarak tanımladı. Ama yanılıyordu. Neden? O dönemde Tolstoy zayıflıyordu, Çehov yazıyordu, Fet dağılıyordu, Blok başlıyordu. Müzikte, Şostakoviç, Scriabin başlıyordu. Kendi evinizin penceresinden, pencere çok yüksek olsa bile, kendi zamanınızı tanımak zordur. Genellikle çağımızı bir dizi close-up olarak görüyoruz. En önemli insan her zaman şu anda konuştuğunuz kişidir. Ve en önemli zaman, içinde yaşadığınız zamandır. Bunu söyleyen kişi, hayatının sonunda, Lev Nikolaevich Tolstoy’dan başkası değildi.

    #DonKişotNasılYapılır, #RobinsonCrusoe

    Don Kişot hakkında yazarken, parodiden önce ne kadar parodi olduğunu göstermek istedim. Cervantes’te parodinin üç derecesi vardır. Boiardo, Aristo ve diğerlerinde de var. Ama sonra, başka bir sorun daha var. Bu ”parodinin parodisi” hikâyesi neden, nasıl, ne amaçla ortaya çıktı? Edebiyat okullarının ne kadar sürdüğünü, bir zamanlar benim de yaptığım gibi, bir öncekinin geçersiz hale gelmesi nedeniyle mevcut olanın ortaya çıktığını söyleyerek açıklıyorsunuz – bu şekilde en fazla, trendlerin nasıl değiştiğini açıklayabiliriz: İnsanlar neden bugün dar pantolonlar giyiyor ve neden yarın bol giyecekler… Ancak, örneğin Puşkin’in yükselişini ve düşüşünü hiçbir şekilde açıklayamaz, bu söylem. Ve genel olarak, insanlığın büyük sorunları –Akaki Akakiyeviç’in nasıl yaşayacağı, Golyadkin’in ne yapması gerektiği, “fakir halkın” ne yapması gerektiği– var ve ”evet onları istiyoruz” ya da ”hayır istemiyoruz” deyip geçiştirilecek şeyler değil. Bütünüyle etrafımızı sarmışlar. Puşkin, “Hayal gücünden çıkmış bir eser için gözyaşı dökeceğim” dediğinde, Lotman’ın kitaplarından biri için ağlamadığından emin olabilirsiniz. Puşkin döneminden kalma başka sorunlar, çözülmesi gereken başka detaylar vardı; Puşkinyan da olsa çalışmalarında başka çatışmalar vardı. Ve Puşkin Onegin’e başladığında hemen şöyle yazar: “Bu, tamamlanmayı muhtemelen asla görmeyecek, uzun bir şiirin başlangıcıdır.” İsyandan önce, 25’indeydi, ve kimse ne olacağını bilmiyordu… Sanat her zaman geminin gövdesini tırmalayan ve ilerlemesine engel olan buzdağlarının çığlığıyla yankılanır…

    Dünya var, her zaman ve sonsuza dek mücadele ettiğimiz bir dünya. Tıpkı Robinson Crusoe’nun ıssız bir adada doğayla mücadele etmesi gibi, dünyayla mücadele ediyoruz ama onu görmüyoruz. Robinson bir masada oturur ve bir defter çıkarıp hesap yapar: neyin iyi neyin kötü olduğuna dair. Ama sanat böyle hesaplara girmiyor, tanımıyor, görüyor. Dokunmak, hissetmek, algılamak, varoluşa ait şeylere hayretle bakan sanatın gücüdür. Sanat sürekli bir şaşkınlıktır. Merak yeni bir dünya algısına yol açar, insan dünyayı hisseder, kendine ait kılar. Sanat sayesinde sanki eldivenlerimizi çıkarırız, gözlerimizi ovuştururuz ve gerçekliği, gerçekliğin gerçeğini ilk kez görürüz. Kelimeleri yaratan biz değiliz. Kelimeler sözlükte zaten var. Bir araba yaptığımızda bile onu sıfırdan yapıyor değiliz; onu diğer arabalardan, eski parçalardan inşa ediyormuşuz, sanki eski arabalara yeni bir anlam veriyormuşuz gibi yapıyoruz. Sanat, şiir kelimelerden, önceden var olan yapılardan yararlanır, ancak çarpışmaları sayesinde sözcüklere üstün gelirler ve canlanırlar, onlara elle tutulur ve uygulanabilir bir anlam verirler.

    #1917, #Rasputin, #Devrim, #Gelecek

    Sadece 1917 Şubat Devrimi’ni kendi gözlerimle gördüm. Size hikâyemi anlatacağım, anlatmamı ister misiniz? Orduda şoför okulunda eğitmen olarak çalışıyordum. Petersburg’da, Mont de Piété’nin karşısında üç ya da dört katlı bir binaydı. Şubat olaylarından birkaç gün önce yetkililer karbüratörleri zırhlı araçlarımızdan çıkardılar, ancak bazı parçaları sakladık. Ve garajdaki hemen hemen herkes Bolşevikti. Okulumuz çok iyi bir okuldu. Arabaları iyi tanırdım, hatta onlar hakkında bir kitap bile yazdım. Bu yüzden, Şubat Devrimi patlak verdiğinde, öğrencilerim bana zırhlı arabalarımızı tamir etmemiz gerektiğini söylediler. Fransız Kilisesi’nin yakınındaki küçük bir garaja gittik, onları tamir ettik ve makineli tüfeklerle donatılmış iki araba ile dışarı çıktık. İlk gün, ilk isyan eden Volinsky Alayı onlar oldu. Önceki gece biri öldürülmüştü ve ertesi sabah alay isyan etti. Mart ayının ilk günlerini hatırlıyorum. Önümüzde ilerleyen askerler mutluydu. Arabalarımızla dolaştık, halk hiçbir direnişle karşılaşmadan polisi silahsızlandırdı. Çeşitli taburlar, piyadeler, topçular, ayaklandı. İsyanın gerçek bir merkezi yoktu. Fabrika işçileri hemen, belki de ordudan önce harekete geçtiler. Kışlık Sarayı kapattılar. Müslüman askerleri alkol almadıkları için nöbetçi diktiler. Ama kimse Kışlık Saray’a saldırmadı: Çar Gatchina’daydı. İsyancılar, Rasputin’in cesedini alıp yaktı. Halk ondan nefret ediyordu.

    Kısacası, aynı anda hem dünyanın sonu hem de başlangıcı olduğunu hissettik. O haldeyken beyaz geceler o zamana dek hiç olmadığı kadar beyazdı. Çünkü kafamız berraktı, gözlerimiz tazeydi. Ve umut. Hangi umut? Tüm dünyayı yeniden inşa etmekten daha azı veya daha fazlası değil. Sadece Macaristan ya da Almanya’da değil, kaçınılmaz olarak Fransa’da da devrim olacağına inanıyorduk. O zamanlar İtalya’yı düşünmüyorduk ama İspanya’da evet, devrim olacaktı, bundan emindik.

    Örneğin, şöyle düşündük: Bilimler Akademisi’nin diktatörlüğü olacak. Neden gülüyorsunuz? Tam da bu: Bilimler Akademisi diktatörlüğü, daha doğrusu, sanat diktatörlüğü. Sanatın özgürlüğü. Bakın, bunu şu şekilde açıklamaya çalışayım: geleceğe doğru giden bir tren vardı ve binmek için birbirimizi itiyor ve itiyorduk. İşte, geleceğin geleceğine ikna olmuştuk.

    “Filonov tablo çivisiz asılı kalmayacağı için sadece kızgın değildi, aslında şaşırmıştı.”

    #ŞiirVeDüello, #ÇivisizDuvarlaraTabloAsmak #Hlebnikov, #Filonov

    Size bir hikâye anlatayım. Bir keresinde, Sokak Köpeği’nde /Stray Dog Café/ Velimir Hlebnikov (Khlebnikov), anti-Semit içerikli bir şiir okudu. Evet, böyle biriydi o, bu şekilde yaratılmış işte, şok olacak bir şey yok, grubun üyelerinden birinin yenmesini bile önerebilirdi. Seyirciler arasında yer alan Mandelstam, bir insan ve bir Yahudi olarak kırgın hissettiğini söyledi ve Hlebnikov’a meydan okuyup onu düelloya çağırdı. Orada bir sürü insan vardı. Hlebnikov şiirini geri çekmedi ve benden yancısı olmamı istedi. Filonov da diğer yancı olacaktı. Ve böylece, Hlebnikov ve ben Filonov’un evine gittik. Protokol açısından doğru yolun bu olup olmadığını bilmiyordum… Bir keresinde düelloda bulunmuştum ama ne yazık ki vurmayı başardığım tek şey rakibimin ceket cebinde taşıdığı kağıtlar olmuştu. Dediğim gibi, Hlebnikov ve ben Filonov’un yanına gittik. O zamanlar Vasilyevsky Adası’nda yaşıyordu. Dunkin Lane’de. Dunya‘dan gelir “Dunkin” sözcüğü; kadınlar için yaygın, çok popüler bir isimdi. O sokak ünlüydü çünkü fahişelerin yaşadığı yerdi. Ve aslında, caddenin girişinde askerlerin geçmesine izin vermeyen gezici bir devriye vardı (bu, savaştan hemen önceydi).

    Her neyse, üstesinden gelebildik olayın. Hlebnikov, Filonov’a hikâyesini anlattı. Hlebnikov’a neredeyse tapan Filonov onu dinledi ve sonra şöyle dedi: “Bu garip fikirleri nereden edindin? Çağımızın standartlarına uygun değil!” Ve Hlebnikov şöyle karşılık verdi: “Sizce zamanımızın standartları nelerdir?” Filonov: “Bak, ben bir resim yaptım ve duvarda tek başına, çivisiz asılı kalmasını istiyorum.” Kılı kıpırdamayan Hlebnikov hiç de şaşırmış görünmeden, meraklanmış biçimde soruyor: “Peki ne oldu?” “Şimdilik, yemek yemeyi bıraktım, oruç tutuyorum.” “Peki ya resim?” “Sürekli düşüyor. Günümü ona bakarak, gözlerimi dikerek, onunla konuşarak geçiriyorum, diyorum ki: Seni aptal duvar, benden daha başka ne istiyorsun? Tanrı’nın aşağı inip beni almasını mı? Kalk artık yerden resim, duvarda asılı kal!” Sonra Hlebnikov ona tekrar sordu: “Peki bizim kavgamız hakkında ne düşünüyorsun?” Filonov, “Ben sakin, makul bir adamım. Bence ikiniz de büyük şairlersiniz. Sadece, uğraştığınız şeyler zamanımızın standartlarına uygun değil…” dedi.

    Başka bir deyişle, Filonov mucizelere mi inanıyordu? Sadece onlara inanmakla kalmamıştı, her gün bir mucize bekliyordu. İlkel Hıristiyanlığa hayranlık duyuyordu. Birisi gerçekten inanıyorsa, suyun üzerinde yürüyebileceğine ikna olmuştu. Duvarın resminin anlamını, kapladığı yeri anlayabilmesini bekliyordu. Tıpkı Tatlin’in uçmak istemesi gibi. Ve dikkat edin, Filonov tablo çivisiz asılı kalmayacağı için sadece kızgın değildi, aslında şaşırmıştı. Fakat Hlebnikov’u tartışılmaz bir otorite olarak gören avangard ressamlar okulunun istisnasız her bireyi, mucizelerin kaçınılmazlığına ikna olmuştu. Aradıkları şey kendi kalıplarıydı. Bu dünyayla çok az ortak noktaları vardı, hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu.

    Ah, Hlebnikov… Eğer insanlar evlerde yaşıyorsa, o pencerelerin dışında yaşıyordu. Eğer insanlar ormanda yaşıyorsa, o dalların üzerinde yürürdü. Onun gezginliği boş bir efsane değildir. Seyahat ederken, kendisinden korkmayan tek kuşu takip etmek için tüm rotasını değiştirebilirdi. Bir keresinde, İran’a giderken, Hlebnikov’un soyadını şimdi hatırlayamadığım eski bir tanıdığımla birlikte kaldığını hatırlıyorum. O bir albaydı, hatırlıyorum ve o bölgelerde hâlâ eski yönetim vardı. Hlebnikov onun evinde kaldı. Bu adam, tanıdığım, belli bir noktada ona “Ben yaşlı bir adamım, kırk beş yaşındayım, ne yaptığını gerçekten anlayamıyorum” diyor. Ve partisiz bir adam olan Hlebnikov, şöyle cevap veriyor: “Biliyorsun, Vladimir İlyiç Lenin senden on yaş büyük. Ve yine de anlıyor. Sen neden bir şey yapamıyorsun?”

