Yaşadığımız topraklarda kadınların durumunu ve aslında ülkemizde nasıl bir anlayışla, ya da daha isabetli bir deyişle anlayış kıtlığı ile karşı karşıya olduklarını gayet acı bir şekilde gösteren iki örneği ard arda yaşadık. Seçici toplumsal hafızamız yaşadığımız kötü anıları unutmaya çok yatkın olduğu için birincisini tekrar hatırlayalım: 6 Aralık 2010’da Başbakan’ı protestoya giderken durdurulan ve polis tarafından dövülen öğrencilerin arasında olan 19 yaşındaki E.Ö., bunun sonucunda bebeğini kaybettmişti. Aslında görevini kötüye kullanmak, kasten adam yaralamak ve kasten adam öldürmekten suçlu bulunması gereken bu polisler, Türk devletinin ve özellikle de hükümetinin koruyucu kanatları altında bu yaşananları ölü bir bebeğin sükuneti içersinde badiresiz atlattılar. Bu yetmezmiş gibi, genç bir kadının neden hamile kaldığı ve neden protestoya katıldığı konuşuldu. Yaşanan ikinci hadise ise, Defne Joy Foster’ın ölümünün sonrasında bazı saygıdeğer açık görüşlü gazeteci ve dimağı geniş düşünürlerin tanımadıkları bir merhumenin ardından ahlak polisliği görevini üstlenmiş olmalarıydı. Manevi değerlerinin yüksek olduğunu iddia edenlerin, dünyasını değiştirmiş olan birine gösterdikleri saygısızlık, ailesinin ve sevenlerinin acılarına karşı gösterdikleri hassasiyetsizlik ise söylenilenlere kat kat anlam ekledi.
Tabii, bu yaşananlar medyanın gözü önünde gerçekleşen olaylar oldukları için dikkatimizi çekti. Belki de, hatta çok büyük bir ihtimalle, böyle bir anlayışın çok daha kötüsü sadece ülkemizdeki değil, dünyadaki çoğu kadının günlük gerçeği. Fakat bu kesinlikle böyle değildi ve böyle olmak zorunda da değil. En basitinden, Ankara Kalesi’nde bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne, yani mirasımızın büyük bir kısmının sergilendiği yere, gidildiği zaman, kadim medeniyetlerin kadının üretgenliğini ve doğurganlığını nasıl kutsadıklarını görebiliriz. Yanılmıyorsam bunu yılda binlerce ilk öğretim öğrencisi zaten tecrübe ediyor. O zamanlardan bu zamanlara her ne değişti ise, öyle bir mirası devralan coğrafyada kadınlar kutsandıkları tahtlarından, erkeklerin kontrolü altında var olmaya mahkum mallığa, köleliğe, bakıcılığa, akılsız, beceriksiz ve ahlaksız birer hizmet etme ve çocuk yapma makinesine indirgendiler.
O yüzden, dışarıdan insan görünenlerin E.Ö. ve Defne Joy Foster hakkında böyle şeyleri nasıl düşünebileceğini ilk olarak hayretle karşılamış olsak da, aslında üzerinde biraz durunca bunda şaşırılacak birşey olmadığını görebiliriz. Hatta korku ve titreme içerisinde şunu da ekleyebiliriz: O insanlar, kendi yazılarında, akıllarında ve vücutlarında temsil ettikleri, cisimleştirdikleri insan ve kadın nefreti ile, milyonların duygularına tercüman, dilsize dil, sözsüze söz oldular. O yazarlar bize sadece yaşadıkları toplumdaki kör hoşgörüsüzlükleri, artık günlük hayatın bir parçası haline gelmiş ve normalleşmiş kötülükleri hatırlattılar. Bunarı duyunca şaşıranların yüzlerine bir tokat gibi şu gerçeği yapıştırdılar: “bu topraklardaki insanlık, anlayış ve hoşgörü çok uzun zamandır bitti. Buraya biz hakimiz.” Ve bu gerçeğin yüzümüze bu denli sert, bu denli açık seçik ve utanmaz bir biçimde vurulmuş olması karşısında bu denli tepki verdik. Kaybetmek istemediğimiz bir çatışmayı çoktan kaybetmiş ve bunu yeni farkına varmış olmanın isyanıydı bu.
