Blog

  • Natacha Atlas gelecekten umutlu

    Natacha Atlas gelecekten umutlu

    Arap asıllı, Belçika doğumlu Natacha Atlas, müziğinde mükemmel bir karışımla sunduğu birbirinden farklı oryantal ve elektronik öğelerle değil, iç içe geçmiş kültürlerin nadide bir örneği olarak da öne çıkıyor. Fas, Mısır ve Kudüs doğumlu bir ailenin torunu ile, sonradan islam’ı seçmiş bir ingiliz annenin çocuğu olarak Avrupa’da doğmuş Atlas için ataları yahudidir diye saldıranlar olmuştu. Atlas’ın cevabı ise, büyük büyük dedesinin Yahudi olduğu ve Araplarla birbirinden ayrılmaz kültürel bağları olan Yahudiliğin onun için sorun teşkil etmediği şeklindeydi. Çok dilli bir kültürde büyümesinin sonucu olarak, şarkılarında da Arapça, İngilizce ve Fransızca kullandı.

    Doksanlı yılların başında Transglobal Underground ile eklektik bir elektro-dans müzik örneği sunan Atlas, ilerleyen yıllarda solo albümleri, aralarında Burhan Öçal, Jean Michel Jarre gibi müzisyenlerle ortaklıkları ve Kim Ki-Duk’un Boş Ev isimli filminde olduğu gibi soundtrack çalışmalarıyla nadide ve özgün bir ses olarak güzel bir kişisel tarihe sahip oldu.

    2010 yılında çıkardığı Mounqaliba isimli albümle yine dikkatleri üstüne çekti. Albümde Nick Drake’ten River Man ve Françoise Hardy’den La nuit est sur la villeyorumlarına da yer veren Atlas, son dönemde olduğu gibi, geleneksel olarak tanındığı arapça pop-füzyon tavrından iyice uzaklaşmış ve piyano ile yaylılara ağırlık veren şarkılarla müzikal tavrını yenilemişti. Son albümünde de bu yenilikçi tarzını sürdüren şarkıcı, özellikle piyanist Zoe Rahman’ın eşliğinde ördüğü şarkıların yanı sıra, 20 kadar Türk müzisyenin eşlik ettiği ve kökleri 12. yüzyıl Endülüs Araplarına dayanan şarkı/ağıt formu Muwashah/Muvaşşah’da kanun ve ud’un modern şarkı formatlarında kullanımıyla müthiş bir iş çıkarıyor ortaya.

    Albümü dinlerken, kendini bir Anglo-Ortadoğulu olarak niteleyen Atlas’ın, çocukluğunda Belçika’da bir kulüpte duyduğu Arapça şarkıyla içindeki doğululunaniden ortaya çıkmasına benzer olarak şarkı aralarında konuşmaya yapan insanların ciddi seslerini duyuyoruz. Bu konuşmaların nedeni aslında albüm çıkmadan önce Natacha Atlas’ın myspace sayfasına yazdığı blog’da saklı. Atlas, yazdığı notta Zeitgeist isimli bir film izlediğini özellikle de devam filmi olan Addendum’u herkesin seyretmesi gerektiğini söylüyordu. Filmi izledikten ve sosyal mühendis Jacque Fresco’yu dinledikten sonra, çocuklarımız için bir gelecek umudunu tekrar kazandığını belirtiyordu.

    Atlas’tan Venüs’e yeni bir toplum rüyası

    Natacha Atlas’ın son albümünde şarkı aralarında yer alan ses kayıtları Zeitgeist: Addendum filmine gönderme yapan sosyal teorisyenler Peter Joseph ve Jacque Fresco’ya ait. İkili, özellikle internette ücretsiz dağıtılan ve altyazı çevirilerinin gönüllülerce yapıldığı belgesel dizisi Zeitgeist ile “Venüs Projesi” olarak da bilinen, tasarlanabilir bir gelecek projesini anlatıyor.