    Bütün bunları size zaman hakkında bir fikir vermek için söylüyorum. Devrimden önce hepimiz yirmili yaşlarımızdaydık, hayatın sıfırdan yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşündük. Projeler, planlar vardı. Fikirlerimiz genellikle gençti. Uzay ve zamanın sorunsallarıyla ilgileniyorduk: zamanın geriye doğru olduğu kadar ileri de hareket edebileceğini ve uzayın dördüncü boyut olduğunu anladık. O sanatçılar, o ressamlar, devrimin okumayı tam olarak bilmediği insanlardı. (Kazimir) Maleviç’in Süprematist Kare’si öfkeli, şiddetli tepkilere yol açtı. Sanatçılar şaşkına döndü. Ama şimdi bile her şey biraz daha basitleşmiş olsa bile, yani çok fazla zaman geçmiş olsa bile, böyle bir resim görsem şaşırırdım. Ve Maleviç, iyi niyetle, resminin devrimci bir bayrak olduğuna tamamen ikna olmuştu. Bana Maleviç’in 1905 Devrimi’ne katıldığı söylendi. Ve onun anladığı devrim olduğuna kesinlikle inanıyordu. Ama anlattıklarımı kavrayan devrim, her zaman ancak gelecektedir.

    Kazimir Maleviç

    #ÜçKuruşİçinSinema, #Eisenstein, #VertovEisensteinKavgası, #Montaj, #Tarkovski

    Bakın, hatırlamıyorum. Aynen böyle hatırlamadığımı yazın. Her neyse, Berlin’den döndüğümde, belgelerim için NKVD’ye gittim ve bana şöyle dediler: “Leningrad’a gitme. Çünkü biliyoruz. yardımcı olmayacaklar.” Sverdlov tarafından kapatılmış olan davamdan söz ediyorlardı. Bu yüzden kaderin ve talihin önüne geçemeyeceğimi düşündüm ve Moskova’da kaldım. Dediğim gibi, bir çocuğum olmak üzereydi. Param yoktu. Sendika ücretlerini ödemediğim için eşim hastaneye gidemedi. Bana sinemadan para kazanılabileceği söylendi. Ben de gittim, kitaplarımdan birinin başlığının kaynağı da olan, Üçüncü Fabrika’ya gittim.

    Aslında hayır, şöyleydi: Borç para vermemesi ile ünlü bir yazardan yardım istemiştim. Sinemada çalışmamı öneren oydu. Bu yüzden isteksizce de olsa gittim. Paraya ihtiyacım olduğunu söyledim. Doğal olarak bana hemen bir şey vermediler. Bana dediler ki: otur ve şu filmin ara yazılarını yaz, bittiğinde sana ödeme yapacağız. Oturdum ve çalışmaya başladım. Elle projektör de çevirdim. Artık sinemada çalışıyordum. Ve sinemanın ne olduğunu, ne hakkında olduğunu anlamak istedim. Hiçbir şey yoktu. Filmler genellikle fotoğraf stüdyolarına benzeyen şu küçük atölyelerde çekilirdi. Sıfırdan başlamak zorunda kaldılar. Bunun yanında en önemlisi, yönetmen olmamasıydı. Hiçbir şey yoktu, sadece birçoğu göç etmiş sahipleri tarafından terk edilmiş sinema evleri. Bu eski sahiplerden bazıları akıllı insanlardı, iyi zanaatkârlardı. Örneğin, Üçüncü Fabrika’nın eski sahibi, kendisi de bir kamera operatörü olan Kozlovsky. Nasıl biri olduğunu biliyor musunuz? Bir ayı ile bir sahne çekiyorlardı. Hayvan, tehditkâr bir bakışla aktörün üzerine atladı. Ve yönetmen olan Kozlovsky şöyle dedi: “Tanrı aşkına, ayıyı çekmeye devam edin!” Derken ayı öldürüldü. “Çekimi mahvettiniz!” diye bağırdı. Başka bir vesileyle, kurtlarla bir sahne çekiyordu, bir kurt kameramana saldırdı ve Kozlovsky şöyle dedi: “Ateş etmeye devam edin!” Bu insanlar kesinlikle sinemanın harı tarafından ele geçirilmişlerdi. İlk havacılar gibiydiler.

    Ara yazılardan sonra bana senaryolar yaptırdılar. Diğer senaristlerin senaryolarını yeniden yazdım. İnanılmaz bir hızla yazdım. Sonra o işten bıktım. Kendi senaryomu yazdım. Bugün herkesin unuttuğu bir film: Bir Serfin Kanatları. Ama Batı’da oldukça geniş bir dağıtımı olduğunu biliyorum. Kısacası sinemada çalışmaya devam ettim.

    Size Sergey Mihayloviç Eisenstein’ın kim olduğunu iki kelimeyle söyleyebilirim. Mimarlık Enstitüsü’nde okudu, mimar olacaktı, evler inşa etmek istedi aslında, ama o zamanların en “solcu” tiyatrosuna gitti ve orada, Ostrovsky’nin Bilge Adamı‘nın yapımı için gösterime konan kısa bir film yaptı. İşte bu şekilde, tamamen beklenmedik bir şekilde, Eisenstein bir film yönetmeni oldu. Ve sonra, Pudovkin de bir mühendisti. Savaşa gitmişti, hapisteydi. Pavlov’un koşullu refleksler teorisi üzerine kısa bir film çekti. Pavlov onu gördü, hoşuna gitti. Her neyse, Pudovkin de tamamen tesadüfen sinemaya girdi. Eisenstein, test çekimi yapmak için Birinci Fabrika’ya gitti ama berbattı, vasattı. İkincisi daha iyi değildi, kötü bir filmdi. Üçüncü ve dördüncü denemeler için kameramanlar ve işçiler katıldı ve Birinci Fabrika’nın müdürü Mikhin de yardım etti; kalıplama ve kontrplaktan yapılmış hareketli arka planın icadı için dünya patentine sahip olması gereken bir adamdı o. Bu film, Grev‘di.

    Hayatı boyunca arkadaşı olan biri olarak ve arşivini incelediğim için bunu yapmaya hakkım olduğunu hissediyorum. Hareket etmeyi bilen ama dans edemeyen bir adamdı. Geniş göğüslü, kızılımsı saçları hep dik, genç ve neşeli, inanılmaz, olağanüstü bir hafıza ve zihinsel yeteneğe sahipti. Japonca öğrenmişti ama konuştuğunu sanmıyorum. Ama resim yapma teorisini biliyordu. Mükemmel bir ressamdı, filmlerinin her karesini boyadı, büyük bir resim teorisyeniydi. Eserleri üç cilt halinde yayımlandı, ancak montaj teorisi üzerine yayımlanması gereken birçok başka çalışma var ve bunlar eskizleriyle dolu. Bakın, kendimi Eisenstein’da tekrarlamaktan korkuyorum. Onun hakkında birkaç dile çevrilmiş bir kitap yazdım… O insanların tipik büyük adamıydı. Ve aynı zamanda bunu bilmeyen, kendi yoksulluğuna aldırış etmeyen fakir bir adamdı. Babası Letonya’da yaşıyordu, orada eski hükümet hâlâ yönetimdeydi. Eisenstein’lar orada zengindi, birden fazla eve sahiplerdi. Ama geri dönmedi. Ayrılmadı çünkü çalışmalarının ilk yıllarında özgürlüğü bulmuştu. Evet, o bir Letatlin’di, yeni Sovyet Rusya’da, uçabilen bir makineydi.

    Sette kameranın yanına hiç yaklaşmadı, çerçeveleri hiç kontrol etmedi. Kamera çalışmalarına karışmak istemiyordu. Çerçeveyi tasarlar, her dakikayı ayrıntısına dek çizer ya da örneğin makyajla ilgilenirdi ve benzeri şeylerle uğraşırdı, ama bir kez çekime başladıklarında herkes işini yapardı, Tesse’nin işini yapmasına izin verirdi.

    Oyuncuları umursamadı. Eisenstein aktörlerle çalışmayı sevmiyordu. Balerin Ulanova’yı yönetmenin hayalini kuruyordu. Onun hakkında şöyle dedi: “İşte buna aktris derim!” İdeal oyuncusu, birlikte çalışmadığı herkesti. Hayır, bazı büyük profesyonellerle çalışmasına rağmen aktörlere düşkün değildi. Eisenstein genel olarak, yapabilseydi çok daha fazla film çekerdi; böylece aralarından seçim yapabileceği daha fazla çekimi olurdu. En çok istediği buydu. Ve şunu söylemeliyim ki, orada, fabrikada, set işçilerinin gözdesiydi. Onlara set tasarımının bir çizimini veremediği için, bir plan verdi. Bu konularda çok ustaydı, mimari geçmişi vardı. Ve işçiler setleri onun için diğer yönetmenlerden iki kat daha hızlı inşa ettiler. Yöneticiler, sinema fabrikasının başkanları, aslında Sergey Mihayloviç’ten biraz korkuyorlardı. Daha sonra bile, bazı sıkıntılarla, bazı ideolojik “fiyaskolarla” karşılaştığında, tahmin edilebileceği gibi yönetim ona saygı duymaya devam etti. Ve inanılmaz derecede genç olan Eisenstein, fabrikanın her zaman en yaşlısıydı; “kaptan”dı.

    Ekim‘in gösterimde, Lenin’in dul eşi Krupskaya, “Çok ilginç, ama yemeklerin Ekim Devrimi’nde bu kadar büyük bir rol oynayıp oynamadığını bilmiyorum” dedi. Galada seyirci hayal kırıklığına uğradı, filmi beğenmediler, homurdandılar. Pudovkin’in yanıma gelip şöyle dediğini hatırlıyorum: “Öyle isterdim ki bende de olmasını; o enerjinin bir şişesi için neler vermezdim. Bundan böyle tiyatroda olan herkes, biz de dahil olmak üzere, farklı bir şekilde çalışacağız…”

    Eisenstein nesneyi kendi içinde umursamaz; onu ilgilendiren şey nesnelerin ve fikirlerin karşılıklı etkileşimidir. Formalist terimlerle konuşmak gerekirse, Eisenstein’da böyle bir kelime yoktur. Ve sanatın karşıt kavramların ve yapıların çarpışmasından nasıl geldiğini gösteren, tam da onun nesneleridir. Bu sanat yapı değil, yapıların çatışmasıdır. Sanat, yapıların felaketidir. Ve eğer hayal gücünün gerçeklikten daha iyi olduğu söylenebilirse, sanat daha da iyidir, çünkü her yapının çöküşünün ve aynı zamanda yeni yapıların inşasının da hayalidir.

    O zamanlar montajın ilk aşamasındaydık; montaj sürekli bir keşifti, yönetmenler onun henüz tam olarak ne hakkında olduğunu bilmiyorlardı. Eski bir ressam, olağanüstü yeteneklere sahip olan eğitimli bir adam ve dünya sinema tarihinde kendine özgü bir kaderi olan Kuleshov, vardı. Bu adam montaj sanatını öğretti. Genç yönetmenlere, genç kameramanlara, hatta Vertov’a. Ve bütün bunlar, görüyorsunuz, yan odada, belki de Eisenstein’ın çalıştığı yerden birkaç metre uzakta gerçekleşti. Toplumsal bir keşif atmosferiydi. Kuleshov ne yaptı? Pratik gösteriler değil; ancak “Kuleshov etkisi” hakkında konuştu. Onu filme alırken, bir aktörün yüzü, önüne arkasına koyduğunuz farklı içeriklerin çekimleriyle çevrelendiğinde, her seferinde farklı şekilde okunur. Sanki bir cümledeki tamamen yabancı bir kelime, başka bir cümleye konmuş gibi.

    Montaj, Yeni Montaj’ı ilk kimin icat ettiği konusu, Eisenstein ve Vertov arasındaki kavganın nedeniydi. Eisenstein bu konuda çok zarif bir makale yazdı. Gogol’un Genel Müfettiş‘indeki Bobchinsky ve Dobchinsky’nin, müfettişin gelişini duyurmaya geldiklerinde, nefes nefese, her biri haberi verecek kişi olmak istediklerini ve aynı zamanda hangisinin “Eh” diyen ilk kişi olduğu konusunda tartıştıklarını hatırlıyor musunuz? Eisenstein’ın makalesinin adı “‘Eh! Film Dilinin Saflığı Üzerine.” Bu nedenle sorun, Yeni Montaj’ı kimin yarattığıydı. Eisenstein, adının bir E ile başladığını ve bu nedenle kredinin kendisine verilmesi gerektiği üzerinden şaka yaptı. Ama, gerçekten şaka yapıyordu tabii. “Eh!” demek için doğru zamandı, doğru çağdı. Kralları taçlandırmanın zamanı geldi. Eisenstein, kendisinin devrim tarafından ”icat” edildiğini söyledi. Evet, devrim onu yarattı, icat etti ve sonra onu ezdi. Potemkin Zırhlısı dosyasını kendi gözlerimle gördüm. Kısa bir senaryo var, orijinal senaryo, bitmemiş ve ayrıca yönetmenin tahsis edilen bütçeden daha fazlasını harcadığı için ödemek zorunda kaldığı para cezasını içeren yarım sayfa da var. Ve sadece küçük bir miktardı, fazla harcanan. Herkes o filmin başarısına, ihtişamına hayret etti. Chapayev‘i bir sinema salonunun yönetmenine gösterdikleri zaman, yönetmen “Elbette, bu birkaç kulüp için iyi olur” dedi. Öngörmek, başarıyı görmek zor. Bazı filmler olay oluyor, bir ton para harcanıyor ve yine de bundan hiçbir şey çıkmıyor… Ama ben Eisenstein’dan, montaj meselesinden bahsediyordum. Vertov’un biraz aşırıya kaçtığı söylenebilir. Filmlerinde takip edilmesi zor bir ”çokluk” var. Film jargonunda buna “kamera istismarı” denir. Bakın, sinemada, diğer her sanatta olduğu gibi, sesin etkisini yaratmak için önce sessizliğin olması gerekir. Sürpriz etkisi yaratmak için önceden her şey kanıksandığı bir doğallıkta sunulur. Onu yok etmeden önce bir tapınak yaratmalısın. İncil’in dediği gibi, “İnşa edebilir ve sonra yok edebilirim.” Dünyayı inşa edin ve sonra onu yok edin – şamanlar da bunu yapabilir, ancak yaratılışın ve yıkımın kaderini kavramak ve anlamlandırmak için bunu sadece sanatçı yapabilir. Tolstoy’u ele alalım: Sakin, kaygısız bir kadının, Anna Karenina’nın ve kendinden memnun olan kaygısız bir genç subayın tasviriyle başlıyor ve sonra her şeyi yıkıyor, inşa ettiği şeyi yok ediyor ve bu yıkımda insanlığın mekanizmalarını ortaya çıkarıp ifşa ediyor.