Ama bunun çok mu kötümser, çok olumsuz bir fotoğraf mı olduğunu düşünüyorsunuz? Çatışmayı kaybetmiş olduğumuzu ama savaşın devam ettiğini mi söylüyorsunuz? Yani bu çaresizlik içinden bir çıkış yolu var mı size göre? Haklısınız. Ben de milletvekillerine, onlar bıkıncaya kadar yollanan milyonlarca tepki mektuplarını, günlerce süren oturma eylemlerini, basının bu tür hataları alıp bunlara dikkat çekmesini ve göz önünde tutmasını, hoşgörüsüzlüğün ve nefretin anayasamızda suç sayılmasını, kanunlarımızın ve uygulanışının güç odaklarını değil insanları koruduklarını, insanların tepkilerini göstermek için kaygısız bir biçimde sokağa döküldüklerini ve istediklerini alıncaya kadar gösterilerden vazgeçmediklerini, sandıkta yanlış yapanları cezalandırdıklarını, yaşadığımız coğrafyadaki akli ve insani mirasa sahip çıktıklarını gördükçe umutlanıyorum…. Ne dediniz? Bunların hiç biri olmuyor mu yoksa?
Yaşlı ve bilge bir adamın bir zamanlar dediği gibi: “Tanımlar her zaman rekabet alanıdır.” ‘Kadına saygı’nın onun özgürlüğünü kısıtlamak ve eşitsizliğini dayatmak olarak tanımlandığı bir coğrafyadan fazlası ile payını almış bir ülke olarak, “saygı” kavramını yeniden tanımlamamızın ne kadar önem taşıdığı sanıyorum ki bu noktada hepimize aşikar. Fakat bunu yapıcak olan bir erkek olamaz, umarım bu da o kadar belirgindir. Hiç bir zaman, gücü elinde bulunduranın, güçsüze sadaka gibi sunduğu taviz kalıcı olamaz. Kadınlar kendilerine dayatılan nesnelliği sadece entellektüel olarak değil, herkesin gözüne sokarak, tüm ülkenin dikkatini çekerek, gündem meşgul ederek aştıkları, kendilerinin aslında özne ve fail olduklarını, bu saygınlığı alenen talep ve beyan ettikleri, güç odaklarına boyun eğdirdikleri ve son olarak buna uygun yasal düzenlemeyi yaptırdıkları zaman birşeyler değişmeye başlayabilir. Sadece kadınlar değil, güçlü tarafından ezilen her hangi bir kesim, yüce demokrasinin artık toplum olarak bir kenara ittiği ve toplumsal yapının şiddetine maruz kalmış her kitle, kendi gücünü ortaya koymadığı ve güçlüden merhamet beklediği her saniye sadece büyük bir yanılgıya düşmekle kalmıyor: kendine karşı yapılan gaddarlığa herkesten çok katkıda bulunuyor.
ılk olarak tecavüzün veya tecavüzcünün kadına şiddetı uygulayanların hıc bır sekılde savunulcak bır tarafı olmadıgını belırtmek ısterım.ancak farklı bır bakış açısıyla olaya yaklaşmak istiyorum.evlilik dışında cinsel ilişkinin toplum kurallarına göre olumsuz sayılarak yetişen bıreyler;sevişmenin anlamını bılmeden en öz yerıne konulan kadınlar.veya para için bedenını satan kadınlar.seksi amaçlarına ulaşmak için kullan ınsanlar.. gözleri dönüp hiçe sayılan olgular.bunları bir bütün olarak görüp üstüne maddi ve manevi yönden de iyice kötüye düşülmesını de ekledığiniz zaman, ortaya bir çıkar yol bırakılmayan ve saldırganlaşan saygısız suçlular çıkar.