    Özellikle Atlas’ı etkileyen ikinci filmde, dünyada yozlaşmaya neden olan para ve sermaye odaklı anlayışın yerini kaynak kullanımını odak alan alternatifler üreten çözümlere odaklanılıyor. Mevcut düzende en güçlü kolektif bilinç olan internetten başlayıp nano-teknoloji ya da ortak kullanıma göre tasarlanmış yeni kentler çevresinde bir geleceğin resmedildiği belgesel, bir yanıyla sistemin açıklarını ve eksiklerini gösteren sağlam bir eleştiri olsa da, zaman zaman gayet akıllı endüstriyel tasarımcıların yarattığı futurist bir gelecek hayaline sıkışmış izlenimi veriyor.

    Yine de Addendum ve Venüs Projesi sayesinde çok kültürlü yaşam umudunun arttığını söyleyen Nataca Atlas’ın hatırına, bahsettiği filmler izlenebilir. Üzerine bir de, aralık ayında İstanbul’a geleceği belirtilen Natacha Atlas yeni albümünden şarkılarla canlı izlenirse, gelecek o zaman herkese daha aydınlık gözükecektir.

    Not: Bu yazı 27 Ekim tarihli Taraf gazetesine yayımlanmıştır

  • Ferhat Uludere: “Derdimize derman olamayan yerler…”

    Ferhat Uludere: “Derdimize derman olamayan yerler…”

    Son kitabı “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba”yı Sel Yayınları’ndan çıkaran Ferhat Uludere ile Kadıköy’de demlenmek üzere buluştuk. Kitap bahane, fanzinler, meyhaneler, yeni yayıncılık ve alkol üzerine bir diyalog daha çok. Uludere, sahil kasabalarındaki ruh halini, günlük hayatta gerçeküstü durumların kanıksanmasını anlattı. Ortak yazarımız Borges’ten ve son kitabından okuma yaptı, ancak onlar yakında diyelim, özel Trakya mezesi ve hikayeleri eşliğinde Ferhat Uludere’ye kulak verelim.

    Sorular Barış Yarsel, fotoğraflar Pınar İlkiz

    Kitaba gelmeden önce, senin geldiğin yeri tanıyalım. Senin kasaban nasıl bir yerdi? Kasabana dair ilk hatırladıkların ve sendeki etkileri neler?

    Oradaki yaşamın her anını hatırlıyoruz sanırım. Küçük bir çocuğun dünyası için oldukça büyük uçsuz bucaksız bir yerdi. Arkadaşlarla kaybolurduk sokaklarda. Biz büyürken kasaba küçüldü, artık derdimize derman olamayacak bir yerdi. Çocukken çok sevilen, gençken nefret edilen ve kasabadan kurtulduktan sonra de şiddetle özlenen bir yerdi benim kasabam. Rahat insanların yaşadığı ve zamanın oldukça yavaş geçtiği bir yer sanırım her kasaba gibi… Etkileri çok büyük… En azından silinmeyecek bir kasabalılık bulaştırdı üzerimize…

    Kitabı ne kadar sürede yazdın? Fikir ilk ne zaman oluştu?

    Başladığım ve bittiği zaman arasında üç yıl gibi bir zaman var. Ama bu üç yıl içinde çok az çalıştım kitap üzerine çünkü yazmaya başladığımda ne yazacağımı bilmiyordum. Sadece bir hikaye vardı: Feryatla Hazan’ın denize girişi, ondan sonra yavaş yavaş şekillendi hikayeler. Bir hikaye ardından gelecek olanı belirledi. Ben sadece anlattım, aslında bakarsan, üç yıl önce yazmaya başladığım kitap bu değildi…

    Kasabaların kendine özgü karakterleri olur diyorsun söyleşilerinde. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’da hem özgün karakterler hem de fantastik öğeler geçit yapıyor. Bazen kim hayali, kim gerçek, görüş bulanıklaşıyor. Alkolün de etkisiyle zayıflayan algıyı açmak için soralım: Feryat, Hazan, Kel Tayfun, Balıkçı Sülo, Feymece, denizkızları, cinler ve Al Karısı gibi… öncelikle Feymece mükemmel bir isim ve karakter, modern zamanlarda artık tercih edilmiyor ama bizce çok şiirsel, al karısı öyküleri Karadeniz’de de yaygındır. Tüm bu karakterlerin ve karabasan hikayelerinin temelini merak ediyoruz, seni büyüleyen Trakya hikayelerinin kaynağını…