    Artık senaryo yazmıyorum ama onları tanıdığımı söylemeliyim. Size bir hikâye anlatayım: Bir senaryo yazma yarışması vardı. Jürideydim (ücretli bir hizmetti). Gelenleri hızlı, çok hızlı okudum. Bir senarist beni onun yazdıklarını hızla okurken gördü ve bakana şikayet etti; bakan da beni odasına çağırdı. Senariste şunu söyledim: “Senaryonun filanca sayfasına aç, orada bir köpek ya da kedi olduğunu göreceksin.” Bana ”Hayır, yok” dedi. Ben diyorum ki, “Devam et, o orada.” Şaşkınlıkla şöyle dedi: “Bunu nasıl hatırladın?” ”Çünkü” dedim, ”eylemin o noktasında hepiniz aynı şeyi yazıyorsunuz.” Ah, evet, iyi bir senaryo yazmak zor ve ben bile, daha önce de söylediğim gibi, kendimi iyi bir senarist olarak görmüyorum.

    Çağdaş yönetmenlerden, Fellini’yi seviyorum. Pasolini’yi seviyorum, özellikle de İncil’i o kendine has çok fazla görebilme özgürlüğüyle tasvir edebildiği o harika filmi [Şklovski, burada muhtemelen 1964 tarihli Aziz Matta’ya Göre İncil (Il vangelo secondo Matteo) adlı filmi kastediyor]. Diğer filmlerini de izledim, ama çok fazla bir izlenim bırakmadılar.

    Tarkovsky’nin Rublev‘ini gördüm. Hoşuma gitmedi. Nedenini açıklayacağım. Rus tarihini oldukça iyi biliyorum. Ve biraz da Rublev’i. Bakın, Rublev’in sanatının ortaya çıkması için belli bir iklimin, kültürün olması gerekiyordu. Ve aslında, Rublev’in bazı arkadaşları da vardı; iyi tanınıyor ve saygı görüyordu; muhtemelen iyi para alıyordu. Sonraki dönemlerde, iyi bir ikona ressamı çarın masasındaki onur koltuğunu işgal etti. Ve böylece daha güzelini inşa edemeyecekleri bu anıt-hikâye, onların zanaatkârların gözlerini uyarmaları ile ilgilidir… Bu, evrensel, kiliselerin inşası hakkında son derece yaygın bir efsane. Ayrıca, bana öyle geliyor ki, Tarkovsky eski Rus sanatını çok iyi bilmiyor. O dönemdeki Rus kiliselerinin düzgün duvarları yoktu, henüz çekül çizgileri kullanmıyorlardı. Onlara o karakteristik kütle ve muazzam sağlamlık hissini veren şey, tam da duvarların pürüzlülüğüdür. Ancak Tarkovski’nin kiliselerinin hepsinin pürüzsüz duvarları var, sanki mermermiş gibi; Moskova metrosunun duvarlarına benziyorlar. Hayır, gerçekte böyle değillerdi. Ve bu çok önemli. Bir çağın duygusundan, lezzetinden bahsediyorum. Ve sonra dehşetlerin bolluğu… Bilirsiniz, o zamanlar Rusya’da henüz çeyrek dönem uygulanmıyordu. Ama hepsi bu kadar değil. O zamanın Rusya’sı, Tatar işgalinden önceki Rusya, nispeten kültürlü bir ülkeydi. O zamandan beri hâlâ sahip olduğumuz yapılar hiç de ilkellerin eseri gibi görünmüyor. Ve Rublev, kendi dünya vizyonuyla, kendi sistemleriyle, kendi bakış açısıyla, başlıca figürlerini damıtma ve ortaya çıkarma konusunda benzersiz bir şekilde hassas bir yetenekle kendi başına büyük bir okuldu. Evet, elbette, sanatçının özgürlüğü sorunu… Rublev, etrafı ihtişamla çevrili bir adamdı. Bir sanatçının her zaman zor bir hayatı olacağını düşünürüm. Neredeyse her zaman. Özellikle de yetenekli olduğunda.

    Film çalışmalarımdan bir miktar para biriktirmiştim. Ayrıca makaleler de yazdım, kaynakçamı görebilirsiniz, hatırlamıyorum… sinemadan sonra ne yazdım? Makaleler, okuyucu raporları, birçoğu… Her neyse, bilirsiniz, başka bir tuhaf iş daha var, o da başkası adına bir şeyler yazmak. Bu şekilde birkaç yazar yarattım. Örneğin bir keresinde çok önemli bir yazar için yazmıştım. Burada, buna bir metni “gözden geçirmek” denir. Bu kişiyi “gözden geçirmem” istendi. Bana bir yığın kağıt gönderdi. Onları okudum, sonra oturdum ve kitabı yazdım. On dört dile çevrildi… Tabii ki, hayat kolay değil… Düzyazı, şiir, film, resim, senaryolar, otomobiller. Ve romanlar, edebiyat teorisi, senaryolar, denemeler…

    Hiç yazmadığım bir şey, aslında iki şey var: şiir ve suçlama.

    #Bulgakov, #Televizyon #Teknoloji

    Bulgakov harika, eşsiz bir yazar. Örneğin, Usta ve Margarita‘yı okuduğumda… yağmurda unutulmuş giysiler gibi parçalanıyorum. Romanda Bulgakov, biz yazarların sokağa bakan bir tür restoranda olduğumuz binayı anlatır. Orada, birkaç metre ötede, Mandelstam bir duvarın arkasında, Platonov sokağın karşısında yaşıyordu. Mayakovski oralarda bir odada yaşıyordu. Pasternak da bir süre orada yaşadı. Şostakoviç oradaydı. Tverskoy Bulvarı’ndaki eski Herzen Evi’ydi – bir ucunda Danimarka büyükelçiliği, diğer ucunda yazarların yaşadığı yerler. Ne demeye çalışıyorum? O kadar da kötü ya da önemsiz bir dönem değildi. Hiç de değil… Hâlâ Fütüristler vardı, hâlâ Opoyaz vardı. Ama Bulgakov’un büyük bir sanatçı olduğu da söylenmeli. Usta ve Margarita çok güçlü bir eserdir, özellikle de başlangıç: Havari, Pilatus, baş ağrısı çekerken birini öldürmek için bıçak arıyor… Kitabın sonunu daha az seviyorum ama, Üstat Mesih’le tanıştığında birbirlerine söyleyecek hiçbir şeyleri yok. Mesih daha iyi bilgilendirildiği için, tüm olan bitene hâkim, dünyanın sorunlarıyla daha fazla ilgileniyor, içinde yer alıyor. Ve romanda cadılar var… Ben gençken, uzun zaman önce, hepimiz o konuyla ilgileniyorduk, hakkında bütün bir literatür vardı. Hayır, halk masallarından bahsetmiyorum, bilimsel araştırmalar, ciltler ve ciltlerce. Bosch bizim için tamamen anlaşılabilirdi. İdeolojik açıdan bakıldığında ise Usta ve Margarita, Goethe’nin ilk eserleri ve Hegel ile ilgili. Ama Bulgakov’un öteki romanı, Ölü Bir Adamın Hatırası‘nı daha çarpıcı bulurum.

    Bu yüzyılda hangi şair ya da hangi yazar Rus dili için en çok uğraştı? Herkesten çok, Hlebnikov, hâlâ yeterince okunmamıştır. Hlebnikov’un nesrinden çıkarılacak ders henüz alınmadı, ama zamanı gelecek ve onu yazarlar okuyacak.

    Televizyon izlemiyorum, sadece hakkında konuşmayı seviyorum. Jest ve kelimeyi birleştirmenin başka bir yolu bence. Geçmişi, başka bir zamanı temsil etmek için kendine özgü kuralları var. Örneğin, tiyatroda karakterleri antrakt sırasında orada burada dolanmaya bırakamayacağınızı biliriz. Televizyonda bunu yapabilirsiniz. Yazılı edebiyatta, bir insanı, bir manzarayı tanımlamamayı bile seçebilirsiniz. Bu unsurlar filmde de var, onları görüyorsunuz ve televizyonda da. Ve herkesin evinde izlendikleri için, aynı zamanda herkesin bilincinde de yer alıyorlar. Kastettiğim şey insanların TV reklamlarında olduğu gibi konuştukları değil, bazen gazeteci gibi konuştukları veya yazdıkları gibi. Ama gazeteler ve televizyonlar arasındaki savaşta, her neyse o çatışma, ben televizyondan yanayım: en azından orada, yaşayan, konuşulan sözcükler, sözcüklerin sesi var.

    [Televizyonun her bilinçte yer almasının gazetelerden farklı biçimde geri dönülmez biçimde konuşulan dili olumsuz etkilemesi üzerine] Bu çok ciddi bir konu, evet. Tabii ki, çocuklar izliyor ve dillerini doğrudan televizyon ekranından alıyorlar. Ve böylece onların dilsel gelişimi, o harika semantik hataları, Hlebnikov’un sözünü ettiği harika “ihlal” alanı ortadan kalkıyor. Yine de şu an için, her neyse, televizyon günlük hayattan çıkarılamaz gözüküyor. Belki bir gün insanlar şöyle diyecekler: ”televizyondan önce ve televizyondan sonra.” Tıpkı bugün söylediğimiz gibi: sinemadan önce ve sinemadan sonra. Lehçe dediğimiz o güzel şey yok olacak, bireysel dillerin karmaşık çeşitliliği ortadan kalkacak. Burada Rusya’da her köy farklı bir dil konuşuyor. Tabii ki bu üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun. Yeni iletişim araçları kesinlikle bir kaybı, yaratıcılıkta bir kaybı temsil ediyor. Ama teknolojiden korkmaya gerek yok yine de. Bir zamanlar insanlar trenlerden korkuyorlardı, demiryolu trafiğinin korkunç felaketlere neden olacağını düşünüyorlardı. Ama insanlar geleceği sevmeli.

    [Televizyon ve dil] Evet, dil için korkmak doğru. Çünkü bunun da ötesinde, o küçük kutuda işleri nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Örneğin çağımız, edebi bilincimiz senaryonun kompozisyon tekniklerini son derece rafine bir şekilde geliştirmiş. Ancak bunun yerine, tam olarak senaryonun kompozisyonu açısından son derece zayıf olan sonsuz polisiye dizileri gösteriyorlar. Bunlar çatışmasız senaryolar. Ya da daha doğrusu, çatışma her zaman yasanın ihlalidir: Rusya’da dediğimiz gibi, “insan ve yasa.” Birisi suç işler, bir başkası suça çözüm bulur. Oysa edebiyat bir asırdan fazla bir süre önce Suç ve Ceza‘ya ulaştı. Soru sorma noktasına geldi: İhlal gerçekte nedir? Evet, bu kutu bilincimize giriyor, ama… ama o zaman başka bir şey daha söylemeliyim: Bugün, tarihin böylesine çalkantılı bir döneminde, tüm bu bilimsel terminolojiyi yaratmakla da meşgul olamayız… Bakın, dilbilim üzerine bir kitap, yapısalcı bir kitabı ele alırsak -onlardan var bende, o kadar bihaber değilim- başka bir dilde yazılmışlardır, sadece yapısalcıların kendilerini ifade edebilecekleri bir dilde. Bu bir jargon aslında. Dil değil.

    Bir dil nasıl yaratılabilir? Kim yaratıyor? Şöyle söyleyeyim: Gogol’un dili daha çok dilin dilidir. Ama bu bir dildir neticede. Tolstoy’un da. Nereden bilebilirim? Basit. Kitap el yazmalarımı yayınevlerine teslim ettiğimde, Tolstoy’dan her alıntı yaptığımda, kenara hep “Tolstoy” yazıyorum. Aksi takdirde, düzeltici veya editör şüphesiz bazı sözcükleri değiştirirdi. Ve Tolstoy hayattayken, herkesin ona duyduğu tüm saygıyla, bir kitapta iki bin kadar düzeltme yaparlardı. Ve editör kesinlikle aptal değildi. Gerçek şu ki, Tolstoy geleceğin dilinde, gelecek dilde yazdı. Oysa editör bugünün dilinde değil, geçmişin diliyle yazıyordu. Hlebnikov, dile mistik yaklaşımıyla yaşayan dilde de var oldu. Ama hiç kimse dilsiz bir dilde yaşayamaz, hiç kimse kimsesiz bir dilde yaşayamaz. Profesörlerin dili her zaman çirkindir… Rusya’da çarlık dönemindeyken, ünlü ikinci sınıf profesörlerden oluşan özel bir tiyatro komisyonu vardı. Onlar Çehov’un eserinin bedenine işkence eden cellatlardı. Ve bugün kendimizi yeni bir skolastisizmle karşı karşıya buluyoruz –gerçi beni yanlış anlamayın, skolastisizmin yeri vardı– ağacı kıran bir dal gibi, verimsiz bir dal. Geleneksel jargonla değil, yeni, yaşayan dilin yaratılmasıyla ilgilenmeliyiz. Örneğin kimyada, yeni bir element keşfettiklerinde ona bir isim verirler; dilde yeni fenomenler yaratmayız, eski fenomenlere yeni isimler veririz.

