[Jan Morris] Hav

Kolektif Kitap, Jan Morris'in HAV isimli eserini Ursula K. Le Guin önsözüyle yayımladı.
Haziran '21

Hav kurmaca bir şehir devleti, bir Akdeniz şehri, sokaklarında Türkçenin, Ermenicenin, Rumcanın, Arapçanın, Rusçanın, İtalyancanın bir arada duyulduğu bir coğrafya. Yirmi yıl arayla bu coğrafyaya giden bir seyyah yazar, şehrin iki yakın dönemi arasındaki siyasi, kültürel, yaşamsal doku değişimlerini nefis bir dille anlatıyor.

Önce 1985 yılının Hav’ını tanımaya başlıyoruz, sonra bir “Müdahale” oluyor, altüst oluyor şehir, yirmi yılın ardından aynı yere dönüyoruz, yirmi birinci yüzyılın Yeni Hav’ına, Kutsal Mirmidon Cumhuriyeti’ne. Eskisinin izini sürmeye çalışsak da zorlanıyoruz, şehrin tarihini bağnaz bir bakışla baştan yazanların eliyle görgüsüzlüğün tüm şehirde itinayla teşhir edildiğini görüyoruz.

Hav hibrit edebiyatın usta bir örneği, seyahat edebiyatıyla bilimkurguyu bir araya getiriyor. Hav diye bir şehir yok ama pekâlâ olabilir.

Hav, tüm Akdeniz tarihinin, âdetlerinin ve politikasının birkaç bin yılına tutulmuş bir ayna gibi… Suudi Arabistan, Türkiye veya Downing Street’in geçmişine ve mevcut haline gerçekten vâkıf, son derece gerçekçi, kesinlikle gözleme dayanan bir eser. Ciddi bilimkurgu eserleri hayal ürünlerinin değil bir gerçekçiliğin biçemidir; Hav alternatif bir coğrafyanın ne kadar kullanışlı olabileceğine mükemmel bir örnek. Eğer bilimkurguyu bilmedikleri nispetle küçük gören üstatların ahmakça züppelikleri aklınızı çelip de Hav’a sırtınızı çevirirseniz hem yazık olur hem de çok büyük bir kayıp.” – Ursula K. Le Guin

Hav’dan okuma parçası

Gemiyle Konveyör Köprüsü’nün altından geçip de Hook’tan Yeni Hav limanına bakınca ilk Mirmidon Kulesi görünüyor: Kutsal Mirmidon Cumhuriyeti’nin en önemli ve meşhur uğuru.

Eşyanın doğası gereği insan gördüğü bir yeri bir kez daha görünce ilk intibayı ikinci kez yaşayamaz. Ama deniz otobüsüyle gece yolculuğumuzun arkamızda bıraktığı köpüklü iz ve motorların muazzam homurtusu eşliğinde Hav’a geri geldiğimde gerçekten de kendimi daha önce buraya hiç gelmemiş gibi hissettim. Hislerim, bir açıdan yirmi yıl öncesinden farklıydı ama en az o zamanki kadar güçlüydü; o aynı hafif sinir bozucu çelişkiyi hissettim. Belki de sadece bana öyle gelmişti (eski Hav’ın bendeki etkisi kesinlikle çok derin olmuştu) ama bir kez daha görünenden farklı bir şeyler, havada bir müphemlik seziyordum, tam da güneş yükselirken köprünün altından geçip de müthiş kuleyi önümde gördüğümde. Daha önce bunu görmemiştim tabii ki; gerçi yüzlerce fotoğraf sayesinde bilmedik bir şey değildi, yine de şoke olmuştum. İşte önümde duruyordu, sırık gibi incecikti, altı yüz on metre cam ve çelik. Kule, tepesindeki üç helikopterlik pistin de yukarısında aşırı aydınlatılmış, şafak vakti dahi göz kamaştıran ikonik nişanıyla yükseliyordu: Kenarları altınla çizilmiş, Cumhuriyet’in devlet amblemi olan Akhilleus miğferinin önüne yerleştirilmiş Mirmidon’un “M”si sırasıyla farklı renklerde, bir kırmızı, bir sarı, bir yeşil, bir mavi renklerde parlıyordu.

Gemiden Lazaretto’ya inmek başlı başına rahatsız edici bir deneyimdi. Rıhtıma ayak basar basmaz Hav kostümleri (geniş hasır bir şapka, altın sırma işlemeli çizgili uzun beyaz cellabiye) içinde bir görevli, hışırdıya hışırdıya yanıma geldi.