    Çocukluğumdan beri hikaye dinlemeye çok meraklıydım. İnsanlar bir şeyler anlatsın diye beklerdim karşılarında ve o zamanlar herkes de bir şey anlatırdı. Geceyi tüketecek çok fazla seçenek yoktu ve insanlar anlatarak, konuşarak ve dinleyerek yaşıyorlardı zamanı…

    Mesela taşrada kitaptaki gibidir gerçek ve hayal birbirine karışmıştır. İnsanlar alkarısına inanırlar ve hiçbir zaman onun ne olduğunu sorgulamazlar. Aslında gerçek ve gerçek olmayanı birbirine yaklaştırırken buna çok dikkat ettim. Kitaptaki karakterler gerçeküstüne tepki vermediği gibi anlatıcı da önce gerçeküstünün gerçekliğini kabul ederek anlatacaktı…

    Beni bu hikayelerde aslında en çok etkileyen de insanların onlar yaşama alışkanlığı oldu. Mesela anneannemin köydeki evinde oturuyoruz, ben küçüğüm ve arka sokaktaki evden Hayriye Teyze “Bizim evde şeytan var” diyerek geldi. Telaş içindeydi ve ağlıyordu, inanılmaz korkmuştu. Anneannem hırkasını aldı ve şeytan var denen eve gitti… O’nun için çok doğaldı, ama ben meraktan gitmek istemiştim ve korkudan ödüm patlıyordu. Anneannem sağa baktı, sola baktı bir şey yoktu…

    Kitaptaki dil, bize göre yazmak için zor bir kullanım. Bir yandan destansı bir anlatım, epik cümleler, öte yandan balıkçı barınaklarını ve büyükşehirde göremeyeceğimiz kendi hallerinde insanların hayatlarını basitçe aktaran bir dil. Karakterlerin yaşadıkları zaten kendi görkemini taşıyor. Modern Türk romanında (kendi yapıtınla birlikte) dil kullanımı hakkında ne düşünüyorsun?

    Öncelikle konunun anlatılma biçimini belirlediğini düşünüyorum. Bu yüzden de kitapta farklı zamanlar farklı konular varken çok farklı anlatım biçimleri de ortaya çıktı. Ama tabii bu uzun bir düşünme sürecinden sonra gerçekleşti. Yani nerede “süs” denir nerede “bezek” demek gerek bunlar için kafa yormuş insandım…

    Modern Türk romanın en önemli eksiği de bu aslında. Dile çok kafa yormayıp zekice bir fikrin arkasından savrulup gitmek. Bir de özellikle benim de ait olduğum kuşak çeviri edebiyatla büyüdü. Ve yazmaya başladığın dil üzerine düşünmediği zaman kendine bir çeviri dili yarattı. Yani ortaya çıkan modern Türk romanı Türkçeye kafa yormazsa çeviriler yüzünden bozulmuş bir Türkçe ortaya çıkacak…

    Kitaptaki desenler hakkında
    F.U: Desenleri Serkan Yüksel yaptı. [Link] Yıllardır onunla çalışıyoruz. İlk projemiz aslında Sayıklamalar zamanındaydı. Aynı liseden mezunuz. Birlikte içtiğimiz bir tarihimiz var. Sayıklamalar döneminde yayınevi desen istemedi. 1001 Fıçı Bira’nın kapağını yaptı. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba için başta desen fikri yoktu. Aslında fikri üçüncü bir arkadaşımız Yüksel verdi. Tek renge karar verildi, Serkan sonra kitabı okuyup desenleri yaptı. Kitabın kapağı da aslında çizilen ilk desen, alternatif kapaklar yerine buna karar verildi.

    Şimdi yıllardır bir metropolde yaşayan genç bir yazar olarak, öykünü kimin dinleyeceğini düşünüyorsun? Sonbaharda bir sahil kasabasında kabaran denizden irkilmeyenler bu hikayeleri nasıl özümser sence?

    Denize doğru yürüyen kim varsa o dinleyecektir gibi geliyor bana, ama tabii metropolde yaşayanlar insanlar denizden korkamayacak kadar korkaklar… Bu yüzden de yeterince anlayabilirler mi onu bilemiyorum…

    Senin bir de fanzin geçmişin var. Bağımsız yayıncılığa ve dergi yayıncılığına bakışını da merak ediyoruz. Hem kendi yayıncılık geçmişin hem de mevcut durumun değerlendirmesini alabilir miyiz?