    “Çaresizlikten vazgeçme” diyen büyük bir yazarı hatırlıyorum. Çünkü, çaresizliğin kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Sizi mutluluktan alıkoyanın komşunuz olduğunu düşünmemek yardımcı olur. İnsanın baş düşmanı yüreğidir. Yuri Olesha bu konuda harika yazdı. Bir yerde, aniden garip bir ses duyduğunu yazar. Büyükannesine bunun ne olabileceğini sorar: bu onun kalp atışıdır. Kalbinin attığını ilk kez duymaktadır. Ve o andan itibaren hayatının geri kalanında onu dinlemekten vazgeçmez. Kalbimizi onu mahvetmeden dinlememiz gerekir. Sanatın insana her zaman hatırlattığı o görev, gelecek sorunudur. Don Kişot, Dostoyevski’nin dediği gibi, hiçbir şeyden suçlu değildi. Kültürlüdür, çılgın ihtişamını sömürmez, zekidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, sadece dünyayı anında dönüştüremez. Ama insanlığın buna ihtiyacı var. Görüyorsunuz, Rusça poka chto terimi çirkin, hoşuma gitmiyor, bu güzel: nişgo. Tolstoy, Kafkasya’daki Rus askerlerinin söylediği bir şarkıdan bahseder. Güzel, zor bir şarkı. Bekleyin, mırıldanacağım:

    Tek kelimeyle, korkunç
    Ya da kesinlikle, katlanılabilir değil
    Diyelim ki hiçbir şey değil.

    Rusya’da sık kullanılan, tam anlamını kimsenin bilmediği o sözcük, nişgo, gerçekte birçok şey ifade eder – kişinin henüz yenilmediği anlamına gelir. İşte devam ediyoruz, çok çok zor olsa bile. ✪

  • Bram Stoker ve Winston Churchill: Umutlar, iş ve idealler

    Bram Stoker ve Winston Churchill: Umutlar, iş ve idealler

    “Winston Churchill ile Röportaj” Bram Stoker’ın kurgu dışı makalelerinden biri. Bu yazı, Stoker’ın 1907’de yaptığı bir dizi röportajın ikincisiydi. İlk kez ABD’de New York’ta The World’ün 5 Ekim 1907 tarihli sayısında yayımlandı. Ertesi gün Evansville Courier’in 6 Ekim 1907 tarihli sayısında yeniden basıldı. İlk olarak İngiltere’de The Daily Chronicle’ın 15 Ocak 1908 tarihli sayısında “Mr. Winston Churchill: Talks of his Hopes, His Work, and his Ideals to Bram Stoker” başlığıyla yayımlandı.


    Bay Winston Churchill’e kendisiyle röportaj yapmak için randevu isteğimi yazdığımda şöyle cevap verdi: “Aslında yapmamayı tercih ederim; ama eğer isterseniz de sizi reddedemem.” Onunla kütüphanesinde tanıştığımda daha açık bir şekilde şöyle açıkladı: “Röportaj yapmaktan nefret ediyorum ve genellikle de reddediyorum. Ama sizin için kuralı çiğnemek zorundayım, çünkü siz babamın arkadaşıydınız.” Sonra zarifçe benim için kişisel bir neden daha ekledi: “Ve çünkü siz Drakula’nın yazarısınız.”

                Bahsettiği, birkaç yıl önce yazdığım ve kendisinin genç hayal gücüne hitap eden bir vampir romanıydı. Kendisi de yaratıcı bir yazardı. Okuduğumu hatırladığım ilk şey, Man Overboard adlı güçlü bir kısa hikayeydi! (Kızıldeniz’in Bir Bölümü) – boğulmakta olan bir adamın son düşüncelerini takip eden acımasız, çarpıcı bir hikaye.

                Daha önce de yazdığından, yaklaşık on yıl önce, politik bir roman olan Savrola, ona başka romanlar yazmak isteyip istemediğini sordum, tabii ki, siyasi çarkın devrimleri aracılığıyla bunu yapmak için zamanı olması durumunda. Düşünceli bir şekilde cevap verdi:

                “Bence hayır; roman değil. Umudum yazmak, kamusal hayatın bana fırsat vereceği kadar yazmak. Ama kurgu olacağını sanmıyorum.

      “Tarihin daha hafif biçimlerinde bir şeyler yazmayı tercih ederim – bir tür hakikate dayanan hikaye anlatımı. Bana öyle geliyor ki, modern tarihsel araştırmanın tüm eğilimi, meselenin her bölümü veya yönü hakkındaki incelemeyi ayrı ayrı alt bölümlere ayırmak ve konudan uzaklaştırmak şeklinde. Her şey bölümlere ayrılıyor. Sonuç tatmin edici değil. Eskiden daha az ayrıntıya, ancak genel bir resme sahiptik, oysa şimdi çok fazla ayrıntı elde ediyoruz, ancak genel bir eskiz, resim veya hikaye yok. Eser ne çok uzun olmalı ne de çocuklar için yazılmalı. Bir konuyu bir bütün olarak ele alacak ve bilmek isteyen ama fazla zamanı olmayan sade insana akıllıca aktaracak yazarlar için dev bir fırsat var. Fitchett’in İmparatorluğu Kazanan Eylemler kitabının popülaritesi ne demek istediğimi gösteriyor.”

    Zamanın İntikamı

    25 sterlin. Beşinci Tümen Alt Komisyonu tarafından, söz konusu tümenin Özel Görevlisi adına, kaçan savaş esiri CHURCHİLL’i canlı ya da ölü olarak bu ofise getirene 25 sterlinlik ÖDÜL VERİLECEKTİR.

    Beşinci Tümen Alt Komisyonu adına.
    LODK DE HAAS, Sekreter.

    Köleliğin kötü zamanlarında kaçak köleler için kullanılan yukarıdaki kaba saba aranıyor metni, Winston Spencer Churchill’in Aralık 1899’da Pretoria’daki Model Okulu’ndaki hapishaneden kaçışını izleyen bildirimdir.

                Yedi yıl sonra Transvaal artık bir İngiliz Kolonisiydi ve eski mahkûm Winston Churchill, İngiliz Hükümeti’nin Koloniler Müsteşarı oldu; Yeni İngiliz Kolonisi’nin yeni anayasasının oluşumunda önemli bir paya sahip -o paya sahip olmayı açıkça belirtmiş- Müsteşar. “Böylece,” diyor Feste, “zaman girdabı intikamını da yanında getiriyor.”

                Bay Churchill’i Piccadilly’nin dışında, Bolton Caddesi’ndeki güzel evinde çalışırken buldum. Koloniler Müsteşarı çalışan bir bekar; genellikle evlerde oturma odası için tahsis edilen birinci katın tamamı burada bir çalışma odası olarak kullanılıyor, iki oda tek oda yapılmış. Bolton Caddesi’nin bu bölümündeki evler büyük değil ve her santim alanı genellikle akıllı mimarlar tarafından pratik kullanım için düzenlenmiş. Odanın renk tonu koyu yeşilve aynı koyu renkli ahşap, ağır maun paneller büyük bir kitaplık tarafından biraz kasvetli de olsa aydınlanmış. Yeşil sandalyeler ve kanepelerden oluşan kadife sert halı da yeşil.

                Çalışma masası dikkat çekici. Maun ağacından bacakları ve ince biçimde oyulmuş eğimli kenarları olan son derece büyük ve geniş bir Chippendale parçası; sanki özel olarak belgeleri harmanlama işi için yapılmış gibi görünüyor. Birleştirilmiş çift odanın başka bir yerinde, lale ağacından yapılmış İmparatorluk mobilyalarının güzel parçaları dizilmiş raflar, Churchill ailesinin Katolik zevkini gösteren, çoğunlukla nadir baskılar olmak üzere çeşitli kitaplarla dolu, bu baskıların çoğunda Lord Randolph Churchill’in özel kitap plakası var. Burada tarih, felsefe, siyaset ve kamusal yaşamla ilgili daha ağır eserlere ek olarak, Edgar Allan Poe, Carlyle, Richardson, Jane Austen, Dean Milman, George Grote, Bronte’ler vs. de görülüyor.

                Elbette burada mektup ve kağıt birikimleri yok; Mavi kitaplar ve bir devlet adamının ofisini dolduran belgelerin dosyaları. Bütün bunlar Sömürge Ofisi ve Avam Kamarası’ndaki odalarında. Bir Bakan olarak çoğunlukla evden çalışabilse de -halihazırda öyle yapıyor- yapılacak iş seçilip sadece  gerekli olan belgeler ve yetkiler beraberinde getirilebiliyor.

    Çocukken Churchill

    Dış odadaki şöminenin üzerinde, panelde ressam Romney’e ait, Kaptan Peletan’ın üniformalı bir subay biçminde güzel bir portresi var. Pencereler çift çerçeveli, böylece kıyamet gibi hava ve yakındaki Piccadilly’nin trafik kükremesi etkili bir şekilde dışarıda tutulabiliyor. İç odanın duvarında, ona bakan kişi ile yüzleşecek şekilde ayarlanmış, Rt. Hon. Lord Randolph Churchill’in gerçekçi bir portresi var.

    Henry Irving’in menajeri olmak için Londra’ya geldiğimde, Lord Randolph ile İrlanda’da başlayan arkadaşlığımız devam etti. İlişkilerimiz her zaman dostaneydi. Irving’in büyük bir hayranı olduğundan sık sık Lyceum Tiyatrosu’na gelir ve ara sıra eski Beefsteak Room’da akşam yemeği için kalırdı.

    Bir akşam tiyatroda -sanırım Faust’un uzun soluklu gösterimiydi- perde arasında arasında koridorda yürüdüğüm sırada arkamdan onun sesini duydum: “Ah, Bram Stoker, oğlumu seninle tanıştırmak istiyorum.” Döndüm ve tanıtım yapıldı. Genç Winston, o zamanlar on üç yaşlarındaydı, kızıl saçlı ve çok kırmızı yanaklı, güçlü yapılı bir çocuktu. Parlak görünümlü bir çocuk, sağlam ve son derece sağlıklı görünüyor. El sıkıştığımızda babası şefkatle elini çocuğun omzuna koydu ve sevgi dolu bir şekilde okşayarak şöyle dedi: “Henüz büyük değil ama tam bir fırlama.” Ve oğlunun “tam bir fırlama” olduğu ortaya çıktı.

                Oğul, babanın beklentilerinin de ötesine geçti. Şu anda, yaşayan İngiliz devlet adamlarının önde geleni, hatip olarak büyük yetenekleriyle bağlantılı gösterişli, hırçın yöntemleri, kamusal sorunları ele almadaki berrak gücü ve onu tüm rakiplerinin üzerinde ayıran olağanüstü görüş genişliğiyle dikkat çekiyor.

     “Neden?” diye sordum ona, “ordudan bilerek mi ayrıldın? Askerliği sevmiş ve uyum sağlamış görünüyorsun.”

                 “Orduda çok mutluydum. Askerlik yapmayı seviyordum. Ancak gerçek şu ki, barış zamanında aktif olmak isteyen bir adam için orduda pek alan yok. Tabii ki, çok aktif derken farklı şekillerde demek istiyorum, çünkü askerlik hizmetinde her zaman bol miktarda rutin iş vardır. Her neyse, bir insan kendi yaşam tarzını seçmeli ve eğer bir insanın istediği sadece savaşsa, politikada bolca var zaten. Kişi sadece kendi eğilimini takip ederek gerçekten uyumlu bir hayat sürebilir.”

     “Bununla tam olarak ne demek istediğini tanımlamayacak mısın?” diye sordum. Gülümsedi. Tanımları pek umursadığını sanmıyorum; kararını kendi yolunda, kendini tatmin etmenin bir yolu olarak veren biri.

                 “Ahenkli yaşam. Bir insanın çalışmasının aynı zamanda keyfi olduğu bir hayat ve bunun tersi de geçerl. Neşeli bir mizaçla birleşenince dünyevi armağanların en iyisini sunar.”

                 “Neden neşeli mizaç? Sadece bilgilenmek için soruyorum.”

                 “Çünkü başka birçok şeyi yansıtır: örneğin sağlık ve güç. İnsanoğlunun büyük çoğunluğu günün büyük bir bölümünde çalışmak zorunda ve daha sonra kendilerini eğlendirmebilirler- eğer çok yorgun değillerse. Ancak şanslı azınlık, en keskin ilgi ve zevklerini, iş ve atıl saatler arasındaki herhangi bir karşıtlıktan değil, işin kendisinden alır. Kesinlikle fiziksel sağlığın bununla iyi bir ilgisi var. Henry James, sağlıklı bir yararlılık dininden bahsediyor.”