sen zaten en baştan yozlaştırılmışsın.bır bayan bır çiçek duygusundan uzak olması çok da ayıplancak bırşey olmasa gerek…
Şiddetin normalleşmesi bir yana, hani daha normal koşullarda bir ülkeyi sarsacak ve “skandal” olarak yorumlanacak haberler, bizde bir günde bir kaç kez çıkıyor. Ne biliyim, anormalliğin kabullenmişliğine karşı bir uyuşukluk var sanki. Hele gündem bi rahat dursa, belki bir konu alınıp üzerine gidilir. Ama sürekli, günde bir kaç kez skandal oluyor. Yani, sürekli bir OHAL durumu var Türkiye’de. Hani, bir anda çok fazla acı hissedince vücut böyle kendini bırakır, hiçbirini hissedemez olur ya. Fakat hiç acı hissetmezken, an küçük yerine bi diken batsa dünyan kararır. Öyle bişey heralde.
Hocam, “en kutsal” saydıkları şeyleri umursamıyor bu erkek dediğin, insan görünümünde sığır ordusu. Bugün şöyle biraz merak edip baktım. Gelen her kutsal kitapta kadın-erkek eşitliğini anlatan ayetler var. Erkek egemen din bilgini sınıf, bunları kıçına göre yorumlayıp “dövün kardeşim” diye ferman vermiş, canım toplumsal eleştiriyi kendi suratına benzetmiş. Hala da devam ediyor bu. Adam dediğin, üstüne değer tanımadığı “Tanrı”yı dinlemedikten sonra, seni mi dinleyeceeeek, beni mi dinleyeceeek.. Kafasında kırsan o…. neyse..
Abartıyorsunuz Sayın Erol. Kadına şiddet bir kaç münferit olaydır. Koskoca devlet adamları yalan mı söyleyecek (!) Senin savcı beni de takibe alabilir. Ama bari aynı hücreye versinler :-)
Kadının adı yok bu toplumda, onuru yok, namusu yok, hayatının bir bedeli bile yok. Kadınla erkeğin ortak kahkaha atamadığı, bir sofrada güzelce konuşamadığı toplumlarda çocuklar da beyinsel kısırlık yaşar…
Hakimler rahat uyuyor. Ne var ki, ölen ölmüş. Düşün adam beyaz tayt giydiği için, kahvaltıyı geç hazırladığı için, çok sık duş aldığı için karısını öldürüyor. Şiddetin normalleştiği, uçurumların arttığı bir toplum oluyoruz.
Neredeyse hergün kadınlara karşı yapılan bir şiddetin, cinayetin, tecavüzün haberi çıkıyor karşımıza. Başbakanımız ise bugün yaptığı bir konuşmada “Bugün artıyormuş gibi lanse edilen şiddet, esasen daha önce bilinmeyen, gizli-kapalı tutulan, aslında artık azalmaya da başlayan vakaların abartılmasından başka bir şey değildir” diye buyurmuş. Kendisini bu olumlu düşüncesinden dolayı tebrik ediyorum. Ne kadar çok insan olumlu düşünürse toplumda, kadına karşı şiddet gittikçe azalıcak. Bir süre sonra hiç duymayacağız böyle abartılan haberleri filan.
“Zenginin namusu olmaz” güzel sözmüş. Hatta buna şunu da ekleyelim: “Namus erkeğin işidir, kadının namusu olmaz.” Namus denilen şeyi cinselliğe indirgeyen kadınlar mı? Namussuzluğu “bekareti kaybetmek” olarak yorumlayan kadınlar mı? Hatta, kadın yaşayınca istediği gibi, namussuz olan erkek olur. Çünkü “ailenin namusu,” yok efendim, “soyadının namusu” kirlenir. Erkek alınır o namusu üzerine. Aslında korunan kadının namusu bile değildir, erkeğin namusudur. Çünkü erkeğin malıdır kadın. Kadın istediğini yapınca, erkek incinir. Çünkü kadın, erkeğin arabası, evi, gömleği gibi bir malıdır. O araba kafasına estiği zaman başka bir erkeğe binmesi için izin verse, kim bilir belki arabayı taşlayacak bir zihniyet bu.