    Şu sıra en çok tarafsız gazetecilik ve tarafsız yayıncılık geyiklerine gülüyorum. Eskiden insanlar bunu yiyorlardı, ama artık internet diye bir şey var. Yani alıştığımız anlamdaki gazetecilik bitti ve yeniden düşünülmesi lazım bu durumun. Tarafsız bir gazete hiçbir zaman olmadı. Gazete dediğimiz şey güncel üzerinden ideolojik yorumlar yapmaktan başka bir şey değil…

    Gazetelerin anladığı tarafsızlık ve bağımsızlık böyle şeyler artık. Yani ben istediğimi söyleyim, kimse bana kızmasın üzerinden gidiyor. Ama fanzin başka bir şeydir. O her zaman taraflıydı ve yalan söylemedi. İdeolojik bir yanı vardı ve zaten o ideolojiyi temsil ediyordu. Bağımsız olduğu için de gerçekten inandırıcı olabiliyordu. Mevcut yayınlara baktığımızda insan kağıt israfına üzülüyor. Yaşasın fotokopi!


    [Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba idefix sipariş linki]

    İnternet sayesinde, yazı yazma alışkanlığı da artıyor sanki. Öte yandan okuma tarafında aynı gelişmeyi gözlemiyoruz. Kitap yayınlamanın mitsel hazzı dışında, gereği nedir sence? Ayrıca yazan ancak henüz yayınlatma olanağı bulamayan yazarlara ne söylemek istersin?

    Dehşetle takip ettiğim bazı şeyler var ve internet de onlardan birisi. Birincisi bizim yazma algımızla onlarınki çok farklı. Ben yetiştiğim dönemin adabından olsa gerek hala kendime yazarım diyemiyorum. Editörüm diye geçiştiriyorum. Ama internet yazarları daha yazı yazmadan yazar oldular. O sanal dünya gerçeğin çok ötesine geçti. Yani hem bizdeki yazar algısı değişti, hem de yeni bir yazarlık başladı.

    Ama yine de blog yazarı ve yazar ayrımını koymak lazım. Ama şunu da söyleyeyim internet şairleriyle normal şairler arasında fark yok… Kitap yayımlamak ise sanırım onu garip bir şey haline getiriyor, ne yaparsanız yapın yerini başka bir şey tutmuyor.

    Bizim kuşak sorunumuz da var. Basılı olmayan her şeye tepkiliydik. Hedeflerinle ilgili bir durum bu. Benim hedefim bir gün basılı bir yayında yer almaktı. Virgül dergisinde yazmayı bırakınca diğer bir hedef de kitabın olmasıydı.

    Bir tüketim nesnesi olarak değil de, kutsiyet taşıyan bir araç gibi?

    Bu noktada kitap hiçbir zaman bir tüketim nesnesi olmadı, zaten o yüzden amaçlanıyordu. Kitap sonraya kalacak bir şeydi. Ben ilk kitabım çıktığında dünyanın değişeceğini düşünüyordum. Özgüven veriyordu kitap. Hayatın aynen sürdüğünü sonra gördük tabi.

    Dijital yayıncılığa geldiğimizde ise, çığrından çıktığını hissediyorum. Editöryal çalışma yapan, kolektif işler yapan yayınları bir tarafa koyarak söylüyorum, özgür olması da çok iyi. Ancak sadece küfür etme özgürlüğünün yayıncılık olarak isimlendirilemeyeceğini düşünüyorum. Bir şiirin bir dergide yayımlanmasıyla, internette yayımlanmasının hazzı birbirinden ayrı olmalı. Türkiye’de dijital yayıncılık gelişim içinde ama. Bir yıl öncesine göre bile bir fark yaratılmış durumda.

    İlk İçki
    Ne zaman içtiğimi hatırlamıyorum, ancak ilk viski içtiğimi biliyorum. Sonra bir bardak daha istediğimi düşününce şimdi garip geliyor, bir çocuğun zararlı olacak bir şeyi tekrar istemesi…

    Şöyle bir durum da var sanki, dijital yayıncılıkta kendine mecra bulamamış ancak yetenekleri basılı eserleri olanlardan hiç de aşağı olmayan önemli bir kitle var, o açıdan alternatif bir yol gibi?