     “Bay Churchill,” dedim, “devlet adamlığı ve devlet adamı demek istediğim yerde siyaset ve politikacı sözcüklerini kullandığınızı not ediyorum. Fikirlerinizle uyuştuğunu kabul edebilir miyim?” Cevap verirken yüzünde bir gülümseme vardı:

     “Bir insanın kendisinden devlet adamı olarak bahsetmesinin en azından yakışıksız olacağını düşünmüyor musunuz? Siyaset ve politikacı bana çok iyi ve yeterli kelimeler gibi görünüyor, onlardan beklenen amacı karşılıyor. Siyaset yeterince büyük bir kavram, sizi temin ederim.”

                 “Sizce siyasetin modern eğilimi nedir?”

                 “Bu ülkedeki siyaset ve bence tüm dünyada da, sosyal ve ekonomik ayrışma hatları boyunca bölünüyor. Geçmişin hareketleri hiç bu kadar etkili olmamıştı. Reformasyon, doğrudan ve dolaylı olarak, vicdan özgürlüğünü güvence altına aldı. 17. yüzyılın İngiliz isyanı ve ayaklanması Parlamenter hükümeti kurdu. Fransız Devrimi, çok önemli ölçüde siyasi eşitliğe –ulus fikrine– sınıf önyargısıyla ayrılmamış yurttaşlara ulaştı; ama tüm anormalliklerin, sosyal ve ekonomik adaletsizliğin en büyüğü hala ortada. Bütün siyaset buna odaklanıyor.

    “Belki de Amerika’nın yol göstermesi gerekiyor. Sermaye ve emek arasında çıplak bir mesele vardır. Amerika’nın insanlığın ilerlemesi hareketine katkısı, bilimsel uygarlığın karşı karşıya olduğu ekonomik sorunların mutlaka karmaşık bir çözümü olacak.”

    “Derin Ciddi Amaç”

    Geleceğe dair bu tahmini bitirdiğinde bu kez yüzünde gülümseme yoktu. Bunun yerine, yoğunlaşmış ağır bir bakışı vardı – derin, ciddi bir amaç, içindeki insandan bir şeyler gösteriyordu. Çocukluğunun maskesinin ardında oldukça farklı– genel görünümünden şüphelenilmeyecek tutkulu bir ciddiyeti ortaya çıkaran bir şey. Alnının pürüzsüz derisinde sadece ara sıra görülen yeni başlayan kırışıklıklar derinleşiyor, keskin ağzın ince çizgileri sertleşiyor gibi; yeni ve ciddi bir görünüm elde eden gözler.

                Winston Churchill 34. yaşında, heybesinde dört seferin geçmişi ve bir Ballantyne veya Kingston donatmak için yeterli macera anıları var. Yıllarca Parlamento’da hep kendini paralayan ve cesur üyelerden biri olarak yer aldı. Siyasi muhaliflerin yirmi yıllık saltanatından sonra kargaşaya giren yeni Parlamento’da ilk resmi günün hararetini yaşadı. Avam Kamarası’nda, sömürge meselelerinde partisinin ve kabinesinin resmi sözcüsü oldu ve her şeye rağmen kendini değerli tutmayı başardı. Ama görünüşte hala bir çocuk. Onu, çalışma odasında mutlu ve keyifli, şömineye yaslanmış halde gözümüzün önüne getirelim.

                Orta boylu, olduğundan daha ince görünüyor, çünkü derli toplu bir fiziği var. Çocukluğunun kızıl saçları alev renginin kısmen kaybetmiş ve şimdi kırmızıdan ziyade kızılımsı kahverengi görünüyor. Gözleri açık mavi, içlerinde bir kuşun gözlerinin o özgür canlılığından bir şeyler içeren büyük gözbebekleri var. Ağız bir hatibin ağzı: net biçimli, ifade edilebilir ve küçük değil. Alnı hem geniş hem de yüksek, burnun üzerinde oldukça derin bir dikey çizgi var; çene güçlü ve iyi biçimlendirilmiş. Elleri biraz dikkat çekici; hem yaşamına hem de genel karakterini yansıtıyor. Belirgin şekilde güçlü eller. Avuçları dürüstlük göstermek olarak kabul ettikleri genişlikte büyük; parmaklar hem uzun hem oldukça kalın, fakat sivriliyorlar; başparmak üst eklemde hafifçe geriye doğru bükülü. Böyle bir eli olan adam hayatta çok ilerler.

                Ondan parti değişikliği konusunda beni aydınlatmasını istediğimde tekrar gülümsedi, ama bu sefer farklı bir şekilde, biraz anlaşılmaz bir gülümsemeyle, Çocukluğun neşeli yüzüyle bakan yaşlı bir bilgelik. Bence, değişime yol açan her şeyden ve değişim için yapılacaklardan zevk alacak. Sözleri, söylendikleri tonla ve görünüş, ifade ve tavırla hep birlikte aktarılan aydınlatıcı bir şeyle birlikte, kişinin aklını tatmin edecek şekilde tınlıyor.

    “Yetiştirildiğim Muhafazakar Parti’deyken, Muhafazakar Demokrat olarak adlandırıldım. O zaman bile partinin ilerici kanadına aittim. Boer Savaşı’ndan sonra Muhafazakar Emperyalizmin üst düzey temsilcisi olarak Parlamento’ya geldim. Ama aslında buna karşı tam bir tepki içindeydim. Gerçekten de, parti değişikliğim geldiğinde, gidecek çok da bir yol yoktu. Muhafazakar tarafta siyasete girdim, tıpkı bir adamın babası orada olduğu için Oxford’a gidebileceği gibi. Babam Muhafazakar Partili bir Demokrattı ve ben de o atmosferde büyümüştüm.”

                 “Muhafazakar Demokrasi Nedir?”

                 “Geçmişin liderliği aracılığıyla hepimizin birlikteliği – düşündüğümde bulduğum anlam buydu. Ancak daha sonra, o görüşün özlemlerinin, sadece işçilerin oylarını ve popülaritesini kazanmak için Muhafazakârlığın kazanılmış çıkarları tarafından sömürüldüğünü gördüm.”

    “Umutsuzluğun fısıltılarını süpürmek için buradayız. Geri dönmüyoruz: devam ediyoruz. Hareketlerimiz toplumun daha iyi, daha adil örgütlenmesine yönelik ve inancımız güçlü ve büyük, milyonlarca yurttaşın monoton bir şekilde çalıştığı donuk, gri bulutların yeni ve asil bir çağın güneş ışığında sonsuza dek kırılacağı, eriyeceği ve sonsuza dek yok olacağı zaman kesinlikle gelecek – çabalarımızla beklenen de erken olacak.”


    Kaynak gazete sayfası:


    F! Notu: “An Interview with Winston Churchill” ilk olarak Haziran 2002 ‘de A Glance of America: and other Lectures, Interviews and Essays adlı kitapta yayımlandı.

    Çeviri Ömer Naci Jr. ✪

  • Nesir Fikri

    Nesir Fikri

    Nesir karşısında şiirin kimliğini adımlama olasılığı üzerinden giderek serdetmediği sürece, şiirin hiçbir tanımı tam anlamıyla tatminkâr değildir. Bu bakış açısından, nicelik, ritim ya da hece sayısı—ki bunların her biri nesirde de görülebilir— yeterli kıstası sunmaz. Biz burada, sentaktik bir Sınır karşısına vezinli bir sınır koymanın mümkün olduğu söze şiir diyeceğiz (adımlamanın fiilen var olmadığı fer şiir, sıfır adımlamalı şiir olacak). Nesirse, böyle bir şeyin mümkün olmadığı sözdür.

    Sıfır adımlamayı eserlerinde bir kural olarak belleyen şairler-en başta Petrarca— olduğu gibi, belirtme derecesinin (degré margué) önemli bir yer teşkil ettiği başka şairler de —Caproni örmeğin-— vardır. Ancak Caproni’nin geç dönem şiinlerinde bu düşkünlük aşırıya varır: Adımlama, şiiri, onun hâlâ bir şiir olduğunu anlamamıza imkân verecek tek bir unsura, yani şiirin fark yaratan özgül çekirdeğine, indirgeyerek şiirin kendisine dönüşür. Böylece adımlama, şiirsel sözün ayırt edici özelliği olarak öne çıkar. Caproni’nın en son şiirlerinden birine bakalım:

    ...Beyaz 
    kapı...
           Saydamlıktan 
    matlığa açılan 
    kapı...
           Mahkûm
    kapı...

    Burada geleneksel vezinler büyük ölçüde sınırlandırılmıştır, Caproni’nin son dönemlerinde sıkça kullandığı noktalı boşluklarsa dizenin kurucu nüvesinin ötesinde vezinli bir tema geliştirmenin imkânsızlığını anlatır (bu da bu nüvenin başlangıçta değil, sonda, versura noktasında2 bulunacağı anlamına gelir). Tıpkı Caproni’nin çok şey öğrendiği Schubert’in 163 no’lu kuintetinin adagio kısmındaki pizzicato‘nun. her seferinde yaylı sazların bir melodi öbeğini tamamlamasının imkânsızlığını teyit etmesi gibi. Ama bu, şiiri ortadan kaldırmaz. Tekrarlamak gerekirse adımlama, nesri şiirin alanına yaklaştıran Mallarmé’nin boş satırlarından farklı olarak, nazımın yeter ve gerek şartıdır.

    Peki öyleyse adımlamaya şiirin ölçüsü üzerinde böyle bir hâkimiyet veren şey nedir? Adımlama, vezin öğeleriyle sentaktik öğeler arasındaki, sesi belirleyen ritimle anlam arasındaki bir uyumsuzluğu. bağlantısızlığı ortaya çıkarır; böylece şiir sadece, şiirde sesle anlam arasında mükemmel uyumun yakalandığı yeri gören yaygın kanının aksine, kendi iç uyumsuzluğunu yaşar. Dize, sentaktik bağı kırarak kendi kimliğini ispat ettiği anda, bir sonraki dizenin üzerine doğru sürüklenir ki kendisinden dışarıya atılanı yakalayabilsin.

    Çok yönlülüğünü ortaya koyan aynı jestle, nesrin bir geçişine işaret eder. Anlamın dipsiz kuyusuna yapılan bu baş aşağı dalışla birlikte dizenin saf ses birimi. kendi ölçüsünü ihlal ettiği gibi kendi kimliğini de ihlal eder.

    Böylece adımlama, şiirin nevi şahsına münhasır adım atma biçimini ortaya çıkarmış olur. Avesta’daki Gatalar’da ya da Latin satirinde rastladığımız ilk örnekleri modern çapın eşiğinde Yeni Hayat’ın tesadüfi olmayan karakterini kanıtlayan bu biçim, bustrophedonik’tir; yani şiirsel ya da düzyazısal değildir ve her insan sözünün esas nesir-veznidir.

    Adımlama biçiminde ortaya çıkan dizenin sonundaki dönüş noktası, vezin üzerine yapılan çalışmalarda bahsi geçmese de, şiirin nüvesini kurar. Aynı anda iki yöne —hem geriye (verso) hem de ileriye (prosa)— giden müphem bir harekettir bu. Bu iki arada bir derede kalış, anlamla ses arasındaki bu ulvi tereddüt, düşüncenin yüzleşmek zorunda olduğu şiirsel mirastır. Platon bu mirası devralabilmek için, aktarılan yazma biçimlerini reddedip gözünü dil meselesine dikmiştir; Aristoteles’in tanıklığına bakılırsa dil onun için ne şiir ne de nesirdi. bunların orta terimiydi. ✪

  • İnsan, doğa ve egemenlik

    İnsan, doğa ve egemenlik

    İnsan, doğa ve egemenlik

    Max Horkheimer


    Hayatın yüksek amaçlarını belirleme yetkisi elinden alınan ve karşısına çıkan herşeyi basit bir araca indirgemekle yetinmek zorunda bırakılan akıl için, geriye kalan tek amaç, bu düzenleyici faaliyetin sürdürülmesidir. Bu faaliyet bir zamanlar özerk bir “özne”ye aitti. Ama Öznelleşme süreci bütün felsefi kategorileri etkilemiştir: bunun sonucu, bu kategorilerin görelileşmesi ve daha iyi yapılanmış bir düşünsel bütünlük içinde korunmaları olmamış, sadece kaydedilecek birer olgu durumuna düşmeleri olmuştur. Bu, özne kategorisi için de geçerlidir.


    Ama bütün doğa bir “çeşitli nesneler yığını” (herhalde, doğanın yapısı insanların kullanmasına uygun düşmediği için “yığın” deniliyor) olarak, insan-öznelere oranla basit nesneler olarak görüldüğü ölçüde, bir zamanlar özerk olduğu varsayılan özne de giderek her türlü içerikten arındırılır ve bir noktadan sonra, adlandıracak hiçbir şeyi kalmamış bir ada dönüşür. Bütün varlık alanlarının bir araçlar alanına dönüştürülmesi, bunları kullanması gereken öznenin de yok oluşuna yol açar. Modern sanayi toplumuna o nihilist görünümünü veren budur. Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkûm etmektedir.


