Jon Fosse’nin 2010 ve 2019 arası söyleşilerinden yazmak ve yaşlanmak üzerine kısımlardan yapılan bu derlemeyi Ömer Naci Jr. çevirdi.
Yazmak dürtüsü ve biçim
Benim için yazmak bir tür dinlemedir. Ne dinlediğimi bilmiyorum ama dinliyorum! Ve sonra yazı, aşağı yukarı kendini yazar. Sık sık, belli bir noktada, yazdığım şeyin zaten yazıldığını ve kaybolmadan önce yazmam gerektiğini hissediyorum. Ya da bazen zaten orada olan metni bulmam gerekiyormuş gibi hissediyorum.
Yaşadıklarımı yazmak beni hiç ilgilendirmiyor. Kendimi ifade etmekten çok kendimden kurtulmak için yazıyorum. Yeni bir evrenin yaratılması, karakterler, ruh halleri, bir hikaye, bana ilginç gelen belirli bir yazma şekli. Ve eğer iyi yazabilirsem, bu dünyaya daha önce var olmayan bir şey getiririm. Ve bu da benim için tamamen yeni.
Öte yandan, elbette ne hakkında yazdığım hakkında bir şeyler biliyorum, ancak deneyimlerim yazı yoluyla dönüştürülüyor. Sanırım bu dönüşüm, sizin deyiminizle, neden yazımın bu kadar “gezindiğini” kısmen açıklayabilir.
Septoloji uzun bir roman. Daha önce bu romanın uzunluğuna yakın bir şey yazmamıştım. O kadar uzun olmasını planlamamıştım, ama sadece yazdım, yazının hareketinde ve sonunda 1500 ‘den fazla sayfa yazdım. Ne kadar yazmayı planladığım hakkında bir fikrim olsaydı, belki yüz elli sayfa derdim. Roman aşağı yukarı kendi kendini yazdı. Uzunluğunu kendisi talep etti. Ve bunu yazarken, yerine getirmeyi başarmanın, sonuna kadar yazmayı başarmanın benim için çok önemli olduğunu hissettim. Ve başardığımda gerçekten mutluydum.
Şimdi yazdıklarımı düşündüğümde, Septoloji’de oyunlarımdan ve diğer romanlarımdan birçok unsur olduğunu söyleyebilirim, ancak bunlar yeni bir şekilde düzenlenmiş ve yeni bir ışıkta, bir tür eşzamanlılık, belki de bir yüklü an olarak bir araya geliyorlar. Bazı insanların ölmeden önce ya da ölüm anında tüm hayatlarının geçip gittiğini gördüklerini duymuştum. Kimse böyle olup olmadığını bilemez, ama belki. Kendi yazımı yorumlamak beni çok rahatsız ediyor ama ilk söylendiğinde Septoloji’nin böyle bir an olarak görülebileceğini anlayabiliyordum. Ya da roman bu perspektiften okunabilir. Ama bu elbette bunu yorumlamanın sadece bir yolu bu.
Ayrıca yazılarımdan bir tür ışığın çıkmasını istiyorum. Tüm acılarda, tüm kederlerde bir çeşit uzlaşma. Ve böyle bir ışığın mümkün olduğunu düşünüyorum. İhtiyacın olan ışık orada bir yerde.
Aslında hiçbir zaman bu ya da bu tema hakkında yazdığımı hissetmiyorum, hakkında yazdığım şey biçim olarak adlandırabileceğim şeyin bir parçası. Ve bu biçim ve içerik birliği, ya da tema, yazıldığı şekilden başka bir şekilde söylenemeyecek çok spesifik bir şey söylüyor. Yine de sanki bir şeyle “ilgili” değilmiş gibi, bir bakıma neyse odur.
Ibsen ile karşılaştırılması hakkında
Elbette, bu karşılaştırmanın hem Ibsen’e hem de bana haksızlık olduğunu söyleyebilirim. Ama bunun bir sebebi var, ikimiz de Norveçliyiz ve Ibsen’den beri çok fazla Norveçli oyun yazarı yok ortada. Ne zaman bir oyun veya bir etkinlik yayınlansa, Ibsen ve ben oluyoruz, bu yüzden birçok yönden çok bariz bir karşılaştırma oluyor. Genç bir okurken Ibsen’i hiç sevmedim, oyunlarının çok kurgulu olduğunu düşündüm. Tiyatroda çalıştıktan ve tiyatronun nasıl işlediğini belli şekillerde gördükten sonra onun eserleriyle ilgilenmeye başladım. Ama şimdi ona tiyatronun iblisi olarak hayranım. Tüm edebiyat türlerinde tanıdığım en karanlık yazar bence. Ibsen büyük bir kincidir ve bu yüzden ona hayranım.