    Tabi ki. Gazetede en çok üzüldüğüm yanlışlarımdan biri, bana gelen e-postada, “internet sitemde yayımladığım yazıyı bile defalarca okurken, sizin bu kadar yazım hatası yapmanız olmamış” denmesiydi. Kesinlikle doğru. Benim böyle bir alan bulmuşken bu tür bir hata yapmamam gerekirdi, doğrusunu ise, internette yazan o arkadaş yapmıştı.

    Yazarlarda iki davranış gözlüyoruz, kitabını çıkardıktan sonra dönüp bir daha bakmayanlar ve kitabıyla yayımlanmış olmasına rağmen hala mücadele edenler. Karakterleri kafasında geliştirmeyi sürdürenler. Sende nasıl bir duygu oluyor?

    Kitaptaki karakterlerden soğumak, hikayenin devamından uzaklaşmak demek değil. Kitaba bakamam ben, çünkü hata bulurum. Pişman olmaktansa orada bırakırım. Ama hikayeler benimle devam ediyor.

    Feymece’nin filmi mi yapılsa gibi hikayeler dolaşıyor mesela. Feymece ayrı bir karakter olarak sürebilir.

    Feryat sen misin?

    Bazen!

    Manca
    Bir Trakya mezesi
    F.U: Babam rakı mezesi olarak kullanırdı. Ailenin diğer fertleri, rakı içmeyenler ise kahvaltıda yerdi. Közlenmis patlıcan ve biber, domates, soğan ve sirke ile yapılan bir Trakya mezesidir. Acısızdır. Yapımı bir ritüel gibiydi. Bahçeye babaannemler kocaman bir ateş yakarlardı, patlıcanlar filan orada közlenirdi. Büyük bir kıyma makinesi vardı, çocukken bize çok heybetli gelirdi. Sadece bu meze için ortaya çıkardı. Diğer zamanlar nerede durur bilemezdik.

    -Birkaç anahtar kelime vereceğiz, senin çağrışımlarını almak istiyoruz:

    Borges: Kıskançlık…
    Cervantes: Don Quijote’in gölgesinde kaldı.
    Taşra: Sevgi, nefret ve özlem.
    Meyhane: Zamanın en güzel geçtiği yerler…
    Rakı: Baba içkisi…
    Heavy Metal: Gerçekten müzik…
    Dergi: Şu sıra en çok yapmak istediğim şey…
    Ölüm: Sonsuzluk…
    Kadın: Baştan çıkarıcı…
    Godot: Bir gün gelecek….

    Bu aralar neler okuyorsun?

    Çok çok eski bir arkadaşım Ulaş Işıklar vampirler üzerine bir kitap yazdı… Kitap yeni çıktı onu okuyorum. Ama bu sıra zamanım daha çok okumak istediklerimi sıralamakla geçiyor. Çünkü yazdığım roman için Don Quijote ve Oblomov dışında bir şey okumuyorum…

    Biraz alkolden bahsetmek istiyoruz. Alkolun ritüel gibi tüketildiği bir kuşaktan geliyoruz. Oysa şimdi her şey gibi alkol tüketimi de hızlanıyor. Alkol bir odak değil de masada bize eşlik eden ama hep suskun bir arkadaş gibi. Kasabalarda alkol tüketimiyle büyük şehir arasındaki fark ne sence?

    İstanbul’a ilk geldiğimde okul arkadaşlarımdan duyuyordum. Akşam çok içtik diyorlardı. Ne kadar diyordum dört tane bira diyordu mesela. Allah Allah diyordum bu insanlara hakikaten çok mu geliyor. Bol alkollü bir geceden sonra kaç tane sorusu bana sorulduğumda bilmiyorum diyordum. Çünkü cidden hatırlamıyordum. Ve kasabada böyle yaşanıyordu. Alkol sürekli hayatımızdaydı. Ben aynı gün içinde üç kere sarhoş olduğumu biliyorum.

    Burada insanlar sarhoş olmak için içiyor, biz ise kasabaya katlanmak için içiyorduk. O zaman orası daha güzel geliyordu. Onlar sarhoş olmak için kolay yolu seçiyordu, kasabada ise işi ritüele çevirip daha keyifli hale getiriyorduk.