    İnsan türü, bağımsızlaşma süreci içinde, içinde yaşadığı dünyanın yazgısını paylaşır. Doğa üzerindeki egemenlik, insan üzerindeki egemenliği getirir. Her özne sadece dışsal doğanın (gerek insanın fiziksel varlığının, gerekse insanın dışındaki doğanın) köleleştirilmesine katılmakla kalmaz, bunu yapabilmek için kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına alır. Egemenlik için egemenlik “içselleştirilir”. Genellikle bir hedef olarak gösterilen şey —bireyin mutluluğu, sağlık, refah— anlamını sadece işlevsel potansiyellerinden almaya başlar. Mutluluk, sağlık gibi terimler, düşünsel ve maddi üretim için elverişli koşulları belirtmektedir artık. Bu yüzden, sanayı toplumunda bireyin kendi kendini yadsımasının bu toplumu aşan bir hedefi yoktur. Böyle bir kendini silme, araçlara rasyonellik kazandırırken, insan hayatını akıldışı kılar. Bireyin kendisi kadar toplum ve kurumları da bu uyuşmazlığın izini taşır. İnsanın içindeki ve dışındaki doğanın köleleştirilmesi anlamlı bir amaç olmadan gerçekleştiği için, doğa aşılmış ya da kazanılmış değil, sadece bastırılmış olur.

    Doğanın bu bastırılışının sonucu olan direnme ve tepki başlangıcından beri uygarlığın içinde bir çıban başı olmuştur: bazen, on altıncı yüzyılın kendiliğinden köylü ayaklanmalarında ya da günümüzün daha hesaplı ırksal isyanlarında olduğu gibi, toplumsal başkaldırılar biçiminde, bazen de bireysel suçlar ve akıl hastalıkları biçiminde… Uygarlığın gelişmesinde bir etken, doğal ayıklanmanın yerini rasyonel eylemin alması olarak tanımlanabilir. Sap kalma —ya da başarı diyelim buna— bireyin toplumdan gelen basınçlara kendini uyarlama yeteneğine bağlıdır. Sağ kalmak için, hayatını oluşturan anlaşılmaz, çetrefil durumlara her an en uygun tepkiyi gösteren bir aygıta dönüştürür kendını insan. Herkes her durumla karşılaşmaya hazır olmalıdır. Kuşkusuz, bu sadece modem çağın bir özelliği değildir; bütün insanlık tarihi boyunca geçerli olmuştur. Ne var kı, bireyin düşünsel ve psikolojik yetenekleri maddı üretim araçlarıyla birlikte değişmiştir. On yedinci yüzyılda bir Hotlanda köylüsünün ya da ressamının veya on sekizinci yüzyılda bir dükkân sahibinin hayatı, günümüzün bir işçisinin hayatından çok daha güvensizdi. Ama sanayi toplumunun doğuşu, nitel olarak yeni olgular getirmiştir. Günümüzde, uyarlanma süreci bilinçlidir ve o yüzden de toptandır.

    Bugün hayatın tümü artan ölçüde rasyonelleştirilmekte ve planlanmaktadır; aynı şekilde, her bireyin hayatı da, geçmişte özel dünyasını oluşturan en gizli dürtüleri de içinde olmak üzere, rasyonelleştirme ve planlamanın gereklerine uymak durumundadır bugün: bireyin varlığını sürdürmesi için sistemin varolma koşullarına uyması gerekmektedir.

    Toplumdan kaçacak yeri kalmamıştır. Ve nasıl rasyonalizasyon süreci artık pazarın İsimsiz güçlerinin değil, plan yapan bir azınlığın bilinçli kararının eseriyse, kitlesel özneler de kendilerini öyle bilerek uyarlamak zorundadır: özne, bütün enerjisini, pragmatistlerin deyimiyle, şeylerin hareketinin içinde ve o hareketin yönünde” olmaya adamak zorundadır. Geçmişte gerçeklik, özerk birey tarafından geliştirildiği varsayılan ideale karşıt sayılır ve onunla karşılaştırılırdı; gerçekliğe bu ideale uygun bir biçim verilmesi gerekli görülürdü. Bugün ilerici düşünce bu tür ideolojileri zayıflatmakta ve bir yana atmakta, böylece farkında olmadan da gerçekliğin bir ideal durumuna yükseltilmesine yardımcı olmaktadır. Uyum, düşünülebilecek bütün öznel davranışların ölçütüdür artık, Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak, egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.

    İnsanın kullanacağı araçlarla ilgili hesapları inceldiği halde, amaçların seçimi konusunda —geçmişte nesnel bir doğruya duyulan inançla ilgiliydi bu— gittikçe kafasızlaşmaktadır

    Günümüzün üretim tarzı, her zamankinden daha çok esneklik ister. Hayatın her alanında istenen daha büyük girişkenlik, değişen koşullara daha iyi uyarlanabilme yeteneğini gerektirmektedir. Eğer bir ortaçağ zanaatkârı bir başka mesleğe geçebilseydi, yaptığı değişiklik, tamircilikten seyyar satıcılığa, oradan da sigorta şirketi yöneticiliğine geçen bir günümüz insanının geçirdiği değişiklikten çok daha köklü olurdu. Bugün teknik süreçlerin gittikçe artan birörnekliği insanların iş değiştirmesini kolaylaştırmaktadır. Ama bir faaliyetten ötekine geçişin kolaylaşması, spekülasyon için ya da yerleşik modellerden ayrılmak için daha çok vakit kalması anlamına gelmemektedir. Doğaya egemen olmak için geliştirdiğimiz araçlar arttığı ölçüde, bir sag kalma koşulu olarak bu araçlara hizmet etme zorunluluğumuz da artmaktadır.

    İnsan, mutlak davranış ölçülerine, evrensel bağlayıcı ideallere giderek daha az bağımlı hale gelmiştir. Kendi özel ölçülerinden başka kurala gerek duymayacak kadar özgürleştiği ileri sürülmektedir. Ne var ki, bu artan bağımsızlık, ters bir mantıkla, bir edilginlik artışına da yol açmıştır. İnsanın kullanacağı araçlarla ilgili hesapları inceldiği halde, amaçların seçimi konusunda —geçmişte nesnel bir doğruya duyulan inançla ilgiliydi bu— gittikçe kafasızlaşmaktadır: nesnel akıl mitolojisi de içinde olmak üzere bütün mitolojilerin kalıntılarını silip atmış olan birey, genel uyarlanma modelleri doğrultusunda otomatik tepkiler göstermektedir. Ekonomik ve toplumsal güçler kör doğa kuvvetleri niteliğini kazanmakta ve insan da, varlığını sürdürmek için, bu kuvetlere kendını uyarlayarak onları egemenlik altına almak zorunda kalmaktadır. Bu sürecin sonucu, bir karşıtlıktır: bir yanda benlik vardır, maddi ve manevi dünyadaki her şeyi kendi varolma aracına dönüştürmenin dışında bütün içeriği ve özü boşaltılmış olan soyut ego; öbür yanda da sadece bir malzeme, egemen olunacak bir madde durumuna düşürülmüş ve bu egemenlikten başka bir amacı kalmamış boş bir doğa vardır. ✪


  • Olta

    Olta

    Olta

    “Balık tuttuk yiyen ölür.
    Elimize değen ölür…”
    Nâzım Hikmet


    Olup bitene, mutlaka ‘sınıfsal’ bir gözle de bakmanın önemini ve gerekliliğini anlamam biraz zaman aldı. Böyleymiş. Sınıf düşüncesinden geçmeyen şarkılar biraz eksikmiş.

    Böyle olmasına böyle de, Vertov’un Sine-göz’ü gibi her şeyi, yalnızca sınıfsal bir gözle izaha çalışmak ne denli isabetli olur: bana öyle geliyor ki ‘her şeyin felsefesi’, sınıf düşüncesi ölçüsünde ‘coğrafya’nın tayin ediciliğini de içermek zorunda. Çünkü insan, ‘ev’i kadar doğduğu iklimin de meyvesidir.

    “Olta”, balık tutmanın en kitabî gereci ama tek değil. Onlarca farklı türü, yöntemi olmakla birlikte bazen ‘ağ’ olur balığı yakalamanın ereği, bazen bizatihi el’dir olta dediğin. Babamın doğup büyüdüğü köye gittiğimiz birkaç yaz gününde, köy çocuğu elinin bu işte ne denli mahir olduğunu gözlemlemiştim. Paçaları kıvrılmış pantolon ve çoğunlukla çorapsız giyilen lastik ayakkabıları ile ‘dere’ye giren çocuklar, suyun debisine kendisini kaptıran balıkları önce kunduz misali yaptığı sete çeker ve ürkekçe büyük taşların altına gizlenenleri elleriyle kıstırıp karaya fırlatırlar. Bunu, en eski zamanlardan kalma bir av sahnesini temrin ediyormuşum gibi izledim. (Derede yakalanan balık keyif için tutulur, çoğu zaman yenmez bile.) Bir iki taşın altını da ben yokladım ama yengecin makasını tattım ve geri durdum. Bunun olacağını tahmin eden köy çocukları için iyi bir eğlence olmuştu. Ama hiçbiri sudaki küçük yılanı tutmak için verdikleri kavga kadar şaşırtmadı: her zaman ve her şeyde olduğu gibi, sonunda, en güçlü olana kaldı yılanı tutma hakkı: başından yakaladı, elini yılanla birlikte havaya kaldırıp bir keyif narası attı ve en güçsüz gördüklerinden yana fırlattı yılanı. Bir iki korku ânından sonra başladılar yılanı ezmeye: öldüğünden emin olunmalıymış, yoksa intikam almaya gelir(ler)miş evlerine.

    “Olta”, balık tutmanın en kitabî gereci ama tek değil. Onlarca farklı türü, yöntemi olmakla birlikte bazen ‘ağ’ olur balığı yakalamanın ereği, bazen bizatihi el’dir olta dediğin.

    Bir de Melik var. Onu adıyla anmalıyım çünkü kan kardeşiydik, ilkgençliğimiz beraber geçti: çoğu iyi okullarda okumuş, ‘meslek sahibi’ abilerinin ama daha çok sekiz çocuklu babasının baskısı altında ezilmiş, daha on beşine gelmeden, değil kırk sekiz saat, “Doktor Murke’nin Suskunluk Külliyatı”na benzer bir ‘evden kaçma külliyatı’ biriktirmiş bir çocuk. (Bu kadarı Walter Benjamin için bile fazla! Belki Salinger…) Bir gün, Jack London’ın Dönek’te anlattığı Johnny gibi her şeyi ardında bırakıp gideceğini biliyordum. Ama bunu Johnny gibi ‘rahat bir hayırsever cömertliği ile’ değil, mutlaka bir şeyleri yıkarak, yok ederek yapacağını düşünüyordum.

    Melik, ”hadi balığa gidelim” demişti bir gün. Nasıl, neyle? Her şeyi ayarlamıştı. Geceden, ikimiz için de birer olta yapmış: avuç içinde kavranabilecek bir çubuğu saran plastik bir ip ve –nereden bulduysa– belirli aralıklarla bağlanmış basit olta taşları. Bize ya da bana düşen, yalnızca kancaya takacağımız solucanları ayarlamak.

    Minibüse binip baraj gölüne yakın köylerden birine gittik. Kanal boyunca yürüdük ve suyun göle vardığı çizgiye yakın bir yerde, nemli toprağı eşeleyip solucan topladık. Solucanları kancaya, kancayı suya… Bir saati geçse de oltadan ses gelmedi ama suyun insan bedenini bile sürükleyecek bir hızda aktığı bu kanalın ağzında balık olduğu konusunda ısrar ediyordu Melik. Derken o da razı oldu balık tutamayacağımıza ve eve gitmeden önce, hazır buraya kadar gelmişken suya girmeyi teklif etti. Yüzemediğimi biliyordu ama ”bir şey olmaz, seni tutarım” diye ısrar etti. ”Sen de girme” dememe rağmen dinlemedi, tek başına atladı suya. Üç metrelik beton kanalın karşı tarafına nispeten kolay geçti. Ama dönerken suya karşı koyamadı ve bir süre sürüklendi. Kanalın perdelerine, göle karışmaya yakın tutunabildi ancak. Biraz ürkmüş olsa da neşesi yerindeydi. ”İyi ki sen girmedin” demedi. Oltaları suya attık, solucanları toprağa… Dönüş yolunda sessizdik.

    Sonraları daha seyrek görüşür olduk. Ortak arkadaşlarımız kalmamış gibiydi. Birkaç ay mı, bir yıl sonra mı, tam emin olamıyorum, Melik’in aynı gün içinde tanıdığı birkaç kişinin cep telefonunu, “bi telefon edicem” bahanesiyle ödünç alıp ortalıktan kaybolduğunu duydum. Bir daha görmedim kendisini, hakkında bir şey de işitmedim, sonunda gitmişti, gideceği belliydi… Birilerini de yanında götürmek ister miydi, emin olamıyorum. Bir vakit buna niyetlendiğini biliyorum ama.