Demek istediğim, Ibsen en azından sonraki oyunlarında, ama ilk çalışmalarında bile, Peer Gynt ve Brand gibi mesela, sürekli hala geçerliğini sürdüren bir şekilde yaşamın yıkıcı güçlerini tasvir ediyor. Bunu merhametsizce yapıyor. Ibsen’e hayranım ama onu sevmiyorum. Strindberg’in nefreti mesela, normal bir nefrettir, çünkü aynı zamanda aşkla da bağlantılıdır. İbsen’in yazılarında sevgi yok, en ufak bir dokunuşu bile. Bu kadar sonuca ulaşmak ve yıkıcılığın böyle bir resmini vermek için bir yazar olarak çok güçlü olmanız gerekir; bir dahi olmalısınız. Benimki mitolojik bir aşka çok yakın. Bu benim görüşüm. Aptalca olan Ibsen’in feminist olarak kabul edilmesi ki bu bana hiç mantıklı gelmiyor. “Ibsen feministse, ben de piskoposum” diyen James Joyce’dan alıntı yapmalıyım. Mesaj yazarı değildi, harika bir yazardı.
Eğer bir yazar olarak bir şey yapmaya çalışırsan bunu ödün vermeden yapman gerektiğine ikna oldum. Bir yazar olarak böyle ya da böyle olmaya ya da bir şeyi başarmaya çalışmıyorum, böyle yazmak mümkün değil. Bence iyi bir yazar olmanın taviz vermemekle bir ilgisi var. Bu yüzden yazarken yarattığı etkiyi düşünmüyorum. Yazdıklarımda mesajını hiç düşünmüyorum. Elbette benim eserimde de çok fazla yıkım var ama içinde biraz da sevgi olduğunu düşünüyorum. Sevgi, ilgi ve bir çeşit uzlaşma. Ve bunu Ibsen’de bulamıyorum.
Siyaset ve yazı
Siyaset bende çok alçak sesle konuşuyor. Eğer bunu yapacaksam, bir yazar olarak değil, bir insan olarak yapıyorum. Norveç’te, ister inanın ister inanmayın, çok güçlü bir Marksist modelimiz vardı. Sosyal gerçekçi doktrini aldık ve birkaç yıl boyunca bu propagandaya hayran kaldım hatta. Ama sonra bu modelin aptallığını fark ettim ve o zamandan beri mesafe koydum, politik olarak dahil olmak istemedim. Ben bir çeşit anarşistim, eğer bana bir şey demek zorundaysan. Bir yerden baskı geldiğinde kimin aradığını bilmezsem telefona cevap vermem. Bjornoson‘a kadar uzanan bir geleneğimiz var. Kamusal alanda çalışan halk figürleri. Konuşma yapmaya çok hevesli olan Bjornosone neredeyse Cebrail’in habercisi ve aynı şeyi yapmaya çalışan bir dizi yazar var. Ama bu ben değilim, ben tam tersiyim, ben sadece bir şairim.
Altmış yaşında ve baba olmak
Altmış yaşına girmek iyi değil. Ama kırk yaşına girdiğimde kendimi iyi hissediyordum, hayatımda çok şey olmuştu ve elli yaşına girdiğimde de iyiydim. Geçmişte altmış yaşlı olarak kabul edilirdi. Bu tür şeyler biraz değişti. Bir zamanlar yetmiş olan bugün seksen artık ve altmış yaşındaki biri belki de artık yaşlı bir adam değildir. Aslında, yaşlanmak umurumda değil, ama ciddi sağlık sorunları olan bazı iyi arkadaşlarım oldu ve buna şahit olmak korkunçtu. Ama biraz huzura sahip olmak, uzun süre yaşamak ve birçok şey yapmak güzel. Şimdiye kadar hiç bu kadar iyi olmamıştım belki de.
Altmış yaşında yeni bebeği dahil olmak üzere altı çocuklu olmak. Bebeğimin olması başıma gelebilecek en iyi şeydi. Şu anda bebek sahibi olmanın, daha erken yaşta bebek sahibi olmaktan farklı olduğunu fark ettim. Ama elbette genç bir babaya sahip olmak daha iyidir. Rahmetli arkadaşım Lars Roar Langslet’in de yaşlı bir babası vardı ve ben de bir baba olma konusunda endişelendiğimde beni rahatlatmak için, “Ben de işlevsel bir insan oldum, değil mi?!” demişti. Her neyse, benden çok daha yaşlı babalar var. İsveçli bir aktöre de şikayette bulundum. Sonra hızlı bir cevap aldım: yetmiş beş yaşındaydı ve aynı durumdaydı, karşılaştırıldığında endişelenecek bir şeyim yoktu.
Ölümü düşünmek
Ölüm konusunda hiç endişeli olmadım. Bazı insanlar bu endişeden muzdarip, ama herkes değil. Evet huzurla bunu düşünebilirdim, ama tekrar baba olmak işleri karmaşıklaştırıyor. Yaşın ileriyken baba olmanın dezavantajı bu. Ama benim görüşüm hayatın gerçekleşmesine, çocukların doğmasına, büyümesine ve yaşamasına izin vermektir. Ölmekten endişelenmiyorum; hayatta çok acı var. Ve içimde çok fazla keder var. İbsen’in dediği gibi: “Bana hüzün bahşedildi ve ben bir şair oldum.” Acı, keder, melankoli ve depresyon da bir armağandır. Onlardan iyi bir şey çıkarabilirsin. ✪