Hocam düşünsene, milletin uzayda üst kurmaya hazırlandığı bir çağda, tecavüz yüzünden kadını suçlayan bir “din adamı”nı öyle olduğu yerde bırakan bir toplum. Kanunlar da aynı telden çalıyor. Tecavüz edene “tahrik oldu” diye ceza indirimi ne demek ya. Daha geçen toplu tecavüze uğrayan 11 yaşında mı ne bi kız çocuğunu suçlu buldular. O hakimler geceleri nasıl uyuyor? Gözlerini nasıl kapatıyor?
Neyse boşverin, bu haberlerin hepsi abartılıyor…
Namus cinayetlerinin kökenine inerseniz orada öncelikli konu başlık parası ile evlendirilecek kızın kaçıp, sevdiğine gitmesi ve ailenin para kaybetmesini görebiliriz. Böylece iz olur, iz yol olur mantığı ile o cinayetler işlendi. Hala da böyle işlenen cinayetler mevcut.
Diğer yandan cinsel olarak aç olan bir toplumda, kendi akrabalarına bile tecavüz eden erkekler var. Onlar da aile büyüğü olduğu ve kadın 2. değil 3. sınıf vatandaş sayıldığından yine öldürülen kızlar oluyor. Sonuçta kendini koruyamayacak, suçsuz olanlar.
Bu durumun benzeri büyük şehirlerde görülüyor. Boşanmak isteyen ya da boşanan kadınlar öldürülüyor, şiddet uygulanıyor. Yasalar yeterli olmadığından da erkek çok ceza almıyor. İşin ilginci tecavüz suçundan hapse düşenlere, hapiste diğer mahkumların ceza vermesi. Hukukun olmadığı toplumda esas cezayı toplum kesiyor gibi.
Kadınların ekonomik bağımsızlıklarını ele almasının zor olduğu koşullarda da her türlü zorluğa mecburen göğüs geriyorlar. Kemal Tahir’in güzel bir sözü vardır, “Namus fakirin işidir. Zenginin namusu olmaz” diye.
Tüm olaylara bakarsak bu sözün doğruluğunu görürüz. En son bir velihat Ankara’da bir avukat kadına tecavüz etti ama mahkeme garip bir kararla adamı serbest bıraktı. Hukuk olmadığı, paranın neredeyse her kapıyı açtığı bu toplumda, kadına şiddet ve adaletsizliğin değişmesi ne yazık ki çok zor görünüyor…
Kadın hareketinde bir erkek öncünün olması durumu kendi başına bir çelişkidir zaten…Ama erkeklerin kadın hareketine destek vermesi ayrı bir konudur.Ve buna da gereksinim vardır.Çünkü kadınlar zaten kendilerini erkeklere ifade etmek istiyorlar,ve bilinçten yoksun insanlarla mücadele etmek emin olun daha zor.Size kadınhakları/insanhakları konusundaki bireysel çabanızdan dolayı ayrıca teşekkür ederim.Bu konuya daha sıcak bakan hem kadınlara hem erkeklere ihtiyaç vardır.
Kendinize iyi davranın,hoşçakalın…
İşte bu yüzden bir kadın hareketine, kadınların kendi güçlerini ortaya koyması durumuna bir erkek katkı yapamaz. Ben bile, kendimi çok aman aman bişey görmüyorum ama iyi kötü bir eğitimim var ve özellikle sosyal adalet, eşitsizlik gibi konulara ilgim varken, kadınları tam olarak anlayamam, kadınların hissettiği duygusal yoğunluğu yaşayamam ve bu konuda ahkam kesemem. Bir kadın, kadına karşı yapılan eşitsizliğe ve bu olayın toplumsal yapısına baktığı zaman, bir erkeğin ne kadar uğraşırsa uğraşsın göremeyeceği şeyleri görebiliyor. O yüzden yazıda belirttiğim gibi, Türkiye’de kadın bilincinde bir gelişme, bir haraketlenme olacaksa, bunu bir erkek yapamaz, ya da erkek bir otoritenin lütfu ile olamaz. Eğer öyle olsaydı, cumhuriyetin kuruluşu ile verilen kadın hakları yeterli olurdu ve biz de bu konuşmayı yapıyor olmazdık. Tanıdığım biri yazıyı okuduktan sonra “iyi de bunu söyleyerek erkeklerden sorumluluğu alıyorsun, yine kadınlar sorumlu oluyor” demişti. Fakat kesinlikle değil. Aslında erkekler bu yaşananlardan sorumlu oldukları için ve bu güç dengesinden yararlananlar oldukları için bu süreçteki katkıları yararlı olamaz. Biz ne yaparsak yapalım bu dünyayı erkek olarak göreceğiz, kadınlar da kadın olarak görecekler.