    Çocukluğunda, gençliğinde bir denizi, gölü ya da daha iyisi: bir adası olmuş kişilerin daha iyi bileceği (sadece deresi olmuşlar elendi), benim gibilerin ise ancak kitaplardan, filmlerden bir nebze sızabileceği hakikat şu ki, “oltaya takılan balık değil, kucakta çırpınan ölümdür.” Samih Rifat’ın o olağanüstü Ada’sından öğrendiğim şey budur. Oltanın ucundaki, çocukluğun unutulmaz ‘mutlu aile tablosu’nun parçalarını içerse bile bazen ölümdür, ama bazen de, Yves Robert’in 1958 tarihli Ni Vu, Ni Connu filminde ritim tutarak balıkları avlayan ‘düzen bozucu’ gariban Blaireau’nun hikâyesindeki gibi, nasip. ✪

  • Derviş Han’ın Taş Bahçesi

    Derviş Han’ın Taş Bahçesi

    Derviş Han’ın Taş Bahçesi, İran’ın Kerman vilayetinde Sirjan’a yaklaşık 45, Şiraz’a 40 kilometre uzaklıkta. Bahçe neredeyse 50 yıldan fazla bir zaman önce Derviş Han Esfandiyarpoor tarafından çok sevdiği bahçesini kaybetmesi üzerine yaratılmış. Derviş Han, 2007 ‘deki ölümüne kadar tek oğlu ve 7 torunuyla bahçede yaşamış.

    Derviş Han, sağır ve dilsiz bir bahçıvandı, soyut sanat eserleri hayal gücünün bir işaretiydi. Engelleri nedeniyle yaşamı boyunca iletişim onun için hiçbir zaman kolay olmadı ancak çalışmalarını göstermek ve ziyaretçilere açıklamak konusunda her zaman istekliydi.

    Kuru ağaç gövdeleri ve dalları, Derviş Han’ın taş bahçesinin temelini oluşturuyordu ve bu ağaçların üzerine farklı şekillerdeki taş veya diğer nesneleri, hatta ölü hayvanları bile bağlıyordu. Bu ”süslenmiş” ağaçların her birinin ayrı bir hikâyesi vardı ve düşüncelerini ve hayal gücünü -özellikle- gökyüzüne ve sonra sanat eserlerine doğru başını sallayarak paylaşmaya çalışırdı.

    Bazı taşların ağırlığı düşünüldüğünde, bu bahçenin oluşturulması için çok çaba harcanmış olmalı. Köy sakinlerinden biri, Derviş Han’ın ölümünden üç ay sonra bu ağaçlardan birinin devrildiğini hatırlıyor. Derviş Han onu dikerken tek başına hareket etmiş olsa da, yeniden dikmek için 3 veya 4 adam gerekmiş.

    Derviş Han’ın bu bahçeyi yaratmasına neden olan şeyin ne olduğu belli değil. Kayınpederi Mehr Azam’ın teorisine göre, 1961’de topraklarının çoğununun elinden alınması üzerine, halihazırda ölü olan ağaç dallarına itirazına bir ses sağlayan taşlar asmaya devam etmesi konuşamamasının da bir sonucu olan [sessiz] bir protesto biçimiymiş.

    Derviş Han, Parviz Kimiavi’nin 1976 yapımı The Stone Garden (Taş Bahçe) filminde rol alır. Filmde çobanlık yapan Derviş Han bir gün çölde uyuyakalır ve rüya görmeye başlar. Uyandığında başının altına yerleştirilmiş garip bir taş bulur. Taşı alıp evine götürür ve bir ağaca asar. Bu olay ilerleyen günlerde yinelenir ve Derviş Han çadırının etrafında giderek taştan bir bahçe oluşturur. Çok geçmeden bahçenin ünü yayılır ve komşu köylerden insanlar onu görmeye gelir. Öyle ki, Derviş Han’ın eşi bahçeyi görmeleri karşılığında insanlardan ücret istemeye karar verir ve bu durum Derviş Han’ın hayatında bir tahribata yol açar.

    Kimiavi 2004’te Derviş Han’ı tekrar ziyaret eder ve Yaşlı Adam ve Taş Bahçesi adlı başka bir film çeker. Filmin orijinal versiyonu Berlin Uluslararası Film Festivali’nde gösterilir.

    Derviş Han’ın gelini, tek tük gelen ziyaretçilerin bahçeden hatıra olarak bir şeyler almasını ve böylece bahçenin haberinin yayılmasını umduğunu dile getirmişti. Video kameralı insanların bölgeyi durmadan çektiği yılları hatırlıyormuş (muhtemelen Kimiavi’nin ekibi) ancak bahçenin bakımında ona yardım etmek için kimseden bir destek gelmediğinden, hakkındaki filmlerin muhtemelen hiçbir hükümet yetkilisi tarafından izlenmediği sonucuna varmış.

    Derviş Han 8 Nisan 2007’de 90 yaşında vefat etti ve taş bahçesine gömüldü. Cenazesinde Kültürel Miras ve Turizm Örgütü’nün birkaç temsilcisi bulunsa da, ölümünde de tıpkı hayatında çoğunlukla inzivada olduğu gibi, yalnızdı. Bahçesinin ICHTO tarafından çitle çevrileceği ve korunacağı vaat edildi ancak Derviş Han’ın ölümünden sonra bu konuda herhangi bir şey yapıldığı da duyulmadı.

    via: Historical Iran ✪

  • Godard ve varlığından önce e-kitap meselesi

    Godard ve varlığından önce e-kitap meselesi

    Haziran 2000’de, Jean – Luc Godard ile İsviçre’nin Rolle kentindeki ofisinde röportaj yaptığımda, New Yorker için yazdığım profilini hazırlarken bana o dönem henüz var olmayan bir şeyden memnun olmadığını söyledi: e-kitaplar. Konu, videoyu dijital teknolojiden ziyade analogla düzenlemeyi tercih ettiğini açıkladığında ortaya atıldı, çünkü ona göre konu dijital teknolojiye geldiğinde “zaman artık varolmaz.” Bana verdiği örnek sinemadan değil, edebiyattan ve onun “elektronik kitap” dediği şeyden geldi. Sandalyesinden kalktı, kitaplığından bir kitap alıp geri geldi ve masaya koydu. geri getirdi.

    Kitabı açıp sayfalarını ileri geri çevirirken, “Zaman dediğim şey budur,” dedi. “Elektronik kitap için ise bu var,” – masadaki bir düğmeye basmış gibi yaptı. “Geri gitmek istiyorsan, bunu yap”- sayfaları ters çevirdi. “Elektronik kitapla, geriye giderseniz bunu yaparsınız”- masaya dokundu.

    “Ve bu bile başka bir sorun olacak ,” dedi,” çünkü sen bu sayfada olacaksın, tamam, ve sonra Tolstoy’dan ‘Savaş ve Barış’ı okuyorsun diyelim, Borodino savaşında, ya da başka bir şeyin savaşında, Prens Andrei’nin ölümü sekansındasın ve sonra o da Austerlitz’de olduğu zamanı hatırlıyor. Oradasın işte ve sonra Austerlitz’de olduğu sayfaya bir daha bakmak istiyorsun. Tamam, geri git. Elektronik bir kitapla bunu nasıl yapacağız?”

    Dedim ki, “Yazarız.“’

    “‘Austerlitz’ yazarsınız ve hemen görürsünüz. Ama önce Austerlitz’i hatırlamalısın, değil mi? Çünkü eğer bir düşünceyi ya da duyguyu hatırlamak biraz muğlaktır, değil mi? “Bunu yaparsanız” – sayfaları ters çevirdi – “bu tamamen başka bir şey. Çünkü bunu yaptığınızda” – ters – “buradasın; orada olan Austerlitz’e gitmek istiyorsun, bu yüzden bunu yapıyorsun” – sayfaları tekrar çevirdi. “Sonra aniden durursun, başka bir şey görürsün, sonra Austerlitz’i unutursun ve diğer şeyi okumaya başlarsın, ama bununla” – masaya dokundu – “bunu yapmayacaksın. Böylece tüm geçmiş yok olur – bir şey kaybolur. , İyi midir, kötü müdür, bilmiyorum, tamam. Ama pratikte bu iyi bir şey değil.”

    Bahsettiği “pratikte” kısmı elbette sinematik uygulama. “Daha az düşünce, daha fazla zaman var, dolayısıyla daha az sinema var” dedi. “Daha az sinema var ve tüm filmler birbirine benziyor, hepsi böyle yapılıyor” diye masaya vurdu. “Yani bazı çok güzel görüntüler, bazı çok güzel şeyler olabilir, ama iyi film yapmak eskisinden daha zor.3

    Çeviren: Ömer Naci Jr. ✪

  • Roy Jacobsen – Rigel’in Gözleri

    Roy Jacobsen – Rigel’in Gözleri

    Norveç’ten Roy Jacobsen 2. Dünya Savaşı’nın Norveç toplumu üstüne etkilerini edebiyata aktarıyor. “Rigel’in Gözleri” Norveçli yazar Roy Jacobsen’in “Görünmeyenler”le (YKY, 2016) başlayıp “Beyaz Deniz” (YKY, 2019) ile devam eden üçlemesinin son kitabı. Yapı Kredi Yayınları’ndan Deniz Canefe çevirisiyle yayımlandı.


    1.
    Barrøy’de yaz, yıl 1946, kuş tüyleri içeri alınmış, yumurtalar fıçılara koyulmuş, askılardaki balıklar indirilmiş, tartılmış, bağlanmış, patates kilerde, bahçelerde kuzular hoplayıp zıplıyor, buzağılar
    annelerinden ayrılmış. Tezek kesilecek, eski ev boyanacak ki yenisinin yanında utanmasına gerek kalmasın. Ağılın arkasındaki tepede duran Ingrid Barrøy koyda bir kırlangıç bulutunun altında yaklaşan tekneye, önceki sahibi iflas ettiğinde devraldıkları balina gemisi Salthammer’e bakıyor. Barrøy’lüler balina avcısı olmuşlar.

    Salthammer’in güvertesinde zıpkın fırlatıcısı, yelken direğinin oturduğu siyah kemerli beyaz fıçısı, yelkenli halatları ve kaptan köprüsünde dümeni var. Beyaz branda örtülmüş kamarası, modern olta çıkrığıyla tüm mevsimlerde ve her durumda kullanılabilen devasa bir tekne. Ingrid çekiç seslerini duyabiliyor ve Lars’la Felix’in ava hazırlandıklarını görebiliyor. Güvertede küçük oğlanlar ileri geri koşuyor, Ingrid seslerinin denizin üzerinde yükselip alçaldığını
    duyabiliyor ve bir şalla sırtına bağladığı Kaja uyuyor.

    Kaja uyanıyor. Ingrid onu yere indiriyor, yorulana kadar otların arasında emeklemeye bırakıyor, kapkara gözlerini görünce irkiliyor, kucağına alıp yokuştan bahçeye iniyor. Bahçede böğürtlenler olmaya başlamış. Yeni satın alınmış boya fıçısı ve fırçaların yanında duran kuyu kapağının üzerine oturuyor. Adada her şey düzeltilecek, gelecek hiç bu kadar aydınlık olmamıştı, adada hiç bu kadar çok insan yaşamamıştı ve ada artık Ingrid’nin adası değil.

    Mutfağa giren Ingrid, Kaja’yı Barbro’nun kucağına bırakıyor, kayıkhaneye iniyor, kürek çekerek Salthammer’e gidiyor, Lars’ın aşağı bakmasını bekliyor. Lars ona kahve getirdi mi diye soruyor.

    Ingrid teknede kahveniz vardır herhalde, diyor.

    Lars gülüyor, zıpkıncı bulduklarını, hava iyi olursa haftaya Træna’dan onu alacaklarını söylüyor.

    Ingrid kürekleri bırakıyor, bebeği de alıp bu akşam kayıkla Malvika’daki Adolf’a gideceğini söylüyor.

    Lars Adolf’la ne işi olduğunu soruyor.

    Ingrid omuz silkiyor, Lars sorun olmadığını söylüyor, yeterince kayıkları var.

    Adadaki kayıkların sayısı düşünülürse bu biraz abartı olacağından Ingrid bir süre adaya dönmeyeceğini söylüyor.

    Pekâlâ.

    Sonra oğlanlar beliriyor güvertenin kenarında. Hans, Martin ve arkalarından kış boyunca biraz fazla boy atmış Fredrik. Ingrid’yi görünce gelmişler ama çabucak onunla ilgilenmez oluyorlar, Lars’a topla atış yapmak için yalvarıyorlar, eski balık kasalarıyla alıştırma yapmak istiyorlar.

    Lars gülüyor, Ingrid’yi görebilsin diye üç yaşındaki Oskar’ı kucağına alıyor. Ingrid Oskar’a el sallıyor. Ardından yağdan kararmış parmaklarında ağlarla Felix de çıkıyor ortaya, böylece Barrøy’ün büyüklü küçüklü bütün erkekleri adanın ekonomik geleceğinin güvertesinde toplanıyor, Ingrid Barrøy kürek çekmeye başladığı sırada farkında olmadan bir veda komitesi oluşturuyorlar. Ingrid bunun beklediğinden çok daha kolay geçmesinden dolayı rahatlamış.