    Meyhaneci bir babanın oğlu olarak, istanbul’daki meyhaneleri değerlendirsen?

    Valla çok güzel meyhaneler var gibi geliyor bana, ama bu değerlendirmeyi elbette babamın yapması gerekiyor. Bir keresinde rakı içmek için meyhane meyhane dolaşıp sonunda evde içtik…

    Dirim kısa, ölüm uzun, geleceğe dair kitap projeleri var mı şu anda?

    İki tane var, aslında ikisini de biliyorsun… Bir Don Quijote’nin yeni bir macerası, diğeri de bir öykü kitabı olacak…

    Ferhat Uludere Lüleburgaz’da doğdu. Rock Reaction adlı fanzinle yayıncılığa başladı, çeşitli fanzinlerde yazdı. Müjdat Gezen Sanat Merkezi Yaratıcı Yazarlık Bölümü mezunu. Beyoğlu Gazetesi’yle birlikte gazetecilik yapmaya başladı. Kitapları: “Sayıklamalar” – 2002 – Phoenix Yayınları, “İşlenmiş Aşka Mektuplar” – 2005 Çitlembik Yayınları, “1001 Fıçı Bira” – 2006 Çitlembik Yayınları, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” – 2010 – Sel Yayınları. Virgül, İstanbul, Bant, K gibi dergilerde kitap tanıtımları ve eleştirileri yazdı.

  • Telegraph Cabin: “Aklım bir fotoğraf kutusu gibi”

    Telegraph Cabin: “Aklım bir fotoğraf kutusu gibi”

    Müziğinle çocukluğuna, anılarına gönderme yapıyorsun diyebilir miyiz?

    Yaptığım müzik oldukça kişisel. Yaşamımda olan biten her şeyi kapsıyor gibi tınlıyor. Dolayısıyla evet, şarkılarımda oraya buraya gömülmüş çocukluğumdan parçalar bulabilirsiniz. Hepsi hatıralarla ilgili.

    İtalya’dansın, tam olarak nerede doğdun?

    Doğduğumdan beri Milano yakınlarında küçük bir kasabada yaşıyorum. Bu nedenle oldukça kapalı bir çevrede büyüdüm. İnsanlar burada genel olarak iyidir hoştur ama oldukça tembeldir. Sadece birkaç kültür etkinliği ile cover yapan sıkıcı metal gruplarında enstrüman çalabilen 6-7 eleman bulunmakta. Burada sanatsal açıdan ilginç bir proje başlatmak oldukça zor. Bu nedenle bu sıkıcı durumu boşverip kendi dünyanı yaratmak zorundasın.

    Etkilendiğin sanatçılar, filmler ve sesler neler?

    Cevaplaması zor bir soru ama birkaç isim vermeye çalışacağım:

    Müzik: Sigur Ros, Explosions In The Sky, Yellow6, Epic45, July Skies, The Durutti Column, Olafur Arnalds
    Yazarlar: Breece D’J Pancake, Kerouac, Salinger, Murakami, Hemingway
    Filmler: Lost In Translation, Angels Of The Universe, Noi Albinoi, Interiors
    Mekanlar: Macaristan kırsalı, Utrecht ve gece vakti Floransa

    Gerçek adın nedir?

    Luca Cattaneo.

    Müziği oluşturmaya yaşadığın tam “o anda” mı başlıyorsun yoksa daha sonrasında, daha planlı mı oluyor?

    Kafam daha çok, beni etkileyen gördüğüm her şeyin birer “fotoğrafını” koyduğum bir kutu gibi: Bir manzara, çimde oynayan bir çocuk, parkta eski tozlu bir bank… Sonrasında gitarımı alıp bu görüntüler üzerinde çalışıyorum. Hemen o an da olabilir ancak genellikle aklımın yaratmaya çalıştığım, -hissettirmem gereken- atmosferi ve duyguları değerlendirmek için birkaç güne -ya da haftaya- ihtiyacı oluyor. Sonuç ise, yaşamımda olmuş bitmiş bir olayın hatırlanması ya da çeşitli “fotoğrafların” bir kolajı oluyor.