Bir noktada size katılıyorum.Kadınların statülerini yükseltirken rollerindeki değişimler konusu.Benim de anlamadığım nokta budur zaten.”Güçlü kadın” olma yolunda ilerlerken neden kadınlar, kadınlıklarını yok ediyorlar?Erkeksileşiyorlar.Kesinlikle sinirlerimi bozan bir durumdur bu.Hayır saçların uzun olsa,kasların olmazsa zayıf mı olacaksın…Tezer Özlü’nün sevdiğim bir sözü vardır,her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu? Güçlü kadın olacaksan içindeki kadını öldüreceksin.Sıkıcı bir tipin olacak,saçların kısa olacak,takım elbise giyeceksin ki “ağır” dikkate değer biri olasın.Bu çok saçma.
Saydığınızı siyasetçilerin hiçbirini sevmiyorum,Lama dışında.Bizde de var bunlardan.Tansu Çiller.
Hayır kadın kırk takla atsa da hiçbir şekilde etkilemez beni ki bu da görecelidir o da ayrı konu.Ama kadın siyasete atılacaksa – belki siz de farketmişsinizdir- belli bir yaştan sonra bunu gerçekleştiriyor.Çünkü o yaşa kadar yapması gereken şeyler vardır! Çocuk doğurmak,çocuğa bakmak,çocuk yetişkinlik çağına yaklaştıktan sonra siyasete atılmak gibi…Bu o kadar komik ki, kadınlara kızmamak da elde değil.İşte bu da size katılmadığım nokta. “Bireysel olarak bu kadınların suçu olmayabilir” sözü.Bence öyle değil.O kadın başka bir kimlik kazanmak için kadınlık kimliğini bir tarafa atıyor.Eğer bir kadın bu ikisini başabilirse, hem iyi bir statü hem de “kadın” olmak gibi,işte o zaman o kadın güçlüdür derim.Benim için güçlü kadın Clara Zetkin’dir.
Savcıya da bir sözüm var: Sayın savcı,bu yazıları okuduktan sonra kadınlar ayaklanacaksa şayet bana istediğiniz kadar dava açabilirsiniz;)
Yani, aslında bir taraftan doğru anlamışsınız ama çoğunlukla benim Gandhi’yi örnek göstermemdeki amaç, yani naziklik, itaat etmek, ses çıkarmamak değildi. Aksine, kendisi ilk fırsatta yapılabilecek en büyük itaatsizlikleri gerçekleştirmiş ama bunu yaparken hedefinin bireyler değil, sistem olduğunu göz önünde tutmuş hep. Yoksa sizin ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum ve kesinlikle katılıyorum. Yazıdaki son paragrafta da dediğim gibi, aman bir sorun çıkmasın diye sus pus oturanlar kendi istismarlarına katkı yaparlar. Sivil itaatsizlik neyi değiştirir demeyin canım, Hindistan bağımsızlığına kavuştu en azından =)
(Tabii, burada itaatsizliğin ne olduğu da önemli. Olur ya, bu yorumu bir savcı okur, halkı isyana teşvik etmekten dava açmaya kalkar. O yüzden küçük bir not düşelim. Sevgili Savcı: bu yorumlarda var olan itaatsizlikten kasıt, halkı isyana teşvik etmek değil, kadınların kendilerine yapılan kötü davranışlara karşı sessiz kalmamasıdır, özellikle yasal yollara baş vurarak maruz kaldıkları şiddete karşı koymalarıdır.)