    Eve gidip Suzanne ve Barbro’ya da sıradan, önemsiz bir şeyi haber verir gibi bir yolculuğa çıkacağını söylüyor. Ama burada, kadınların dünyasında olay yine de biraz büyüyor. Barbro nereye gitmeyi düşündüğünü, niye gideceğini, ne kadar süreceğini soruyor.

    Suzanne neler olacağını sezdiğinden biraz öfkeyle Ingrid’nin özlediği, arayacağı birine sahip olduğu için şanslı olduğunu söylüyor, sonra aceleyle çamaşır asmaya çıkıyor.

    Ingrid ne zaman adadan ayrılmayı denese yanında taşıdığı küçük bavulu dolduruyor. Aşağı inip Kaja’yı kayığın arkasındaki kürklerin arasına koymak için deri torbaya yerleştirdiğinde, ön tarafa koyacağı bavulunu indirdiğinde geride yalnızca durumun ciddiyetini sezmeye başladığından biraz değişmiş Barbro kalmış.

    Barbro ayağa kalkıyor, kollarını kavuşturup vedalaşıyor. Kışın kazandıkları parayla alınmış gökyüzü mavisi, iri beyaz çiçekli elbisesi var üzerinde.

    “Hani evi boyayacaktık?” diye soruyor.

    “Siz boyayın” diyor Ingrid.

    Barbro huzursuzca kıpırdanıyor, Ingrid olmadan ev boyanır mı hiç, diyor. Ingrid gülüyor, o zaman geri dönmesini bekleyebileceklerini söylüyor.

    “Peki” diyor Barbro. “Ne zaman dönüyorsun?”

    “Birkaç güne.”

    “Birkaç gün” diye yineleyen Barbro öylesine alınmış bir yüzle kafasını çeviriyor ki Ingrid Kuzey Burnu’nu döndüğü sırada artık ona el sallamak için geç kalıyor. Bu sırada kuzeyde alçalan beyaz güneşin altında deniz gri bir beton zemin gibi uzanıyor.

    2.
    Kaja bütün yol boyunca uyudu. Ingrid sabahın alacakaranlığında Hovedøya’ya ulaşıp Malvika’da demir attığında o da gidip aynı postların üzerine yattı. Kulaklarında martı çığlıkları, denizin sesi ve pufla kazlarının barışçı gurultuları, gözlerinde uykusuzluğun tuzu vardı. Uyuyup uyandığında üşümüş, uyuşmuştu. Sonunda huş odunlarının kokusunu aldı, beyaz boyalı çiftlik evinde bir pencerenin açıldığını, sabaha çıkarılan iki yorganın asıldığını gördü.

    Müştemilatın kapısı açıldı, pantolon askıları bacaklarında sallanan Daniel elinde bir testere, omzunda bir çekme halatıyla dışarı çıktı, tembel adımlarla ormana yürüdü. Sonra dışarı iki genç kız çıktı. Ingrid bunlardan birinin Daniel’in kız kardeşi Liljan, ötekinin de sevgilisi olduğunu tahmin etti… Ama aynı anda yapacağı şeyin ciddiyeti gözünde öylesine büyüdü ki işini tamamlamadan kürek çekip eve dönmek, kalkıştığı işi bir felaketle sonlanmadan yarıda bırakmak en iyisi gibi göründü.

    Oysa evden çıkanlar Ingrid’yi görmüşlerdi bile. Daniel bir atı çekerek ormandan çıktı, kütükleri bıraktı, yavaş adımlarla rıhtıma yürüdü, Ingrid artık bağırmasına gerek kalmayacak kadar yakınına gelene dek kımıldamadan durdu.

    “Sen misin Ingrid?”

    Ingrid’nin attığı halatı yakalayıp dubalara çekti. “Bebek de yanında” dedi şaşkın bir gülümsemeyle.

    Ingrid niye geldiğini söyleyemedi ama en azından ayağa kalkabildi, uyuyan Kaja’yı kucağına aldı, Daniel’in bavulun farkına varıp kayıktan dışarı taşımasını bekledi. Sonra Daniel’in arkasından yürürken Adolf’la birazcık konuşmak istediğini mırıldandı ve nasıl olduğunu sordu?

    Daniel babasının yaşlandığını söyledi.

    “Bir yere mi gidiyorsun?”

    Şimdi kızlar da eve gelmişti. Ingrid uyanmış, gözlerini kırpıştıran Kaja’yı onlara gösterdi. Liljan’la tokalaştı, kendini tanıttı, birbirlerini tanımıyorlardı, aralarında bir deniz vardı ve Malvikalılar çiftçiydi – tepede üç bacasıyla devasa, upuzun bir çiftlik evini iki yüksek çam ağacı, samanlık, ağıl, yaz ağılı, ot askıları, sağılmalık inekler ve bir sürü küçük buzağı, patates, havuç dikili topraklar, tavuklar, inekler ve koyunlar çevrelemişti. Ayrıca kıyı boyunca güneye uzanan topraklarda çeşitli ev ve kulübelerde altı ortakçı kalıyordu. Adolf gençliğinde korku saçan bir avcı ve balıkçıyken, iki erkek kardeşini deniz kazasında yitirdikten sonra, denize sırtını dönmüş, atadan kalma toprakları çiftliğe dönüştürmüştü.

    Liljan’ın Kaja’ya sarılışına güldüler, Kaja hiçbir şey söylemeden gülümsedi, sonra yabancı kızın da Kaja’yı kucağına almasına izin verildi. Ingrid kızın adının Malin olduğunu, ortakçılardan birinin kızı olduğunu ve büyük çiftlikte çalıştığını öğrendi. Bebeğin sevimli burnu, kara gözleri için bir şeyler söyledikleri sırada Ingrid ana binanın kapısının yeniden açıldığını, ihtiyarın ta kendisinin, Adolf’un, üzerinde beyaz gömlek, kafasında balıkçı beresiyle, arkasında bir mutfak sandalyesi çekerek geldiğini gördü. Adolf sandalyeyi taşlarla çevrili bir çiçek tarhının yanındaki çimenlerin üze-
    rine koydu. Oturup cebinden bir pipo çıkardı, konuğun gençlerle konuşmasını bitirip yanına gelmesini beklerken özenle piposunu doldurdu. Ingrid’nin buraya niye geldiğini söylemesini bekliyordu, işi olmayan hiç kimse kürek çekerek adalara gelmezdi, ayrıca bu genellikle de önemli bir iş olurdu.

    Barış yıllarında Adolf çökmüş, kamburlaşmıştı, yanakları da Ingrid’nin hatırladığından daha kırmızıydı. Ama onunla konuşan herkesi güvensizleştiren, konuşmayı yarıda kesmeyi planladığını düşündüren, huzursuz, kıpırtılı bakışları değişmemişti. Şimdi Ingrid onun karşısında durmuş, akıllıca bir şey söyleme konusunda ne kadar yetersiz olduğunu hissediyordu. Üstelik de kucağında şu bebek vardı ve sanki Adolf da zaten bunu bekliyormuşa benziyordu.

    Gençler ortadan kayboldu, Adolf Ingrid’ye karnı aç mı diye sordu.

    Ingrid bu soruyu duymazdan geldi.

    Biri ayakta, öteki oturduğu yerde duraksadı. Sonunda Adolf bakışlarını Ingrid’ye çevirip doğruca yüzüne dikti ve yaklaşık bir yıl önce sana geri verdiğim mektubu sormaya gelmiş olmalısın herhalde, dedi. Rigel’deki Rus tutsakla gönderdiği mektuptu bu.

    Ingrid evet, dedi, Adolf’un Alexander’ın evine dönmesine yardım edecek mektubu niye onun elinden aldığını sordu.

    Adolf çok kötü yazıldığını söyledi, üstelik Ingrid tam adını ve adresini, Barrøy’ü de yazmıştı ve o sıralar savaş vardı.
    Ingrid başını salladı, Alexander’ı nereye gönderdiğini sordu.

    Adolf Ingrid’nin bunu sormak için çok fazla beklediğini söyledi.

    Ingrid yine başıyla onayladı.

    Adolf onun babasını, annesini tanıdığını, iyi insanlar olduklarını ama annesinin sinirlerinden bir derdi olduğunu tahmin ettiğini söyledi.

    Bunu da yalnızca başıyla onaylamaktan başka yapacak bir şey yoktu.

    Adolf Ingrid’nin sessizliğinden yorulmaya başlamışa benziyordu, Rus’u tavan arasında bir haftadan fazla sakladıklarını, yalnızca Mathea’nın bunu bildiğini, Rus’a yemek götürdüğünü, ellerindeki yaralarla ilgilendiğini, sonunda yaraların kapandığını ama parmaklarının bir daha asla eskisi gibi olmayacağını söyledi.

    Sonra bir gece yoğun kar yağdığında Rus’a harita ve pusula verip Innøyr Rıhtımı’nın arkasındaki dağa gönderdiklerini, orada Adolf’un eski bir dostunun Rus’u Munkefjord adında bir yük teknesine bindirdiğini söyledi. Munkefjord Finlandiya’dan geliyordu ve demir taşıyordu. Tekne hâlâ çalışıyordu ve Adolf’un da teknede
    hissesi vardı.

    Ingrid’nin bu konuda da söyleyebileceği bir şey olmadığından Adolf onun yüzüne bakıp güldü, en azından şimdi aç göründüğünü söyledi. İçeri girip Mathea’nın yanına gideceklerdi, onları camdan görüp kahveyi hazırlamış olmalıydı.

    Mathea bebeklerin annesinin ölümünün çok öncesinden beri çiftlikte hiç konuşmaz olmuştu. Yeni parlatılmış bakırların ışıldadığı, yepyeni boyalı, ovulmaktan parlayan mutfağından yönetiyordu her şeyi. İçerisi kahve ve yeşil sabun kokuyordu, ocağın pirinç maşası parlıyor, odun sandığı bir sergi için hazırlanmışa benziyordu. Mathea Adolf’la neredeyse yaşıttı, ufak tefek, çevik, çarpık bacaklıydı, elleri kuru ve sertti, başına sımsıkı bağladığı mavi kareli
    başörtü bir miğferi andırıyordu.

    Ingrid ona selam verir vermez başını çevirdi, Adolf’la aralarında bir şey geçti. Ingrid’den oturması istendi.

    “Pencerenin yanına otur” diyen Mathea, Kaja’yı incelemeye girişecekmiş gibi masanın başında durdu. İnceleme epey sürdü, boğum boğum parmaklarından biriyle minik çenesinin altını gıdıklayıp Kaja’yı güldürdü, Adolf’la birkaç kez bakıştıktan sonra-sanki Ingrid orada değilmiş gibi- “evet, aynı ona benziyor” dedi.

    Adolf masa örtüsüne bakıp içini çekti, dışarıda, güneşin altında çok dikkatli bakmadığını, artık gözlerine pek güvenmediğini, ama Mathea eminse bunun ona yettiğini, Ingrid’nin içinin rahat edebileceğini söyledi.

    Ingrid köyde ondan söz ediliyor mu, diye sordu.

    “Boş konuşmalar işte” diyen Adolf ağzına bir kesmeşeker attı.

    “Evet ya, onlara da konuşacak konu lazım” dedi Mathea, arkasından konuştukları bir tek Ingrid değildi. Ülke bir savaşı arkasında bırakmıştı ve savaş insanlara çok tuhaf şeyler yapıyor, onları eskisinden daha iyi insanlara dönüştürmüyordu.

    Ingrid soran gözlerle Mathea’ya baktı.

    Adolf insanların bebekten haberleri olduğunu ama babasını bilmediklerini, Daniel’in bile Rus’tan haberinin olmadığını söyledi.

    “Peki ya teknenin kaptanı?” dedi Ingrid. “Munkefjord…?”

    Adolf bunun Rus’un kaptana ne anlattığına bağlı olduğunu söyledi. Ama şimdi Ingrid’nin ekmeğini yağlaması, kuzu sarma yemesi gerekiyordu. Mathea Kaja’nın yeniden farkına varmış gibi “Bu bebek cin gibi” dedi.

    Adolf “Evet, öyle ya…” dedi.

    Mathea Ingrid’ye emziriyor mu daha diye sordu.

    Ingrid kendini topladı, baharda sütten kesildiğini söylemeyi başardı, Mathea’nın süt ısıtayım mı sorusuna evet diye yanıt verdi. Kaja’yı bir ekmek parçasını kemirmeye bıraktı, başındaki örtüsünü çözdü, minicik dişlerinin üzerinde parmağını gezdirdi. Süt masaya gelmeden önce Kaja’nın ceketini de çıkarmıştı ki Adolf’un gerçekten neyin peşinde olduğunu sorduğunu duydu. Artık asıl konuya girme zamanı gelmişti, bu belli ki Adolf’u huzursuz etmeye
    başlamıştı.

    Ingrid erkeğinin tekneden nerede indiğini biliyor mu diye sordu Adolf’a.

    “Kongsmoen’de” dedi Adolf.

    Ingrid Kongsmoen’de ne olduğunu sordu.

    “İsveç’e yol kısa” dedi Adolf ve oradan Skorovas adında bir madenci yerleşimine dağı oyarak bir yol açtıklarını, akıl almazcasına çok kükürt taşıyacaklarını ekledi. Yeni zamanlardı artık, ülkeye barış gelmişti, ülke kendi geleceğini geri almıştı. ✪