    Telegraph Cabin – Backward Flight EP [2010]

    Şarkı listesi:

    1. Endless Curfew 04:57
    2. Lost At Sea 02:52
    3. A Glimpse 01:36
    4. Train To Valencia 07:05

    Ücretsiz download ve bilgi:

    myspace.com/telegraphcabin
    telegraphcabin.bandcamp.com/

    [Futuristika’da Telegraph Cabin]

  • Sadece diptekiler sağ kalıyor

    Sadece diptekiler sağ kalıyor

    William S Burroughs portre: S. C Jones

    1968 yılından bir heyula anlatıyor, William Burroughs orta sınıfı yok etme arzusunun nedenini, biraz sert bir ses tonuyla anlatıyor. (daha&helliip;)

  • Betty Bolton

    Betty Bolton

    1920 ile 1940 arası yıllarda önemli bir oyuncu olan Betty Bolton, Londra’da sahnelerden inmediği gibi pek çok kayda kontralto sesini bahşetmişti. Bunlardan en popüler olanı, “Ten Cents a Dance” adlı, aşağıda -sadece- görüntülediğiniz kayıt. Devamını şuradan seyredebilirsiniz. (daha&helliip;)

  • Nick Cave – Dig, Lazarus Dig!!!

    Nick Cave – Dig, Lazarus Dig!!!

    Dig, Lazarus Dig!!! onu bunu saymazsak Nick Cave & Bad Seeds’in ondördüncü albümü. 3 Mart’ta yayınlanacak albümü, sızmış albümler dahilinde dinledik, iyi ettik, biraz da şaşırdık. Şu nedenle:

    Dig, Lazarus Dig!!! Blixa Bargeld’in ayrılmasından sonra çıkan ikinci Kötü Tohumlar albümü olarak, Nick Cave’in grubunun artık bambaşka bir kanalda olduğunu gösteriyor. Bu albüm bir Bad Seeds çalışmasından öte Grinderman çizgisine yakın. Albüm rock’n’roll tınılarıyla kaplı Dig, Lazarus Dig ile açılıyor.Today’s Lesson ritm düşürmeyen, bize göre punk bir çalışma. Moonland ile gitarın tonu değişiyor ve ıssızlık duygusu artıyor. Night of the Lotus Eaters’da ise Lazarus yerini modern çağda Ulysses’e bırakıyor, çiçeği yiyenlerin algısı açılıyor. Nocturama çizgisine yakın Albert Goes West’den sonra Nick Cave post punk günlerine gönderme yapıyor. We call upon the author,

    Albüm size, Nick Cave’e hangi açıdan yaklaştığınıza göre değişik hitap ediyor. Biz kendi adımıza, Nick Cave’i bir romantik şarkılar adamı olarak görmediğimizden, kendisinin bu çiğ ve punk sound ile zaman zaman koroların patladığı pavyon rock hallerine bayıldığımızdan olsa gerek, Dig, Lazarus, Dig!!!’i çok beğendik.

    Lazarus’a gönderme yapılması, Nick Cave’in çocukluk darbelerine dayanıyor aslında. Kilisede çocukken dinlediği İsa’nın Lazarus’u diriltme hikayesi hep tedirgin etmiş Nick Cave’i. “İsa bu adamı diriltiyor da, acaba Lazarus bu konuda nasıl hissediyor” merakı hiç bırakmamış onu. Lazarus kadar, öte dünyadan Harry Houdini’den de bir ses duymayı amaçlayan bir albüm. Dirilen ölüler, ölülerle konuşan sihirbazlar, öldükten sonra da konuşmaya devam edenler. Deliren bir dünyada normal tınıları olan, “en güzel hislerin punk albümü.”

    Nick Cave & The Bad Seeds – Dig, Lazarus, Dig!!!

    nick_cave.JPG

    1. “Dig, Lazarus, Dig!!!”
    2. “Today’s Lesson”
    3. “Moonland”
    4. “Night of the Lotus Eaters”
    5. “Albert Goes West”
    6. “We Call Upon the Author”
    7. Download “Hold on to Yourself”
    8. “Lie Down Here (and Be My Girl)”
    9. Download “Jesus of the Moon”
    10. “Midnight Man”
    11. “More News from Nowhere”