Fakat, benim özellikle Gandhi’yi örnek vermemdeki sebep şöyle: “Batı” dediğimiz yerdeki güçlü kadın imgesinde bazı sorunlar olduğunu düşünüyorum. Mesela siyasetçilerden, Margaret Thatcher, Merkel, Condi Rice gibi isimlere baktığımız zaman, feminist hareketim simgesini oluşturan We Can Do It posterine baktığımız zaman (kısa saç, kol kası vs.), yok büyük hukuk firmalarında yüksek yerlere gelen kadınların tavır, giyim, kuşam ve davranışlarına baktığımız zaman şöyle bir ikilemle karşılaşıyoruz: Bu kadınların hepsi, güçlü erkek veya maskülenist ideolojiyi taklit ederek aşama kaydedebilmişler. Bunda yine o kadınların bireysel olarak çok da bir suçu yok. Çünkü öyle davranmasalar ne seçim kazanabilirlerdi ne yükselebilirlerdi. Yani, yine sistem kadınları bile belli bir şekilde davranmaya zorluyor. Fakat Gandhi veya Dalai Lama gibi örnekler bu paradigmaya çok güzel bir karşı-örnek teşkil ediyor. Batının otoriter erkeksiliğini bir kenara koyup, itaatsizliği, baş kaldırmayı gayet ince, nazik ve ahlaki otoriteye baş vurarak yapıyorlar. Bu kadar güçlü ve başarılı olmalarının sebi de budur bence. Ahlaki olarak gidilmeyen yoldan yürüyerek, kendilerini haklı pozisyona getirmeleri.
Kişisel hikayenizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Şimdi size “merhamet,” “erdem,” veya “naziklik” diyince aklınızdaki hedefi ve içinizden gelen itirazları birazcık daha iyi anladığımı düşünüyorum. Fakat benim merhamet, erdem ve naziklikten kastım kendisine kötü davran birine acıyarak sessiz kalmak değil kesinlikle. Aksine, ona itiraz edip, ona hatasını gösterip, onu gerekli şekilde düzeltmeye çalışmak, onu düştüğü o hatadan kurtarmak. Şayet biz bir insanın hatasını yapmasına engel olmazsak asıl merhametsizliği o zaman göstermiş oluruz, o insana hiç bir şey öğretmemiş oluruz.
Merhaba Ali,sorunuzu okuduğum zaman aklımdan kötü şeyler geçmedi değil :) Bu soruyu, erkek egemen zihniyetle değilde,tamamen insan-merkezli bir şekilde sorduğunuzdan şüphem yok.Başka biri olsaydı bunu böyle algılamazdım.Benim kastettiğim nedir? Fedakarlığın yine kadından beklenmesi olayıdır.Evet Gandhi sadece “insanı” temel alan örnek alınası bir kişilik fakat aynı durumu kadınlar için en azından tikel olarak düşünürsek kendim için söyleyemem.Zaten kadıınlar, ekonomik,duygusal,cinsel şiddete maruz kalıyorlar ve bu mağduriyetin ardından ” Erkekler bizim dostumuz,onların yararı için onları daha kötü duruma düşmekten kurtarmak için onlara nazik davranmalıyız” cümlesini asla kullanmam/ kullanamam…
Bu şekilde davranan erdemli kadınlar yok mudur? elbette vardır.
Özel olacak ama babam, annemi yıllarca dövdü,aldattı..Her türlü şiddeti kullandı.Bunlara rağmen tavrı ne oldu biliyor musunuz? Kadından beklendiği üzere, “kocası” na acıdı.Dayağı yiyen kadın,kocasına acıyan yine kadın!
Bunu kabul edemem.Belki bu annemi daha erdemli yapar ama onun çektiklerini azılttığını düşünmüyorum.İnsanların hayatında derin hasarlar bırakmış ve asgari insanlık sıfatından istifa etmiş varlıklara karşı Gandhi kadar nazik olamam.Gandhi ile beni ayıran da bu olsa gerek :)
Sivil itaatsizlik durumu başarıya ulaşabilir,Hindistan’da olduğu gibi…Ama bunun kadın-erkek haklarının eşitliği konusunda etkili olabileceğini düşünmüyorum.