“Dirledi,” dedi, çok hızlı konuşarak, “sanırım bizim şeref konuğumuz sizsiniz, sizi bekliyorduk, lütfen beni takip edin, çantalarınızı alacaklar, Lazaretto’ya hoş geldiniz, ismimizin sonuna ünlem işareti koyuyoruz çünkü yaşayacaklarınızın gerçekten çok etkileyici bir deneyim olacağına inanıyoruz.” Bütün cümleyi sanki tek bir nefeste söyleyivermişti, eski bir alışkanlıkmış gibi; bunun bir Hav âdeti olduğunu o zaman hatırladım. Adam zaten benim cevabımı beklememişti bile, hızla beni kenarları çalı çitlerle çevrili kıvrımlı yoldan götürdü; sonunda lüks ama tuhaf bir biçimde yabancı bir tasarıma sahip bir salona girdik. Sersemlemiştim. Bir bütün olarak hiçbir yere benzemiyordu ama belirli açılar- dan birçok başka yeri çağrıştırıyor, ayrı ayrı görkemli, meşum ve neşeli yerleri anıştırıyordu. Tolkienvari asilzadelerin sarayı olabilirdi. Alevli meşalelerle aydınlatılmıştı; beyaz ve altın renk giysiler içinde mütebessim uşaklar kaynıyordu etraf; yanımdan geçerken, “dirledi” diye mırıldanıp yerlere kadar eğiliyorlardı.

“Hoş geldiniz,” dedi insanı korkutacak kadar şık bir resepsiyoncu, büyük bir samimiyetsizlikle. Kızın üstünde altın Hav işlemeli giysiler vardı, kulaklarında da sanki betondan yapılmış gibi duran sallanan küpeler. “Pasaportunuzu rica edeyim. Dostluk nişanesi olarak Kathar Entelektüeller Birliği size mavi bir paso veriyor. Bu pasoyla Hav Şehri’ni ziyaret edebilir, Birlik’in tesislerinden yararlanabilirsiniz fakat unutmayın bu paso tam iki hafta sonra sona erecek. Pasaportunuzu burada tutuyoruz, mavi pasonuz gerektiğinde kimliğinizin yerine geçer. Meslektaşım sizi süitinize götürecek; ben de size Lazaretto! adına güzel bir tatil geçirmenizi diliyorum,” dedi kız ve nasıl becerdiyse Lazaretto’nun sonundaki ünlemin de duyulmasını sağladı. Pasaportumu çekmeceye kaldırırken başka bir robot çağırdı. “Palast Bir,” dedi gülümsemeden.

“Palast mı?” diye sordum, adam beni yeniden çalılar ara- sından götürürken. Bu kelimeyi hatırlayacak gibiydim. “Evet dirledi,” dedi adam, “Lazaretto’daki bütün süitler Müdahale’den önceki eski Hav’da bulunan yerleri yâd eder.” Ah evet, o zaman hatırladım, Palast Uçurum’da ilkel insanların yaşadığı mağara mahallesiydi. Peki benim hatırladığım haliyle, o oldukça neşeli sefa bahçesiyle eski Lazaretto adasına ne olmuştu? Pek bina kal- madığını söyledi. Yapay bir dolguyla, üzerinde Hav’ın hapishane- sinin bulunduğu kardeş ada San Pietro’yla birleştirilmiş ve olduğu gibi bu devasa resort, hepsi Mirmidon Kulesi’nin hâkimiyeti altın- daki (ünlem işaretiyle) Lazaretto’ya ve Diplomatlar Mahallesi’ne verilmişti. “Çok pahalı,” dedi görevli, “hepsi çok pahalı, ecnebiler için.” Hiç Havlı müşteri yok mu? “Hiç Havlı yok, Kule hariç tabii ki. Eğer önemli yabancı konuklarımızın mavi pasoları olmazsa resorttan ayrılmalarına izin verilmez. Ama öte yandan dirledi,” diye ekledi omzundan geriye bana bakarak, “insan neden Hav’a gitmek istesin ki?” ✪

Önceki

Tarihi Yazıl(a)mayanların Tarihine Bir Bakış: Ferda Ferdağ ya da “Alo, Orası Tımarhane mi?”

Sonraki

[Antonín Panenka] O penaltıya dair: Bugünlerde güzelliğe ayıracak zaman yok