Fethiye’de sevgilisi ve sevgilisinin arkadaşları tarafından( 8 kişi) kendisine tecavüz edilen bir genç kadın suç duyurusunda bulunuyor ama ancak üç yıl sonra “adam” mahkemeye çıkıyor.Dava 16 Mart’a ertelendi…
Kadınlar sustukça daha fazla istismar ediliyor.Bu kadın davanın üzerine gitmemiş olsaydı , o erkeği yargılayamayacaktı.Erkek de belki başkalarına da bunu yapacaktı.
Bakın daha 2 hafta önce okuduğum bir haberde bir arkadaş grubu,”statüsü iyi” insanlar bunlar,’susacağını düşündükleri’ bir kadına tecavüz ediyor.Bunu neden yapıyorlar biliyor musunuz? Eşleri ayağını denk alıp “hanımefendi” olsunlar diye.Bahaneye bakar mısınız ya.Kadın sustuğu için defalarca tecavüz ediliyor kendisine ve en sonunda dava açıyor.
Özellikle Mahkum kadınlara daha fazla yapılıyor.Şu istatistiklere bakar mısınız:
“Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Büro’suna 13 yılda toplam 329 kişi başvurdu. Bu başvurulardan 46’sı, Türkiye cezaevlerinde bulunan kadınlardan geldi.Rapora göre; 79 kadın tecavüze uğradığını bildirirken, bunlardan 2’si tecavüze uğradıktan sonra intihar etti, bir kadın işkence sonucu öldürüldü, 14 yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafından ‘namus temizleme’ gerekçesiyle öldürüldü, 1 kadın işkencenin uzun vadeli etkisi sonucu Aralık 1999’da yaşamını yitirdi.Raporda, 250 kadının cinsel tacize maruz kaldığı, 4 kadının zorla bedenini satmaya zorlandığı belirtilirken, kayıtsız gözaltında taciz ve tecavüz sayısı 21 olarak açıklandı. Raporda, bir kadının da basın yoluyla cinsel tacize uğradığı kaydedildi.Rapora göre, işkence sonucu bebeğini düşüren kadın sayısı 8, çocuklarıyla birlikte işkenceye maruz kalan kadın sayısı 10, tecavüze uğradıktan sonra hamile kalan kadın sayısı ise 5 olarak kayıtlara geçti. Bu kadınların 3’ü çocuğunu dünyaya getirirken 5’i aldırdı, 1 çocuk ise ölü doğdu.”
Sanırım çok konuştum,kusura bakmayın.Ama Kadınlardan Gandhi gibi davranmalarını istemek kadına biraz daha yüklenmekten başka birşey değildir.Evet, Gandhi’de kendisini ezen ve sömüren bir topluma karşı nazik davranmıştır ama bu neyi değiştirir?
Görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederim, Béri. Sizin de belirttiğiniz gibi kadına ve aslında çoğu psikolojik ve sayısal azınlığa karşı var olan yapısal şiddet sınır tanımıyor ne yazık ki. Daha bugün Radikal gazetesinde İstanbul’da sokak ortasında öldürülen bir kadının haberi vardı. Savcılık, emniyet ve kısacası bürokrasinin hantallığı içerisinde bir hayat daha sönmüş. Eminim hepsi suçu başkalarına atıp mışıl mışıl uyuyorlardır. Başka ve alakasız bir makalede güzel bir söz gördüm bugün: “Bütün sistem hatalıydı, o yüzden kimseyi cezalandırmadık.” Bu çok güzel özetliyor aslında.
Mesela şu an meslektaşlarımdan biri şöyle bir araştırma yapıyor: A.B.D’deki bazı haber kanallarında, kaçırılan beyaz çocuklara çok daha geniş yer verilirken, kaçırılan siyahi çocuklar neredeyse hiç ilgi görmüyor. Haber kanallarındaki kişiler belki içselleştirdikleri ırkçılığın farkında bile değiller, belki farkındalar. Ama sorun sistem ve yapı sorunu. Bizde olduğu gibi. Çoğu insan, çok ama çok eminim ki, içselleştirdikleri kadın nefretinin farkında değiller. Herhalde biraz farkındalıkları olsa böyle görüntülerle ve haberlerle daha seyrek karşılaşıyor olurduk. Sizin de daha ağır şeyler söylemek istediğiniz cümlede belirttiğiniz gibi sorun sistemin kendisinde.
Aklıma Mahatma Gandhi geldi. Hapis yattığı sıralarda gardiyanlara ve onu hapseden insanlara çok nazik davrandığı ve onları neredeyse kendilerinden çok düşündüğü anlatılır. Hatta Hindistan halkında yükselen İngiltere karşıtı hislere cevap olarak verdiği konuşmalar okunduğunda şöyle genel bir tablo çiziyor: Diyor ki, “bakın, İngilizler bizim düşmanımız değil, hatta dostumuz. Ben bugüne kadar hiç bir İngilize karşı kötü birşey hissetmedim. Hatta, onlar bizim dostumuz oldukları için, onları düştükleri bu kötü durumdan, yani emperyalist hayaller peşinde koşarken kendilerini utandırmalarından kurtarmamız lazım.” Gandhi’de aslında söylemleri ve davranışları ile, aslında emperyalist bir makinenin kuklası olan ama bunu farkında olmayan hapishane gardiyanına karşı sırf insanlık temelinde sempati duyduğunu ve insanların kendilerini düşürdükleri bu kötü durumdan kurtarmak için onlara nazik davrandığını belirtiyor. Zaten Gandhi’nin pozisyonunun bu kadar güçlü ve ahlaki olmasının altında da bu yatıyor. Bu konuda ne düşündünüz merak ettim. Sizce kadınlar erkeklere karşı, Gandhi’nin İngilizlere karşı aldığı tavrı alabilirler mi?
Kadına yönelik,cinsel ve psişik istismarların haddi hesabı yok.
Birincsi, toplumumuz cinselliği bir şiddet aracı olarak görüyor,yeni kanun tasarısı da bunun güzel bir örneği( tecavüzcünün,ikinci tecavüzünden sonra hadım edilmesi yasası)
Aman ne güzel değil mi? 1 defa tecavüz edebilirsin fakat ikinciye ceza alırsın.Kardeşi seks işçiliği yapıyor diye,kardeşini öldüren erkek kardeş tahrik indirimi alıyor.
Amcasının kızına tecavüz eden erkek yine amcasının kızını öldürüyor.Kendi aklaksızlığını kendince temizliyor! Bu dediklerim son 1 yılda yaşanan olaylar.Toplum cinselliği bir şiddet aracı olarak gördüğü için,insanların doğal hakları/ihtiyacı olduğunu gözardı ettiği için 19 yaşındaki bir kadının hamile kalması ve bu hamileliğin evlilik dışı olması,polise istediği şiddeti kullanma hakkı veriyor.İçerde öğrencilerin temsilcisiyle görüşen adam(!)lar dışarda temsil edilmeyen öğrencilere her türlü şiddeti uyguluyorlar.Hele ki geleneksel kurallarla bezenmiş toplumda,temel hakları olan hayatı yaşıyorlarsa ya da yaşamak istiyorlarsa,bu riyakar toplumda gerçekleri onların yüzlerine vuruyorsa o kişiler her türlü şiddeti hakediyor demektir! Evet gerçekten de Marx,toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğünden sözederken en ufak bir yanılgıya bile düşmemiştir.
Bu ikiyüzlülük ,ölen bir kadının ya da bebeği öldürülen bir kadının arkasından arsızca konuşmak ve onlara iftira atılması şeklinde görülür.İktidarın tahakkümü altında ezilen ve dimağdan yoksun insanların sığındıkları bir yoldur bu.Rant sağlamak kaygısı ne yazık ki insanları, ölen bir kadının bile özel hayatını deşme hakkına sahipmiş gibi bir cürretsizliğe itiyor.Ve ben bunları yazarken bile Defne Joy ile ilgili,özel hayatına dair deşmeler devam ediyor.
Ben böyle sistemin yüzüne tüküreyim.(daha ağır şeyler yazmak isterdim)
Yazınız için de teşekkür ederim.